Kürt Meselesini Çözmek: Milletin Ortak Davası

Türkiye, tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini yaşıyor. Geçmişi, kimi tarihçilere göre 19. yüzyılın başlarına dek uzanan ve iki yüzyılı aşkın süredir, kesintilerle de olsa, ülkenin enerjisini tüketip toplumsal yaralar açan Kürt meselesi, nihayet şiddet sarmalından kalıcı olarak çıkışın eşiğine gelmiş görünüyor. Sadece Türkiye’yi değil bütün bölgeyi sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla etkileyen bu mesele konuşulmaya devam edilecekelbette. Ancak meselenin silahlardan arındırılmasına yönelik en belirleyici adım, Ekim 2024’te MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı tarihi çağrıyla atıldı ve Şubat 2025’te PKK’nın kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın örgüte silah bırakma ve fesih yönünde seslenişiyle tarihi bir dönüm noktasına ulaştı. PKK kanadından gelen açıklamalar, büyük bir aksilik yaşanmazsa bu çağrıya uyulacağına işaret ediyor. Sürecin arka planda büyük bir titizlikle hazırlandığı anlaşılıyor. Sürecin Bahçeli’nin çağrısıyla kamuoyuna açılması sonrası oluşan tepkiler ise ortaya konan iradenin geniş bir kabul gördüğünü gösteriyor. Bu, zamanlamanın isabetli olduğunu ve sürecin şimdiye dek yapıcı bir dille yönetildiğini ortaya koyuyor.

Ne var ki, gerek ana akım medyada gerekse sosyal medya platformlarında süren tartışmaların çoğu, bu sürecin uzun vadeli vizyonunu henüz tam anlamıyla kavrayabilmiş değil. PKK’nın eylemlerine başladığı günden beri şekillenen dilin ötesine geçemeyen söylemler, sürecin anlamını ve hedeflerini kamuoyunun sağlıklı bir çerçevede değerlendirmesini güçleştiriyor. Bu durum, endişe ve güvensizliği körükleyen bir atmosfer yaratıyor.

Açıkça söylenmeli ki, Bahçeli’nin tarihi çağrısı ve buna eklenen destekleyici açıklamaları ile Öcalan’ın silah bırakma ve fesih çağrısı, sürecin vizyonunu en berrak şekilde gözler önüne seren adımlar oldu. Bu iki çağrıyı diğer tartışmalardan ayıran temel fark, mevcut söylem kalıplarını aşmalarıdır. Sürecin doğru anlaşılmasında “aşmak” kavramı hayati bir öneme sahip. Çünkü alışılageldik hiçbir söylem, geniş bir toplumsal uzlaşmayı sağlayacak ve yeni bir çağı başlatacak kudrete sahip olamazdı.

Bir yanda Türk milliyetçiliğinin önde gelen temsilcisi bir lider, geçmişteki politik söylemlerini aşarak inisiyatif alıyor; diğer yanda 40 yılı aşkın süredir devlete karşı silahlı mücadele yürüten bir örgütün lideri, örgütün varlık sebeplerini geçersiz kılarak silah bırakma ve fesih çağrısında bulunuyor. Bu, her iki tarafın da kendilerini var eden paradigmaları aştığını ve yeni bir kurucu irade sergilediğini gösteriyor. Ancak süreci yorumlayan tartışmaların çoğu, hâlâ eski söylem kalıplarının dar sınırları içinde sıkışıp kalıyor. Bu yüzden, süreci anlamlandırmaya çalışan pek çok kesim ya sessizliği ya da temkinli bir iyimserlikle gelişmeleri izlemeyi tercih ediyor.

İki yüzyıldan fazla süredir devam eden, özellikle son 40 yılında on binlerce cana mal olan vesiyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel açıdan ağır bedeller ödeten bir mesele, ancak mevcut paradigmaların aşılmasıyla çözüme kavuşabilirdi. Bugün tanık olduğumuz süreç, tam da böyle bir süreçtir.

Günümüz dünyası, köklü bir değişim ve dönüşümden geçiyor. Bir yanda yapay zekâ ve dijital teknolojilerle şekillenen yeni bir tekno-kapitalist düzen yükselirken, diğer yanda İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistem büyük ölçüde işlevselliğini yitirerek bir çöküyor. Kısmen varlığını sürdürsede eski gücünü kaybetmiş mevcut düzen içinde, ulus devlet, etnik-kültürel kimlikler ve ideolojik duruşlar üzerine inşa edilmiş paradigma dili ve bu paradigmayı hayata geçirmek için kullanılan yöntemler hayatın getirdiği yeni durumlara cevap vermekte yetersiz kalıyor. Geleceğe bir şey söyleyebilmek için bu eski söylemlerin ve yöntemlerin ötesine geçerek daha kapsayıcı ve geniş bir bakış açısı geliştirmek kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye’de bugün yaşanan süreç de işte bu yeni anlayışın izlerini taşıyor.

Sürecin ana sloganı olan ve siyasi iradenin her fırsatta vurguladığı “Terörsüz Türkiye”, tüm çekincelerimize ve tereddütlerimize rağmen mümkün hale geliyor. Çünkü zemin ve zaman buna hazır; koşullar da başka bir çarenin olmadığını işaret ediyor. Ancak bu zemini ve zamanı en iyi şekilde değerlendirecek olan, yılların çatışma kültürü üzerine kurulu ezberleri aşmaktır.

Bizi millet kılan, özümüzü yoğuran, çatışmaların ve ayrıştırıcı hareketlerin en yoğun olduğu zamanlarda bile kopmaya, bölünmeye asla izin vermeyen, en ince damarlarımızda dahi hissedilen o derin bağlara ve dayanışma ağlarına sımsıkı sarılmalıyız. Reel politikanın, diplomasinin ve askerî dilin –biraz da zorunlu olarak– devam eden teknik üslubunun ötesine geçmek için akıl gözümüzü, gönül gözümüzü sonuna kadar açmalıyız. Ancak böyle bir bakış, bizi teknik dilin esaretinden kurtararak zamanla bu dili gönül diline dönüştürebilir.

Yitirdiğimiz canları düşünün. Çatışmanın doğal akışında oluşan taraflı nefret dili, bizi teknik terimlere ve sayılara hapsettiği için, kaybolan hayatların –sonuçta kimsenin gerçek anlamda kazanmadığı bir savaşta– yitip giden nesillerimiz olduğunu pek azımız fark edebildi. Oysa şehit olan da etkisiz hale getirilen de, terörün kurbanı olan da, normal koşullarda gözümüzden sakındığımız, ayağına taş değse, parmağına diken batsa yüreğimizin yandığı evlatlarımızdı.

Elbette bir günde her şey güllük gülistanlık olmayacak. Ama biz, zincirlerinden kurtulmuş bir bakış, derin bir tefekkür ve ilmek ilmek işlenmiş bir gayretle yeni bir iklim inşa edeceğiz. Bu iklimi kimse bizim adımıza bir yerlerden getirip önümüze koymayacak; onu biz var edeceğiz. Önce dilimizi yenileyeceğiz. Sonra parçalı duyguları birleştirip milletçe hissedeceğiz. Böylece aramıza ekilmeye çalışılacak yeni nifak tohumlarını bertaraf edeceğiz. Sabırla, çabayla, feraset ve basiretle, hikmetle geleceğimizi yeniden kuracağız. Umutlarımızı korkularımıza ezdirmeyeceğiz. Bireysel ve grup çıkarlarını milletin büyük menfaatiyle harmanlayarak, geçici zaferler yerine kalıcı huzura dikeceğiz gözlerimizi. İşte o zaman, kendisinden de büyük bir “Türkiye Yüzyılı” gerçek anlamıyla başlayacak.