Kurban, Düşman ve Soykırım Üzerine
Sesli Makale:
İkinci Geliş
‘Döne döne büyüyen anaforda
Şahin duyamıyor şahincisini;
Her şey yıkılıyor, bel vermiş duvar;
Kargaşa sarmış yeryüzünü,
Yükseliyor kana bulanmış sular
Ve her yerde sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;
İyiler her türlü inançtan yoksun,
Oysa yoğun bir tutkuyla dopdolu kötüler.
Belli ki bir giz açıklanmak üzere;
Belli ki İkinci Geliş kapımızı çalıyor.
İkinci Geliş! Bu sözler çıkar çıkmaz ağzımdan,
Koca bir görüntü tırmalıyor gözümü
Evrensel Ruh içinden: bir çölün kumları üzerinde
Gövdesi aslan, başı insan bir yaratık,
Güneş gibi boş, amansız bir bakışla
Atıyor ağır ağır adımlarını, bir yandan
Sararken çevresini öfkeli çöl kuşlarının gölgeleri.
Karanlık bastırıyor yeniden: ama biliyorum ki artık,
Yirmi yüzyıl süren ölümsüz uyku
Sallanan bir beşikte karabasana dönmüş.
Şimdi hangi yırtıcı hayvan, saati geldi diye,
Aldırışsız yürüyor Beytüllahm’da doğmaya?’
William Butler Yeats
İnsanlığın şahit olduğu en utanç verici gelişmelerden biri hiç şüphesiz Yahudi Koloni Devleti İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarındaki soykırımdır. Bu soykırım iki temel farkla tarihteki benzerlerinden ayrışmaktadır; soykırımı uygulayan ve Yahudilik dinini referans alan grup, kendini insanlık ve tarih önünde ‘kurban’ olarak tanımlıyor, buna karşılık tarihte ve yakın zamanda Yahudi’ye soykırım yapmış dünyanın en büyük güçleri tarafından hesapsızca destekleniyor. Böylece tarihi ve insanlığı ilzam eden bu sözde ‘kurban’ kendini insani hiçbir kayıtla mukayyet olmadan cürüm işlemeye, soykırım yapmaya devam ediyor. Burada çarpıtılmış ve gerçekliği tartışmalı mitlerle, masallarla kurgulanmış bir tarih ve bu tarihe dayandırılan, oldukça obsesif bir dini/siyasi ideoloji ile karşı karşıyayız: Siyonizm.
Tarih, organize olmuş ideolojiler arası bir çekişme/savaş olarak okunabilir. Çünkü bireyin tarihte hükmü yoktur. Tarih neredeyse organizasyon halindeki siyasettir. Ancak tarih, içkin olduğu ‘geçmiş’ kavrayışından dolayı durağan/donuk bir algıya neden olsa da tersine tarih, canlı bir süreçtir. Birey baz alındığında geçip giden şey, kültür gibi devasa olguların içinde geçmişi şimdiye, geleceğe bağlayan, bu anlamda geçmişle olduğu kadar gelecekle de etkin bir ilişkisi olan bir olgular bütünüdür tarih. Dinler, diller, devletler, toplumlar hep bu geçmişten geleceğe uzanan canlı ve üretken zemin üzerinde varlık kazanır.
Geçen yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının yarattığı ağır yıkım sonrası, dünya düşünü ve etkisindeki merkez siyaset, bir anlamda iyimser bir pasifizm olarak okunabilecek liberalizm ve türevlerine ciddi bir alan açmıştı. Temelde insan ilerleyişinin kaçınılmazlığına ve insanın/aklın rasyonelliğine olan inanca dayalı bu pasifist düşün, geçen yüzyıldaki sınıflar arası çatışmalar, devrimler, faşizm, din devrimleri ve benzeri çoğu kanlı, büyük siyasi çalkantıların artık geride kaldığı savına, bu tür kanlı siyasi karşılaşmaların ilkelliğine vurgu yapıyordu. Çekici büyüsüne rağmen bu yaklaşım, tarihle miti birbirine karıştırmak gibi bir nakısa ile malul. Çünkü bu varsayımla, mesela Fransızların Cezayir’de kesik insan kafalarından yaptıkları sergiyi, Belçikalıların Kongo’da günlük kauçuk hasat hedefinin altında kalan köylülerin ellerine tutuşturdukları çocuklarının çaprazlama kesilmiş el ve ayaklarını, ya da daha steril olarak Ruanda’da milyona varan insanın, etnik nefretle ilkel biçimde palalarla doğrandığı ürkünç kareleri geçmişte kalmış mitik/sarsıcı/şiirsel sahneler olarak anlaşılması salık verilir. Bir daha elinde kanlı kılıcıyla insan kellelerinden kurulmuş bir tepede mağrur ve muzaffer bir komutan, ayakları dibinde çocukların boğazlandığı bir kral olmayacaktı. Artık ağıtlar ve ayinler değil, medeniyet ve ilerlemenin aydınlık şafağındaki özgür, mutlu müreffeh insan toplumu olacaktı.
Ama iki büyük dünya savaşının üzerinden henüz bir asır bile geçmeden yeni ve daha kanlı, daha büyük kıyımlara gebe bir karşılaşmanın eşiğine vardık. Sadece Yahudi Koloni Devleti İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımla, çocuk ve kadınların dokunulmazlığı, sivil altyapılara saldırmazlık, çevrenin korunması, uluslararası hukuk ve benzeri devasa birikim üzerine kurulu iyimser pasifizm, bütün müesses kurumları ile birlikte on ayda tuz buz oldu. Aylardır insanlık, hahamların coşkuyla okudukları “Şema Yisrael Adonay eloenu Adonay ehad” duaları ve ayinler eşliğinde, parçalanmış çocuk cesetlerinin üzerinde poz veren krallar ve askerlerin ablak suratlarıyla başlıyor güne. Şiirsel ve pitoresk bir orta çağ tablosu değil bu, capcanlı tarihle karşı karşıyayız. Bir farkla, artık toplumların sahip olduğu her imkân, savaşın hem hedefi hem de aracıdır. Geçmiş yüzyıllarda ordular belirli bir yerde karşılaşır ve savaş orada biterdi. Çoğu zaman devletlerin taşraları hatta şehirleri savaştan haberdar bile olmazdı. Oysa şimdi gelişkin askeri ve sivil teknolojilerle korunaklı bir tek metrekare bile yoktur. Artık yeni doğan bebek de 6 yaşındaki Hind de savaşın açıkça ve özellikle hedefidir.
Artık cesaretle gerçekçiliğe dönme vaktidir. Süreğen biçimde çaldırılan Chamberlain çanı artık barış gibi uzak ve gerçekdışı yaklaşımların yarattığı bezginliğin sesinden başka bir şey değil. Önümüzde hemen her kes için utançtan başka bir şeyle açıklanamayacak bir durum var; ideolojiler, dinler, devletler, toplumlar ve bireylerin hissettiği sadece utanç. Bu utancın kaynağı son bir yılda Yahudi Kolonisinin işlediği yüz kızartıcı/iğrenç suçlar değil sadece. Suriye’de mezhepçi azınlığın sağalması güç korkularını araçsallaştıran diktatörlüğün suçları, Yemen’de, Afganistan’da, orada burada her gün ayin ve dualar eşliğinde histerik kralların ayakları dibinde kafaları kör kılıçlarla kesilen çocukların, bebeklerin, suçlu ve korkak askerlere sunulan ve sonra doğranan kadınların, kızların ortalığa saçılmış kanlı, çürümüş ceset parçalarına artık sadece derin bir utançla bakılabilir. Gözlerimizi kaçıracak bir yer yok, yatak odalarına kadar sokulan çürümüş et kokuları ve kirli insan kanının yapışkanlığıyla bu utanç artık insan olmanın ayrılmaz parçası. Madamede Staël’in Fransız Devrimi’ne için söylediği gibi, “eğer bu aklı zorlayan vahşetlere ayrıntılı olarak tasvir edebilecek kadar yakın olsaydık, kendimizden utanmamız gerekirdi.” Ve evet artık her insan teki bu utançtan kaçamayacak kadar yakındır bu cürümlere. O halde gerçekle ve utançla yüzleşme vakti.
Bu utançtan kaçmak, görmezden gelmek, tarihten, coğrafyadan ve gerçekten, gittikçe adım adım insan olmaktan, tanrıdan ve değerden kaçmaktır. Mitlere, durağan masallara, insanın içini alık bir itminan ve şiirsel bir coşkuyla dolduran menkıbelere kaçmaktır. Tarih coğrafya ve kültürle iç içe bir gerçeklik, toprağa kök salmış bir insanlık durumu, tersine mitler geçmişte donmuş, topraktan ve coğrafyadan kopuk, biraz muallak hayaller. O nedenle yanlışlanamaz, entegrist ve kesin. O nedenle çocukları öldürmek gibi ağır bir suçtan onur çıkarmaya kalkışacak kadar akıl dışı.
Gerçekliği oldukça tartışmalı, toplama bir etnik galeriden yeknesak bir ulus yaratma girişimi olarak Siyonizm, tarihe değil mitlere, masallara yaslanmaktadır. Tarih boyunca toprakla bağ kuramamış kaçkınlardan, hiç kimseye komşu olamamış tekinsizlerden toplama bir koloninin sığınağı tarih değil sadece mitlerdir. Üzerinde kök salamayacakları topraklarda taşlamış bir cesede ruh üfleyerek var olmaya çalışmaktadır. Oysa tarih ve coğrafya bambaşka bir gerçekle akıyor bu donuk hayalin yanı başında. 400 milyonluk devasa bir ‘düşman’ tarafından kuşatılmış bu ‘kurbanlar’ için yaşam akan bir şey değil, donmuş Masada masallarından ibaret. Tarihte vatanı değil çıkını olan kalpazanlar ve tefeciler mitlerin içinde sarhoş olarak bir vatan sahibi olunabileceği zehabına kapılıyor. Oysa vatan toprağa kök salmış insanlık halidir, ayrıksı, yabanıl ve donuk mitlerin değil.