“Kut’ul Amare’nin Lord Blair’i”nin Dönüşü
Yeterince yaşlı olanlar, merhum ve saygın İngiliz gazeteci Robert Fisk’in, (hâlâ hayatta olan) eski başbakana, Irak’ın işgali ve ardından gelen işgal ile sözde “Teröre Karşı Savaş”ta oynadığı kanla yoğrulmuş rolüne alaycı bir şekilde atıfla “Lord Blair” unvanını verdiğini hatırlayabilir. (Kut’ul Amare, Osmanlı’nın Irak vilayetinde, Britanya kuvvetlerinin I. Dünya Savaşı sırasında aşağılayıcı bir yenilgiye uğradığı yerdir.)
Fisk, Balfour, Sykes ve Picot’yu her zaman “Orta Doğu kibirinin zirvesi” olarak görmüştü. Blair, 2007 yılında Orta Doğu Dörtlüsü’nün özel temsilcisi olarak “Filistin’i yaratmak” misyonuyla Kudüs’e gittiğinde, öfke içindeki Fisk şöyle sormuştu: “Bu zavallı adam hiçbir şey öğrenmedi mi? Blair’e bu görev nasıl verilebilir?”
Fisk, ikinci perdeyi görecek kadar yaşayamadı; bu perdede Trump, itibarsız eski başbakanı “Barış Kurulu”na ve Gazze’nin yeni kolonisinin genel valiliğine atadı. 30 Eylül 2025’te Trump, her zamanki abartılı üslubu ve tantanasıyla Netanyahu ile birlikte düzenlediği basın toplantısında 20 maddelik “barış planı”nı açıkladı. POTUS, bunun “çok çok büyük bir gün, güzel bir gün, medeniyetin şimdiye kadarki en büyük günlerinden biri olabileceğini” ilan ederken, kendisine “7 savaşı çözdüğü” için “A+” notu verdi ve bunun “3.000 yıldır görülmediğini” söyledi.
Trump’ın önerisi, 19. ve 20. yüzyılın sömürgeci ve yeni-sömürgeci el kitaplarından birebir alınmış gibi görünüyor: hukuk dışı mandalar, bölünmeler ve insan adaletinin toprak paylaşımına indirgenmesi. 21. yüzyılın ölümcül yapay zekâ savaşları dışında bu olan bitende gerçekten yeni olan şey, Batılı suç ortağı hükümetlerin, canlı yayınlanan bir soykırımı ve Herod’un bile yüzünü kızartacak türden modern bir “Masumların Katliamı”nı fiilen onaylamaya gönüllü görünüyor olmalarıdır.
Bölgeye az da olsa aşina olan herkesin bildiği gibi, tarih ve bağlam her şeydir—ve her ikisi de, söylemeye bile gerek yok, ABD’nin bu son “barış diplomasisi” girişiminde tamamen yoktur. Bu durum, yalana, çarpıtmaya ve gerçeklerin tahrifine fazlasıyla alışkın olan Filistinliler ve daha geniş bölge için hiç de şaşırtıcı değildir.
Burada biraz tarihsel arka plan vermek yerinde olacaktır. 1916 tarihli gizli Sykes–Picot Anlaşması’yla başlayalım: Bu anlaşmada Britanya ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşulan eyaletlerini aralarında bölüşmek üzere iş birliği yaptı. Britanya, bugünkü Irak, Transürdün (günümüzdeki Ürdün) ve Filistin’i alırken; Fransa, Suriye ve Lübnan’ı aldı. Britanyalılar açısından, 1915 tarihli Hüseyin–McMahon yazışmalarında Mekke Şerifi’ne (Ürdün Kralı II. Abdullah’ın büyük büyükbabası) bir Arap krallığı vaat etmiş olmaları pek de önemli değildi. Britanya’nın ikiyüzlülüğü, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ile zirve noktasına ulaştı; bu deklarasyon, Filistin’de bir “Yahudi ulusal yurdu” kurulacağını vaat ediyor, ancak nüfusun yüzde 90’ından fazlasını oluşturan ve toprağın yüzde ikisinden azına sahip olan Arap Filistinlileri (yeni adıyla “Yahudi olmayan sakinler”) tamamen görmezden geliyordu.
Bir dizi yenilginin ardından Britanya kuvvetleri Gazze’yi işgal etti ve General Allenby Aralık 1917’de Kudüs’e zaferle girdi. 1918’de, İşgal Altındaki Düşman Toprakları İdaresi (OETA/Güney) adıyla bir askerî yönetim kuruldu; yani Filistin. Kısa bir süre sonra Chaim Weizmann’ın (1874–1952) başkanlığında bir Siyonist Komisyon oluşturuldu ve Filistin’e giderek bir “Yahudi ulusal yurdu”nun temellerini atmaya girişti. Komisyonun faaliyetleri, işgal altındaki toprakların “statükosunu” korumakla uluslararası hukuk uyarınca yükümlü olan Askerî Yönetimi provoke etti; çünkü bu yönetim, Siyonist kolonizasyona ve toprakların yalnızca Yahudilere tahsis edilmesine karşı çıkıyordu.
Siyonist Komisyon, sabrı zaten zorlanmakta olan askerî yönetimi iyiden iyiye gerdi; öyle ki komisyonun faaliyetlerinden bıkan subaylar, komutanlarına sık sık “devlet içinde devlet” oluştuğundan şikâyet ediyordu. Kabinenin Siyonizm karşıtı Yahudi üyelerinden ve Hindistan Bakanı olan Edwin Montagu (1879–1924), daha Ekim 1917’de Balfour Deklarasyonu’na karşı uyarıda bulunmuş ve Siyonizmi, ileri görüşlü bir isabetle, antisemitizmi teşvik edecek “zararlı bir siyasî inanç” olarak tanımlamıştı. Aynı ay içinde, savaş kabinesi üyesi ve Lordlar Kamarası başkanı Lord Curzon (1859–1925), uluslararası gözlemcilerin bugün bile sormaya devam ettiği şu soruyu dile getirmişti: “Bu ülkenin halkına ne olacak?”
8 Ocak 1918’de Woodrow Wilson, dünya barışı için hazırladığı “14 Nokta” planını yayımladı. Bu plan gizli antlaşmaları yasaklıyor, kolonilerin ilhakını engelliyor ve barış anlaşmalarında ilgili halkların iradesinin esas alınmasını talep ediyordu.
1919 Nisan’ında, Şam’daki Arap Kongresi, kuzeyde Toros Dağları’ndan güneyde Refah’a kadar uzanan Suriye’nin mutlak bağımsızlığını savundu; Filistin’in de Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladı. Kongre, Balfour Deklarasyonu’nu bütünüyle reddetti ve Büyük Arap Ayaklanması’nın lideri Emir Faysal’ı tüm Suriye’nin hükümdarı olarak seçti.
1919 Paris Barış Konferansı, Osmanlı topraklarında bölgesel istekleri tespit etmek amacıyla bir “Müttefiklerarası” Soruşturma Komisyonu kurulmasına karar vererek yanıt verdi. Ancak Britanyalılar, Fransızlar ve İtalyanlar bu bilgi toplama komisyonuna katılmayı reddetti. Bunun üzerine, Ohio’daki Oberlin Koleji’nin başkanı H.C. King ile saygın bir iş insanı ve önde gelen Demokratlardan C.R. Crane’in başkanlığında Amerikalıların öncülük ettiği 40 kişilik heyet tek başına çalışmalara başladı.
Komisyon, ertesi Haziran’da çalışmalara başladı ve “Suriye’nin dört bir yanını”, yani “Büyük Suriye”yi dolaştıktan sonra, iki ay sonra ana önerilerini Milletler Cemiyeti’ne sundu. Komisyon, bölgenin “dili, kültürü, gelenek ve görenekleri büyük ölçüde Arap” olduğu gerekçesiyle bu tutumu fiilen onayladı ve “aşırı Siyonist programın ciddi biçimde değiştirilmesini” önerdi. Filistinli Arapların Siyonist tekliflere yönelik muhalefetinin boyutunu kabul eden komisyon, ayrıca şu değerlendirmeyi yaptı: “Komisyonun görüştüğü hiçbir Britanyalı subay, Siyonist programın silah zoruyla dışında hayata geçirilebileceğine inanmıyordu.” Amerikan King-Crane Raporu, 1922 yılına kadar gizli kaldı ve ancak o yıl yalnızca bazı bölümleri yayımlandı. Bu arada, aynı yılın 22 Haziran’ında Britanya Lordlar Kamarası, McMahon’un Şerif Hüseyin’e verdiği taahhütlerin ihlali ve Filistinlilere karşı barındırdığı adaletsizlik gerekçesiyle mandayı reddeden bir önergeyi (60’a karşı 25 oyla) kabul etti.
19 Eylül 1919’da, o sırada Paris’te bulunan Balfour, Britanya hükümetine “Suriye, Filistin ve Mezopotamya’ya Dair Muhtıra”sını sundu ve küstahça şu ifadeyi kullandı: “Hangi [manda] seçilecek diye karar verirken ‘bölge sakinlerinin isteklerini esas alacak mıyız?’… Hiç de öyle bir şey yapmayacağız. … Seçim onlara ait gibi görünebilir, ama bu nihayetinde Hobson’ın seçimi olacaktır.”
Balfour, manda sisteminin her ne kadar “uluslar kendi ayakları üzerinde durana dek medeniyetin emaneti” olarak anlaşılması gerektiği söylense de, gerçekte bunun yalnızca 19. yüzyılın eski usul sömürgeciliğinin, “medenî” olarak sunulan yeni bir kılıfla—artık “Manda” adı altında—gizlenmiş hali olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koydu.
Faysal’ın kısa ömürlü Suriye krallığı, Fransız birliklerinin Britanya’nın göz yummasıyla 25 Temmuz 1920’de General Gouraud komutasında Şam’a girmesi ve onu tahttan indirmesiyle ani bir şekilde sona erdi. Bu olay, Suriye ve Filistin’de Fransız ve Britanya mandalarının başlangıcı oldu ve Arap ruhunda hâlâ yankılanan şok dalgaları yarattı. Bu sırada, Siyonist Herbert Samuel, henüz Filistin’in ilk Yüksek Komiseri olarak göreve başlamamışken bile Arap milliyetçiliğine karşı savaşını başlatmıştı. Suriye’nin birliğine şiddetle karşı çıkan Samuel, Britanya hükümetine Faysal’ın Suriye Kralı olarak tanınmasının “Siyonizmin kalbini söküp alacağını” söylemişti.
Askerî yönetim (OETA/Güney), 1 Temmuz 1920 tarihinde sivil yönetimle değiştirildi. Askerî komutan General Bols, Filistin idaresini yeni Yüksek Komiser’e devrederken, ondan bir makbuz imzalamasını istedi. Şaşkın Samuel bunun ne için olduğunu sorduğunda, Bols “Filistin için” diye cevap verdi ve üzerinde şu ifadelerin yer aldığı bir kâğıt parçası çıkardı: “Tümgenerel Sir Louis J. Bols’tan teslim alınmıştır – Bir Filistin, eksiksiz –”, tarih ve Samuel’in imzası için bir boşlukla birlikte. Samuel kısa bir tereddüdün ardından imzaladı ve “E&O.E” (İngilizce: Errors and Omissions Excepted – “Hatalar ve Eksiklikler Hariç”) ibaresini ekledi. Bu uğursuz anekdot Herbert Samuel’in anılarında kayda geçti ve söz konusu orijinal kâğıt parçası yıllar önce New York’ta bir müzayedede satıldı.
Ancak, Samuel’in görev süresinin büyük bölümünde Mandanın hukuki yetkisi tartışmalıydı; zira Milletler Cemiyeti mandayı ancak 1922 yılında onayladı ve bu onay Eylül 1923’te yürürlüğe girdi. Öte yandan, Türkiye ile barış anlaşması Ağustos 1924’e kadar imzalanmadığı için, Manda yönetimi 1920’den 1924’e kadar fiilen işgal altındaki toprakları yöneten bir otoriteydi ve dolayısıyla 1907 Lahey Sözleşmesi’nin getirdiği kısıtlamalara tabiydi. Diğer bir deyişle, statükoyu değiştirme ve uzun vadeli olarak uygulanacak düzenlemeleri hayata geçirme yetkisi bulunmuyordu. Gerçi bu durum, Britanyalıların Manda kapsamına girebilecek yükümlülükleri yerine getirme niyetlerinin olmadığını açıkça belli etmeleri nedeniyle fiilen anlamsız da sayılabilirdi.
Mandanın mutsuz ve derin sorunlarla dolu varlığının geri kalan kısmında, yetkililer Filistinli Arapların ihtiyaç ve önceliklerini, Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulmasına yönelik taahhütle bağdaştırma çabalarını sürdürdüler. Bu çabalar nihayet, 15 Mayıs 1948’te yaşanan gelişmelerle doruk noktasına ulaştı; yılgın Britanyalılar hızla geri çekildi ve manda yetkisini Birleşmiş Milletler’e devretti. Aynı gün Yahudi devleti kuruldu. Yeni kurulan Birleşmiş Milletler, barışı sağlamak ve mültecileri evlerine döndürmek amacıyla İsveçli aristokrat/diplomat Kont Folke Bernadotte’yi arabuluculuk görevine gönderdiğinde, Yahudi aşırılıkçı terör örgütü Lehi (bugün Knesset’te oturan bazı aşırılıkçıların öncülü) onu 17 Eylül 1948’te Kudüs’te suikastla öldürdü. Bu suikast, başından itibaren anlamlı bir barış arabuluculuğunu imkânsız hâle getirdi.
Ardından gelen savaşlar, ölümler ve yıkım kaçınılmazdı; 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan itibaren çok sayıda Arap, Britanyalı ve uluslararası gözlemci tarafından öngörülmüş ve uyarılmıştı.
Trump’ın son diplomatik hamlesi, kesinlikle istisnai bir aşırılık değil; bilakis, İsrail-Filistin “çatışması”na yönelik geçmiş ABD müdahalelerinin çizgisinde yer alıyor—bu müdahaleler, Filistinlilerin temel ihtiyaçlarına yönelik umursamazlıkla, hatta hissizliğe varan bir kayıtsızlıkla, çifte standartla ve adaletsizlikle eşanlamlı hâle gelmişti. Gerçekten de, bu “barış diplomasisi”nin ardı ardına gelen yönetimler boyunca, yerleşik tarihsel gerçeklerin bilinçli ve kasıtlı biçimde göz ardı edilmesiyle özdeşleştiğini, hatta “barış”tan çok daha önemli hâle gelen kurumsallaşmış bir “süreç” olarak yerleştiğini söylemek abartı olmaz. Uluslararası hukukta olduğu gibi, tarih de zamanla “aşılması gereken” ya da tamamen göz ardı edilebilecek bir engel olarak görülmeye başlandı.
Ne var ki, uzun süredir gözlemlendiği ve artık yerleşik bir gerçek hâline geldiği üzere, tarihi görmezden gelenler onu tekrar yaşamaya mahkûmdur. Trump’ın Blair’i (ve başkalarını) ataması, yalnızca bir milyona varan Iraklının ölümünü değil, aynı zamanda kökleri 20. yüzyılın başlarına uzanan ve günümüze dek süregelen yerleşik bir sömürgecilik tarzını da göz ardı etmeyi gerektiren tipik bir örnektir. Bu durum, “adalet olmadan barış olmaz” uyarısını bıkıp usanmadan dile getiren Filistinlileri, sonu gelmeyen tarihsel bir adaletsizliğe mahkûm etmiştir. Bu ve sayısız başka açıdan, Filistin’in geçmişi büyük ölçüde bugünüyle aynıdır.
Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20251024-the-return-of-lord-blair-of-kut-el-amara/