Küreselciler, Geçmişin Sivil Toplumcuları Mı?
1990’ların sonlarında, o zamanki konjonktürün de bir gereği olarak “sivil toplum” tartışmaları pek revaçtaydı. Biz de değişik platformlarda bu tartışmalara katıldık ve görüşlerimizi “Sivil toplum ve devlet ilişkileri üzerine aykırı bir bakış” adlı makalemizde topladık. (Bakınız: https://www.erolgoka.net/sivil-toplum-devlet-iliskisi-uzerine-aykiri-bir-bakis/ ) Köprülerin altından çok sular aktı ve 30 yıl öncesinden kimsenin hesap edemeyeceği bir dünya tablosuna geldik. Şimdiki dünya resminden 30 yıl önceki bu yazımı tekrar okuyup üzerine yeniden düşündüğümde, özellikle küreselcilik ve insan-sonrası (posthuman) taraftarlarını anlamak için oldukça işe yarar sonuçlar üretilebileceğini görüyorum ve yazının özetini, tezini öne çıkaracak şekilde sunmak istiyorum.
Sivil toplum, birçok düşünür tarafından farklı anlamlarda kullanılmış, oldukça tartışmalı bir kavramdır. Biz, bu kavramı, modern siyasi düşüncede çoğu zaman yapıldığı gibi, devletin (siyasi toplumun) bir antitezi ve modernliğin ilk evresinde Batı tarihinin sahnesine çıkmış bir yapının adlandırılması olarak ele alacağız. Bu şekilde kavrandığında sivil toplumun ve sivil toplumculuğun Batı için lehte bir durum, ona üstünlük sağlayan bir konum değil, belki onun sonunu getirecek bir handikabı olduğunu ileri süreceğiz.
Batı modernliğinin bir açmazı: Devlet-sivil toplum ayrımı ve zıtlığı
Batı tarihindeki modern zamanların en ayırt edici niteliklerinden birisi, önceki devirlerde belli belirsiz olan, devlet ve toplum arasındaki makasın giderek artan oranlarda açılmasıdır. Bize göre olumsuzluk olan bu durum, birçokları tarafından devlet-toplum zıtlığı, apaçık bir gelişme göstergesi olarak görülüyor. Bu değerlendirme, büyük ihtimalle modern batı tarihindeki feodal devletle ve Katolisizmle mücadele mirasından kaynaklanıyor. “Ancak devlet ve toplumun birbirine karşıtlaşması sayesinde, İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya’da başlayan, soyluların ve din adamlarının feodal devletine karşı üçüncü sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazinin önderlik ettiği yeni toplum mücadelesi başarıya ulaşabildi” diye düşünülüyor. Gerçekten de öyledir. Ama düşünceyi burada bırakmamak mantıki sonuçlarına götürmek gerekir.
Batıda feodal toplumun bağrında filizlenen yeni sınıf burjuvazi, toplumu bir “ulus”, kendisini de eski devlete karşı toplumun tamamının haklarını savunan bir “ulusal temsilci” olarak sundu. Burjuvazi, devir değiştirici, dönüştürücü, öncü-devrimci sınıf olma mirasından ve misyonundan hiç vazgeçmedi. Egemen sınıf olarak devlet yönetiminde önemli bir söz hakkına sürekli sahip olsa da kendisini zaman zaman (aslında belli etmese de her zaman) “devlete karşı sivil toplumun önderi” olarak konumladı; “toplum sözleşmesi”nin tarafı oldu. Bunun sonucu olarak Batı düşüncesinde, özellikle akademide “sivil toplum” lehine fikirler öne çıktı; modernlik süreci boyunca giderek tüm Batı bilincini kapsadı.
- Yüzyılın sonlarına kadar Avrupa geleneğinde sivil toplum (societas civilis) kavramı, hemen hemen devlet ile aynı anlamda -üyesi olan bireyin aynı zamanda bir devletin yasalarına boyun eğmek durumunda kalan bir yurttaş olduğu- kullanılmasına rağmen, bu zamandan sonradır ki, modern Batı (artık Amerika Birleşik Devletleri bilfiil vardır) hayatındaki büyük çatlak oluştu. Sivil toplum, devlet ve birey değişik yönlere savrularak, birbirlerinin merkezkaç güçleri haline geldiler. Bir yanda sivil küre, bir yanda siyasi küre; bir yanda “pays legal”, bir yanda “pays reel”; bir yanda yasallık, bir yanda birlik…
Modern Batı sosyal ve siyasi tarihindeki bu çatlak, ortaya çıkardığı dinamikler açısından geçici olarak olumlu işlevler üstlendi, üstleniyor ama aynı zamanda birçok sorunun kaynağını da teşkil ediyor. Günümüz reel liberal toplumları, “siyasi iyi” ve “ahlaki iyi”, “genel iyi” ve “tikel iyi” ve demokrasi ve liberalizm arasında, kökeninde sivil toplum-devlet çatlağının bulunduğu şifa bulmaz çelişkilerle dolu. Bu çelişkiler yüzünden çok yakın gelecekte olmasa bile, Batı modernleşmesi, devlet ile sivil toplum arasında meydana getirdiği bu çatlak yüzünden, bir bakıma kendi mezarını kazıyor. Modern Batı hayatındaki devlet, sivil toplum ve birey arasındaki çatlak, ekonomideki ve siyasetteki uluslararasılaşmalara, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, cazibeli liberal ideallerin yapıştırıcı işlevlerine rağmen hızlı bir ivmeyle büyüyor. Bu durum, adeta bebeğin doğuştan getirdiği bir anomalinin onunla birlikte büyümesine benziyor.
Çatlağını yamamaya çalışan Batılı bilinç
Elbette Batı toplumlarındaki devlet aklı, bu çatlağının farkında ve türlü biçimlerde onu gidermenin çabası içerisindedir. Bu açıdan bakıldığında, Batı’nın modern siyasi tarihinin de, (çeşitli coğrafyaların özgünlüklerini hesaba katan geniş ufuklu bir bakışa sahip olmak şartıyla), pekâlâ, söz konusu bu çatlağın ortaya çıkardığı gerilimleri, bir biçimde gidermeye çalışma çabalarının tarihi olarak okunabilir. (Batı’nın modern siyasi tarihini bu tarz bir okuma, adeta, kendi Osmanlı Duraklaması sonrası makûs tarihimizi, Batı’nın meydan okumasıyla baş edebilme mücadelesinin tarihi olarak okumamıza karşılık gelir.) Bu hususu da göz önünde bulundurarak ve genelleme yapmanın, basite indirgemenin hatayı ve eksikliği beraberinde getireceğini bile bile, sırf düşüncemizin yol alabileceği bir kulvar açılacağı umuduyla, Batı’daki sivil toplumculuk üzerine aykırı bakışımızı şöyle sürdürebiliriz:
Liberal, muhafazakâr ve sosyal demokrat olmak üzere modern Batı siyasi düşüncesinin, siyasi pratiklerini belirleyen üç kalın çizgisinin ortak noktaları, devletin aklın ürünü ya da akli bir toplum olarak kavranması; devlet ve sivil toplum ayrımının daha baştan vazgeçilemez veriler olarak kabul edildiği “ikici (düalist) bir model”in benimsenmesidir. Batı’nın modern siyasi düşünce tarihinde devlet, son zamanlara kadar, şöyle ya da böyle, temel ve vazgeçilemez bir öge olarak kabul edilir. Bu üç kalın çizginin aralarındaki fark ise, esasen sivil toplum ve devletle ilgili öncelikler meselesidir. Liberaller ve bir kısım muhafazakârlar sivil toplumdaki kendiliğinden süren hayatın gelişmenin ve refahın ana motoru olduğuna, devletin temel ve hatta biricik görevinin sivil toplumdaki bu bereketi korumakla sınırlı kalması gerektiğine inandılar. Yine bir kısım muhafazakârlar ve sosyal demokratlar, sivil toplumun her türlü musibetin kaynağı olduğunu ve bu nedenle devletin koruyuculuk görevinden önce sivil topluma bir nizam vermekle yükümlü bulunduğunu savunageldiler. Ama hepsi de gerek devlete gerek sivil topluma ayrı ayrı meşruiyet tanıdılar, onlar arasındaki gerilimin uyumlu ve ahenkli bir şekilde yumuşatılabileceğini düşündüler.
Liberaller ve sosyal demokratlar, siyasi küreyi esasen bir “Rechstaat” (hukuk devleti) olarak görür, siyasi ve sivil küre arasındaki boşluğu yasallık (legitimation) sayesinde gidermeye çalışırlarken; muhafazakârlar ise devletin Hegelci anlamda bir etik dayanağa, yani “Sittlichkeit“a ihtiyacı olduğunu, sivil toplum içinde kök salmış bu nesnel ahlak sayesinde devlet otoritesinin meşruluk kazanabileceğini savunurlar. Gerçekten de muhafazakar fikirlere de temel oluşturan Hegelci bakış, bu süreçte çok önemlidir ve ayrıca incelemeyi hak eder.
Hegel: Modern Batı devletinin kristalleşmiş aklı
Modernliğin Batılılaşmadan farklı olarak beşeri bir durum olduğu yolundaki öneriyi dikkatle izlemekle birlikte, modern medeniyetin kökensel olarak Batı medeniyeti olduğunu tartışmasız kabul edenlerdenim. Modern medeniyeti Batı’ya ait kılan, onun kökenlerini ortaya çıkarmaya yönelik bir arkeolojinin sonucunda, Batılı düşünme ve yaşamanın temelleri olarak Hıristiyanlığı, Roma hukukunu ve Yunan felsefesini bulmamız gerçeğidir. Batı, Rönesans ve Reform hareketleriyle, Hıristiyanlaşmadan kaynaklanan ve giderek her alanda gerilemeye ve açmazlara sebep olan meselelerini, din-dışı tarihsel kökenlerine, Roma’ya ve Yunan’a dayanarak çözmeye çalışmış ve bu çözümün başarısı, ona modern medeniyeti getirmiştir. Aslına bakarsanız “ilk günah” adı altında kadın düşmanlığı yapan, dünyevi hazlara hayat hakkı vermeyen bir münzeviliğin peşine düşen, Teslis inancının ve ruhbanlığın otoritesine dayanan Katolisizmin ve Ortodoksinin cenderesinde sıkışıp kalmış Batı dünyası için, dini bir çözüm imkânı bulunmadığı söylenebilir. Ortaçağ, Batı için büyük siyasi ve toplumsal kaosun ama aynı zamanda Hıristiyanlık için uzun bir ilahiyat krizi döneminin adıdır.
Anglikan, Lutheryen ve Kalvinist tüm cephelerden Protestanlaşma hareketi, Hıristiyan Batı’nın kendini Romalı ve Yunan köklerine tutunarak yenilemeye çalışmasının hem doğal bir sonucu, hem mütemmim cüzüdür. Modernlik ve kapitalizm başarısını, doğrudan doğruya Protestan zihninin açtığı yenileyici ruha borçludur. Protestanlığın bu hakkı teslim edilmeli ama her şeyin bu noktada bitmediği vurgulanmalıdır. Modern akıl, tek başına bir Protestan akıl değildir; onun bir başka yenileştiriciye; Hıristiyanlığın yüzlerce yıllık büyüsünün Protestanlıkla bozulmasından sonra, büyü tasını asar-ı atikaya fırlatıp atacak gerçek bir düşünce devrimcisine daha ihtiyacı vardır. Bu düşünce devrimcisi, genel olarak ele alındığında modern felsefe ve bilim, konumuz açısından bilhassa Hegel’den başkası değildir.
Hegel, Huntington’un siyasi mücadeleler tarihinde gördüklerini çok önceden tarihte ve düşüncede görmüş, Batı ve Hıristiyanlık adına bir sistemli tarih felsefesi kurmaya girişmiştir. Hegel, Batı tarihinin temel temalarına sahip çıkan sistemli, modern bir felsefe kurma konusundaki çabalarında fevkalade başarılıdır; o kadar başarılıdır ki, modernliğin karakteristiğini oluşturan bireyin kendini mutlak referans olarak alması ve kendi üzerine düşünmesi, onda tarihten felsefeye, sanattan dine, insanın ve tüm evrenin anlamını açıklığa kavuşturabilecek bir yetkinliğe ulaşır. Bu anlamda Hegel, modernliğin filozofudur; Hegel felsefesinin temel problemi ise, modernliktir. Ancak Hegel modernliği saç ayağında bulunan Hıristiyanlıktan ayrı olarak değil, bizzat Hıristiyanlığı da içerecek bir tarzda felsefeleştirmektedir. Hegel’in selefi, Aquinolu Thomas’tır; bu yüzden ona “son skolastik” denir.
Hegel, Aquinolu’nun modern-öncesinde Hrıstiyanlık adına yapmak istediğini, dini olandan bir kopuş anlamı da taşıyan modern zamanlarda yapmak istemekte, Tanrı’yı da içine alacak sistemli ve mutlak bir meta-anlatı inşa etmek, Tanrı’yı yeryüzüne indirmek için çabalamaktadır. Hegel’in tam karşı kutbunda yer alan, (bu nedenle Postmodern düşünceye yataklık eden) Nietzsche de Hegel’in bu yanını görmekte gecikmemiş, onun çabasını “Hıristiyan ideolojisinin akılcı yoldan doğrulanması girişimi” olarak nitelendirmiştir.
Evet, Hegelci siyaset felsefesi, bizim Batı için yukarıda sözkonusu ettiğimiz devlet-sivil toplum çatlağını da, aslında bir çırpıda gidermektedir: “Eğer devleti sivil toplumla zıdlaştırırsak; onu kişisel mülkiyet ve özgürlüklerin korunması ve güvence altına alınmasına yönelik birşey olarak tanımlarsak, bu durumda bireylerin çıkarı, tek başına, onların gerçekleştirmek için biraraya geldikleri en yüce amaç haline gelir ve bir devletin üyesi olmak, isteğe bağlı birşey haline dönüşür. Oysa devletin bireyle ilişkisi bundan çok başkadır; eğer devlet nesnel tin ise (ki öyledir), bu durumda birey ancak onun üyesi olduğu ölçüde nesnelliğe, hakikate ve ahlaksallığa sahip olacak demektir.” (Hegel, G.W.F)… Bu ifadelere insan, ancak şapka çıkarabilir. Zaten Batı siyasi aklının liberal, sosyal demokrat ve muhafazakâr temel akımları da öyle yaptılar, farklı bakış açılarına rağmen Hegel’in etkisiyle devleti kutsadılar ve onu saf akıl olarak vazgeçilemez görmekte tereddüt etmediler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar “sivil toplum” da orada başka bir güç kaynağı olarak durmakta devam etti.
Hegel, Hrıstiyan-Cermen devletini (Prusya) -kimilerine göre Napolyon Fransa’sını- tin’in (geist) kendisini açmasının son evresi olarak görmektedir. Ona göre, tinin kendini açma sürecinin ilerlemesiyle Hıristiyan-Cermen devletinin gücü ve bu devletin hukuku altında özgürce yaşayan bireylerin sayısı da artacak, sonuçta aynı anda hem insanın özgürleşmesi hem de Hrıstiyan-Cermen devletinin mutlak egemenliği sağlanmış olacak, “Tanrısal akıl” tarih ve kültür içindeki özgürleşmesini tamamlayarak, ilk haline dönecek, böylece tarihin sonuna gelinmiş olacaktır.
Elbette pratik siyasete ilgi duyan birçok düşünür gibi Hegel de bu tespitlerinde yanılmıştır; ne Prusya ne de Napolyon Fransa’sı tarihin sonunu getirebilecek bir atılım yapabilmiştir. Ama işte tam da bu nedenle 21. Yüzyıl başlarken Hegel’in tezlerine Fukuyama, ABD ve onun yenidünya düzeni adına sıkıca sarılmıştır. Huntington gibileri ise, Hıristiyan modern medeniyetin galebesine kesin olarak hükmedilebilmesi ve tarihin sonuna giden yolda, son düzenlemelerin yapılabilmesi için Hıristiyanlığı birliğe davet etmekten geri durmamışlardır.
Köprülerin altından akan sular
Bu noktada 30 yıl önceki yazımızdan yaptığımız özetlemeyi bitirelim. Sanıyorum modernleşme süreci boyunca Batı zihninde devlet, sivil toplum ve birey küreleri arasındaki farklılıklar ve çatlaklar ortaya konmuş, devlet aklının bunları gidermek için gösterdiği çabaların düşünce temelleri ortaya konmuş oldu. Fakat aynı zamanda burjuvazinin bu fikirleri tam olarak sindiremediği, sınıfsal bilincinin gereği olarak “devlete karşı” olmayı içten içe hep sürdürdüğü, düşünce dünyasında ve akademide “sivil toplumculuk” olarak bilinen bakışı mütemadiyen beslediği de belirlendi.
Hatırlayacaksınız, “Modern Batı hayatındaki devlet, sivil toplum ve birey arasındaki çatlak, ekonomideki ve siyasetteki uluslararasılaşmalara, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, cazibeli liberal ideallerin yapıştırıcı işlevlerine rağmen hızlı bir ivmeyle büyüyor. Bu durum, adeta bebeğin doğuştan getirdiği bir anomalinin onunla birlikte büyümesine benziyor” demiştik. Burası, yani burjuvazinin, sermayenin modernleşme boyunca sosyoekonomik hayatta ve fıtraten devlete karşı olma konumunda nasıl bir yol aldığı apayrı bir hikâyedir ve uzun uzun serimlenmesi gerekir. Özellikle “sermayenin uluslararasılaşması” bambaşka bir süreçtir. Yazının başlığında da ifade ettiğimiz gibi, geriye dönüp baktığımızda biz bugün kendisini küreselcilik olarak sunan fikriyatın dünün sivil toplumculuğunun neşvünema bulmuş hali olduğunu düşünüyoruz. Akademide “insan-sonrası (posthuman) çağ” olarak bilinen fikriyatın da bundan ari olmadığı kanaatindeyiz.