Kötülük Problemi Ve Teodiseler

Tanrının var olmadığını göstermeye çalışan ateistlerin ileri sürdüğü bir çok argüman arasında en güçlüsününün kötülük problemi olduğunu söyleyebiliriz. Problem, bir yandan felsefi derinliğe sahip olması diğer taraftan da sıradan insanların günlük hayatları esnasında bile rahatlıkla algılayabilecekleri yapıda olması itibari ile geniş bir etki alanına sahiptir. Teistlerin kötülük problemine karşı geliştirdikleri argümanlar ilahi adalet savunması yani teodise olarak tanımlanır. Kötülük problemi tarih boyunca pek çok filozof ve din adamı tarafından çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Burada en meşhur olan ve ilk olarak Epikuros (MÖ 270), daha sonra ise David Hume tarafından (1776) ifade edilen versiyonu ele alınacaktır.

Problemin yapısı kısaca şöyledir:

Tanrı kötülüğü önlemek istiyor fakat gücü mü yetmiyor?
O halde kudreti yetersizdir.
Yoksa gücü yettiği halde kötülüğü önlemek istemiyor mu?
O halde iyi niyetli değildir veya mutlak iyilik sahibi değildir.
Eğer hem kudretli hem de mutlak iyilik sahibi ise o zaman bu kadar kötülüğün varlığı nasıl izah edilebilir?

Burada açıkça görüldüğü üzere tesistik açıdan mutlak kudret, ilim, irade, merhamet ve adalet sahibi bir tanrı ile kötülüklerin varlığı arasındaki çelişki ortaya konulmaktadır. Literatürde söz konusu problem iki başlık altında ele alınmaktadır. Birincisi, insanın bencilliğinden kaynaklanan ahlaki kötülükler, ikincisi ise doğrudan tabiattan kaynaklanan deprem, sel, yangın gibi doğal kötülüklerdir.

Tarihi süreçte Teodise

Kötülük probleminin ilk izleri başta eski Yunan’da olmak üzere mitolojilerde görülmektedir. Tanrıların insanları kendi hizmetleri için kullanmak istemeleri ve sonraki süreçte insanları itaatsizlikleri yüzünden ortadan kaldırmaya çalışmaları, söz konusu problemin mitolojik kökenlerini oluşturmaktadır. Asli günah (original sin) meselesi, yani Nietzche tarafından belirtildiği haliyle “tanrı Adem’i neden affetmedi ve Isa’ yı neden çarmıhta ölüme terk etti?” sorusu problemin Hıristiyanlıktaki versiyonu olarak görülebilir. Batı dünyasında kötülük probleminin tartışmaya açılması 1755 yılında azizler yortusunun olduğu gün Lizbon‘da gerçekleşen ve büyük bir felakete yol açan deprem neticesinde olmuştur. Dua amacıyla kiliselerin dolu olduğu bir günde böyle bir felaketin meydana gelmesi ciddi inanç sorunlarına yol açmıştır. Dönemin Prusya Kralı Leibnitz’den soruna bir çözüm bulmasını istediği bilinmektedir. Leibnitz’in çözüm için Gazali’nin (leyse fi-l imkan ebdea mimma kane) “mümkün olan en iyi dünya” fikirlerinden hareket ettiği açıktır. Artur Schopenhauer bu dünyanın mümkün olabilecek en kötü dünya olduğunu ileri sürerek pesimist görüşü savunmuştur. Kant ise problemin aklı aşan bir içeriğe sahip olduğunu ve gerçeğin ne olduğunun bilinemeyeceğini söylemiştir.

İslam düşüncesinde ise söz konusu problem, kelamcılar tarafından kendi itikadi konumları ile çelişki oluşturmama hassasiyeti gözetilerek ele alınmıştır. Eşariler Allah’ın kudret sıfatını ön plana aldıkları için Allah’ın fail-i muhtar olarak dilediği gibi davranabileceğini ve bunun sorgulanamayacağını belirtmişlerdir. Ancak bu yaklaşım Allah’ın adil ismi ile çeliştiği için sorunlu görülmüştür. Diğer taraftan Mutezile, Allah’ı tenzih kaygısı ile kötülüğü yaratanın Allah olmadığı ve kişinin fiilinin halıkı olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Bu durumda da kötülüğü kimin yarattığı sorunu gündeme gelmiştir. Bir başka deyişle, iyilik ve kötülük tanrılarından mı (seneviye) söz edilecektir yoksa Zerdüşt inancındaki gibi ehrimen ve ahuramazda ayırımına mı gidilecektir? Tevhid temeli üzerine bina edilmiş bir inanç sistemi açısından bu tür ayırımların yapılması söz konusu olamayacağı için tartışmaların sonu gelmemiştir. Bilindiği üzere Eşariler iyi ve kötünün (hüsün-kubuh) ancak şeriat yoluyla tespit edilebileceğini söylerken Mutezile iyi ve kötünün eşyanın zâtında olduğunu dolayısıyla akıl yoluyla belirlenebileceğini ileri sürmüştür. Bu konuda en geniş ve etkili açıklama Gazali tarafından yapılmıştır. Bu açıklama yeri geldiğinde ele alınacaktır.

Tanrının varlığı ve kötülük sorunu

Ateistler tanrının varlığı ile kötülüğün bir arada bulunamayacağını ileri sürerek bu durumu Tanrı’nın yokluğuna bir delil yapmaya çalışmaktadır. Ancak burada bir kategori hatası yapılmaktadır. Belirtilen sonuca varılabilmesi için kötülük ya da tanrı kavramlarından birinin diğerini dışlıyor olması gerekir. Halbuki tanrının varlığı ile kötülüğün bir arada var olması birbirini dışlayan durumlar değildir ve izah edilebilir bir içeriğe sahiptir. Şöyle bir örnek üzerinden hareket ederek bir açıklama sağlayabiliriz. İçinde Yangın, deprem vs gibi bir çok kötülüğün yer aldığı ve mağdurların söz konusu olduğu bir roman ya da filmi hayal edelim. Olaylara ve mağdurların durumuna bakarak filmin senaristinin kötü veya aciz birisi olduğu söylenemez. Hatta senaristin iyi ve güçlü bir kişi olamayacağı, bu durumun filmin içeriği ile çelişki oluşturduğu dolayısıyla senaristin aslında var olmadığı ileri sürülebilir mi? Senaristin film üzerinden bir takım gerçeklere işaret ettiği ve bazı mesajlar iletmek istediği düşünülemez mi?

Görüleceği üzere kötülüğün varlığı, tanrının var olmasını dışlayan ve yokluğunu garantileyen bir içeriye sahip değildir. Bir başka deyişle kötülüğün ve tanrının bir arada bulunmasının makul izahları yapılabilir.

Ateizm açısından kötülük sorunu

Teistlerin kötülük problemine karşı bir takım cevaplar üretmesi ve savunma yapması gerektiği açıktır. Diğer taraftan, ateistlerin de iyi ve kötü kavramlarını temellendirmesi ve makul bir tanımlama yapması zorunludur. Ateistlerin yapacağı açıklamalar tamamen tabiata dayalı olmalı ve doğayı aşan bir içerik taşımaması gerekir. Tabiatta, iyilik veya kötülük atfedebileceğimiz insandan bağımsız objektif değerler mevcut değildir. İyi ve kötü kavramları ancak insan gibi bilinçli bir varlığın mevcudiyetiyle ortaya çıktığı için izafi bir nitelik taşıması gerekir. Bazı ateistler iyi ve kötü kavramlarının herhangi bir izaha gerek olmayacak kadar açık olduğunu ileri sürmektedir. Ancak bu yaklaşım hiç de doğru görünmemektedir, çünkü her insan belirli bir toplumun ve dolayısıyla evrensel diyebileceğimiz bazı değerlerin içine doğmaktadır. Böyle bakıldığı zaman, hazır bulunan iyi ve kötü kavramlarının yeteri kadar açık olduğu izlenimi doğmaktadır. Ancak ateizm açısından bakılırsa bu kavramlar evrimsel sürecin sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Evrimsel süreç farklı bir şekilde gerçekleşseydi ve bilincimiz şimdikinden farklı biçimde gelişseydi iyi ve kötü kavramları da başka içeriklere sahip olacaktı. Örneğin, bir aslan açısından ceylanı avlamak kötü bir şey değilidir, çünkü aslanın dünyasında insanın sahip olduğu değerler ve bakış açısı mevcut değildir. Bu durumda insan açısından da iyi ve kötü kavramları tamamen evrimsel sürecin bize dayattığı bir tür algıdan ibaret olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan, tanrının var olmadığını ileri sürmenin yeryüzündeki kötülüklerin giderilmesi veya olup bitenlere anlam kazandırması bağlamında hiçbir fayda sağlamayacağı açıktır. Eğer tüm fenomenlerin arkasında hikmeti sahibi bir tanrı yoksa, ateistin “kötülüklerin kaynağı doğa mıdır?” sorusuna “evet” cevabını vermesi gerekir. Doğanın bir bilinci olmadığına göre, ortaya çıkan kötülüklerin anlam bakımından hiçbir değeri ve amacı yoktur. Kısacası, tanrıyı reddetmenin ateistlere kötülük problemini aşma konusunda bir katkı sağlamayacağı ortadadır.

Kötülük probleminin çözümüne yönelik argümanlar (teodiseler)

Kötülük problemine cevap teşkil edecek argümanlar ortaya konulmadan önce iki konuda ön açıklama yapılması gerekiyor.

Birincisi: problemin çözümüne yönelik her argümana karşı bir şekilde itiraz edilmesi mümkündür. Böyle bakıldığı zaman her çözüm denemesinin açıklayamadığı veya itiraza konu olan yönleri olması itibarıyla geçersiz sayılması gerektiği düşünülebilir. Böyle bakıldığında tüm çözümlerin tükendiği ve soruna bir çözüm bulunamadığı gibi bir yanlış sonuca ulaşılabilir. Bu noktada şöyle düşünmek gerekir; her çözüm denemesi problemin belirli bir kısmını aydınlatırken bazı yönleriyle de eksik kalmaktadır. Sadece eksik kalan kısımlara işaret etmek çözüm sağlayan parçaları göz ardı etmek anlamına gelir. Yalnızca bir argüman kullanarak sorunun tümünü kapsayan bir çözüm üretmek gibi bir beklenti içine girilmemelidir. Bir başka deyişle, her argümanın çözüme yönelik kısımları dikkate alınarak bunların birleşiminin oluşturduğu kümeye bakmak gerekir. Bu durum çok ince iplerden yapılmış bir halata benzetilebilir. Şöyle ki; halatı oluşturan ince ipler tek başına iken ancak belirli bir ağırlığı taşıyabilir ve daha ağır bir yük durumunda kolayca kopabilir. Ancak bu ipler birbirine sarılarak bir halata dönüştürüldüğünde çok büyük ağırlıkları kaldırabilir ve ince iplerin toplamından çok daha güçlü bir yapı oluşturabilir.

İkincisi; ateistlerin kötülülük problemi ile ilgili en temel argümanı, Tanrı’nın ve kötülüğün bir arada var olmasının birbirini dışlayan durumlar olma iddiasıdır. Bir başka deyişle, ateistik düşünceye göre tanrının var olduğunu ileri süren teistik inanç ile kötülüğün varlığı bir çelişki oluşturmaktadır. Dolayısıyla testin yapması gereken şey, kendi inancıyla yani tanrının varlığıyla kötülüğün varlığının bir arada bulunmasının herhangi bir çelişki olmadığını göstermektir. Madem ki teist iç tutarlılığını ortaya koymak zorundadır o halde kendi inanç değerlerinden hareket etme hakkı vardır.

Şüpheci teizm (sceptical teizm)

Şüpheci teistik argüman olarak bilinen bu teodisenin temelinde tanrının fiillerinin mutlaka bir hikmeti olduğu fakat insanların Tanrı’nın niyetinin ve amacının ne olduğunu kesin olarak bilemeyeceği düşüncesi yatmaktadır. İnsan bilgisi, kendi varoluş imkanlarıyla sınırlı olduğundan sonsuz bilgi ve hikmet sahibi olan tanrının fiillerinin arkasında ne yattığını idrak edemez ve kuşatamaz. İnsan bilgisi ile Tanrı’nın bilgisi arasında derece değil, mahiyet farkı vardır ve bu farkın kapanması beklenemez. Bu argüman, insanlar açısından zahiren kötü görünen ve acı veren olayların arkasında başka gerçeklerin olduğu ve tanrının insanlar tarafından bilinemeyecek bir takım hikmetlerin bulunduğunu ileri sürmektedir. Söz konusu kötülüklerin nedensiz olmadığı ve Tanrı’nın insanlar için pozitif sonuçlar hazırladığı göz önüne alınırsa kötülük problemi temelden çözülmüş sayılabilir. Bu bağlamda, hem kötülük problemini hem de çözümünü ortaya koyan Bakara 30-31 ayetlerinin incelenmesi uygun olacaktır:

“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti. Melekler, orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni tespih ve takdim ediyoruz cevabını vermişlerdi. Rabbin ise ben sizin bilmediklerinizi bilirim diyerek onları uyarmıştı.”

Ayette açıkça görüldüğü üzere, melekler kötülük problemine dikkat çekmekte iken Allah ben sizin bilmediklerinizi bilirim diyerek mukabele etmiştir. Bir sonraki ayette meleklerin “senin bize öğrettiğinde başka bir bilgimiz yoktur, sen her şeyi bilensin.” biçimindeki sözleri ile mesele çözüme kavuşturulmuştur.

Söz konusu argümanın açıklayıcı gücünü göstermek açısından aşağıdaki analojilerin incelenmesi faydalı olacaktır:

  • *  Bir doktorun hastasını tedavi ederken acı ilaçlar vermesinde ya da ameliyat işlemine başvurmasında asıl amaç hastasına acı çektirmek değil onu hastalığından kurtarmaktır. Burada doktorun kötülüğünden ya da hastanın mağduriyetinden ziyade hastalığın yapısından kaynaklanan bir durumun söz konusu olduğuna dikkat etmek gerekir. Dolayısıyla hastanın doktordan veya tedavi yönteminden şikayetçi olması uygun ve olgun bir davranış değildir. Gerçekçi ve makul bir değerlendirme yapabilen bir hastanın durumun bilincinde olması ve ortada herhangi bir kötülüğün olmadığını kavraması beklenir.
  • *  Bir baba, hasta olan çocuğuna zararlı olacağını bildiği için çikolata almak istemediğinde çocuğu, kendi hastalığının ve zararın idrakine varamadığından ağlayıp üzülebilir, hatta babasının böylesine küçük bir isteğini yerine getirmemesini bir tür kötülük olarak algılayabilir. Benzer şekilde, hastalıklardan korunmak için aşıya götürülen bir çocuk babasının kendisine acı çektirdiğini düşünebilir. Çok açıktır ki, sözü edilen durumlarda babanın çocuğunu üzmek veya kötülük yapmak gibi bir niyeti yoktur. Çocuk ancak büyüyüp olgunlaştığında babasının gerçek maksadını ve aslında kendisine iyilik yapıldığını anlayacaktır. Dolayısıyla sorun, kötülükle değil, hamlıktan kurtulabilme ve olgunlaşarak görünenin arkasında yatan gerçekliğe ulaşma ile ilgilidir.
  • *  Bir müzede elindeki büyüteçle Picasso’nun büyük bir tablosunu inceleyen bir kişi, tablonun siyah renkli bir kısmına bakarak “resmin oldukça karanlık ve anlamsız bazı çizgilerden oluştuğunu” ileri sürebilir. Aslında tablodaki siyah bölgeler (kötülükler), tablonun bütünlüğü ve verilmek istenen mesaj bağlamında tam yerinde ve olması gerektiği gibidir. Resmi inceleyen kişi, tablonun tümüne birden bakamadığı için resmin bütünlüğünü ve tablonun harikalığını idrak edememe problemi yaşamaktadır. Dolayısıyla sorun tabloda değil, kişinin algısının sınırlı olması ve resim sanatı konusundaki yetersizliği ile bağlantılıdır.

* Kehf suresinde, Bilge kul ve Hz. Musa kıssası bağlamında verilmek istenen mesaj da bu şekilde değerlendirilebilir. Geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi ve duvarın tamir edilmesi olayları Hz. Musa tarafından yanlış ve kötülük olarak değerlendirilmiştir, ancak gerekli açıklamalar yapıldığında Hazreti Musa’nın yönelttiği itirazların arkasında bir takım hikmetlerin ve haklı gerekçelerin olduğu anlaşılmaktadır.

Netice itibari ile insan, algısının sınırlı olması ve resmin bütününü kavrayamaması yüzünden sonucu hayırlı ve güzel olan bir durumu kötülük olarak algılayabilir. Ancak bu durum, tanrının kudreti ve iyiliği arasında bir çelişki olduğunu değil, insan algısının ve bilgisinin sınırlı olduğunu gösterir.

Dünya-Ahiret hayatı ve imtihan bütünlüğü

Teist açısından ölümden sonra bir hayatın var olması ve dünya hayatının imtihandan ibaret oluşu kötülük problemine makul bir çözüm imkanı sağlar. Allah’ın yarattığı her şey ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak hayırlı ve güzeldir. Allah, her zaman kullarının hayrına olanı irade eder ve hiçbir şekilde insanlara çelme takıp düşürmeyi veya cezalandırmak için bahaneler oluşturmayı istemez. Bir başka deyişle, gerçekleşen fenomenler açıkça veya sonuçları itibari ile insanın lehinedir. İnsanın dünya hayatında bir imtihan sürecinden geçtiğini ve ölümden sonra bir hayatın olduğunu bilmesi, çekilen birtakım sıkıntıların ve zahiren kötülük olarak görülen sorunların ahiret hayatında telafi edileceğinin farkında olması kötülüğün varlığını anlamlı hale getirir. Örneğin, parası çalınan ve dolayısıyla ciddi bir takım zorluklarla karşılaşan bir kişi ahiret hayatında bu sıkıntıların fazlasıyla telafi edileceğini ve kötülüklerin karşılıksız kalmayacağını bildiği zaman sorunlar makuliyet seviyesine çekilmiş olur. Savaşta şehit olanlar, küçük yaşta hayatını kaybedenler, hastalık vs ile zorluk çekenler öylesine büyük bir mükafatla karşılaşacaklar ki dünyadaki mağduriyetlerin aslında gizli bir nimet olduğu ortaya çıkacaktır. Bu ifadelerden başkalarının acısını küçümseme veya acı dolu bir hayatı tercih etme gibi biri sonuç çıkarılmaması gerekir. Çünkü pek çok hadiste “Allah’tan daima sıhhat, afiyet, kolaylık istenilmesi gerektiği ve hastalık ya da savaş durumlarından muhafaza için dua edilmesi gerektiği” belirtilmiştir.

Kişinin maddi veya manevi bir takım sıkıntılarla karşılaşması tanrının o kişiyi sevmediği veya ona kötülük yapmak istediği anlamına gelmez. Özellikle peygamberlerin çok şiddetli imtihanlara maruz kalmasına dikkat edilirse bu düşüncenin yanlışlığı hemen anlaşılabilir. Hayat, iki devreli bir maç gibi düşünülmelidir, sadece ilk yarının neticesine bakarak acele karar verilmemelidir. Kısacası, ateist açısından telafisi mümkün görülmeyen kötülükler teist için ahiretin varlığı ve imtihan süreci bağlamında anlamlı hale gelmektedir.

İyi ile kötünün doğası ve bütünlüğü

İyi ve kötü kavramlarına biraz yakından bakıldığında aralarında hem bir karşıtlık hem de bir tür zorunluluk ilişkisi olduğu görülebilir. Kişisel veya toplumsal ölçekte bir olay, taraflardan biri için iyi görünürken diğeri için kötü olarak algılanabilir. Örneğin, bir çömlek ustası yaptığı çömleklerin kuruması için havanın güneşli olmasını isterken aynı anda bir çiftçi ürünlerinin yeşermesi için havanın yağışlı olmasını dileyecektir. Ateş, ısınma ya da pişirme açısından faydalı iken yangına yol açması açısından kötü olarak değerlendirilebilir. Bu durumda yangına sebep olduğu için ateşin var olmamasını ya da sellere yol açtığı için yağmurun yağmamasını istemek anlamlı olmayacaktır. Görüldüğü üzere, bir nimetin varlığı iyiliği ortaya çıkarırken onun yanlış kullanımı kötülüğe yol açabilmekte ve pratikte iyi ile kötünün bir aradalığı kaçınılmaz olmaktadır.

İyiliğin açığa çıkabilmesi ve anlaşılabilmesi için zıttı olan kötülüğün de var olması gerekir. Balıklar kuruluğun ne olduğunu bilmedikleri için suyun içinde olmalarına rağmen ıslaklığı idrak edemezler. Aynen bunun gibi karanlık olmadan aydınlığın veya çirkinlik olmadan güzelliğin kavranılması mümkün değildir. Simsiyah bir karton üzerine siyah bir kalemle çizilecek bir resim fark edilemez, resmin net olarak algılanabilmesi için beyaz renkli bir kalem kullanılması gerekir. Bu şekilde düşünüldüğünde Allah’ın isim ve sıfatlarının anlaşılabilmesi ve tezahür edebilmesi için sözü edilen türde zıtlıkların bir arada bulunması gerekir. Mesela Rezzak ismi için açlığın, Şafii ismi için hastalığın, Adil ismi için haksızlıkların veya affedici ismi için hataların olması gerekir. İşte bu yüzden Allah, Hz. Âdem’in günah işlemesine müsaade etmiş yani kötülüğün ortaya çıkmasına izin vermiştir.

Mümkün olan en iyi dünya teodisesi

Gazali tarafından ileri sürülen ve orijinal bir nitelik taşıyan “mümkün olan en iyi dünya” teodisesi batı dünyasında ünlü filozof Leibnitz üzerinden gündeme gelmiştir. Gazali’ye göre, içinde bulunduğumuz dünya amaçları açısından mümkün olan en iyi seçenektir ve böyle olduğu için Allah dünyayı bu şekilde yaratmıştır. Başka bir deyişle, daha iyi bir seçenek varken Allah daha düşük bir versiyonu yaratmış değildir.

Bu noktada akla gelecek ilk itiraz “içinde bulunduğumuz dünyanın mümkün olan en iyi dünya olamaz. Pratikte savaş, hastalık, yangın sel vs. gibi pek çok sıkıntıya şahit oluyoruz ve bunların ortadan kaldırılmasıyla daha iyi bir dünya mümkündür.” biçiminde olacaktır. Bu itirazda mükemmelliğin ancak bir amaca yönelik olması halinde anlam kazanacağının gözden kaçırılması şeklinde bir sorun vardır. Örneğin, resmi bir davete katılacak olan bir kişinin takım elbise giymesi amaca uygun ve yerindedir ancak aynı kişi dağa tırmananacak olsa takım elbise giymek yanlış bir seçim olacaktır. Benzer şekilde, sessizlik gerektiren bir okuma salonunda yüksek sesle müzik yayını yapılması veya yemek dağıtılması orayı daha mükemmel bir hale getirmez. Mükemmelliğin sağlanması adına gerçekleşmesi istenen beklentilerin amaçlar göz önüne alınarak belirlenmesi gerekir, dolayısıyla mükemmellik her şeyin bir arada bulunmasını sağlamak anlamına gelmez ve istenen amacın gerçekleşmesine yönelik olmalıdır.

Gazali’nin ileri sürdüğü “mümkün olan en iyi dünya” argümanı aslında dünyanın bir imtihan alanı olarak en iyi şartların ve imkanların sağlandığı anlayışını içermektedir. Bir başka deyişle Allah, hür iradeye müdahale etmeksizin herkese gerçekte ne olduklarını gösterecek mükemmel bir imtihan salonu hazırlamıştır. İmtihan salonu bir eğlence mekanı değildir ve katılımcılara kendilerini zorlu bir sürecin beklediği bildirilmiştir. Nitekim Bakara 156. ayette “insanların korku, açlık ve maddi imkanlar üzerinden” sınanacakları belirtilmiştir. O halde sınavda olduğunun bilincine varan kişiler “neden imtihan salonunda eğlence yok? neden terliyoruz? Bu salon mükemmel değil, daha iyisi olabilirdi!” türünden itirazlarda bulunmazlar.

Görüleceği üzere Allah insanlara yeryüzünde bir cennet vaadinde bulunmamıştır. Hiçbir acı ve sıkıntının olmadığı insanların sonsuz bir mutluluk içerisinde yaşayabileceği bir mekan elbette söz konusudur ve orası cennet hayatıdır. İnsanların dünya hayatında cennet beklentisi içine girmesi ve bunların gerçekleşmemesi bir tür kötülük problemi algısına dönüşmektedir.

Diğer taraftan, bu bağlamdaki mükemmellik beklentisi kendi içinde bir tür çelişki taşıması açısından sorunludur. İçinde bulunduğumuz dünyanın daha iyi olması ile kastedilenin ne olduğu düşünüldüğünde sonu gelmez bir beklentiler zincirinin oluşacağı kolaylıkla görülebilir. Örneğin, insanın görme yeteneği belirli bir aralığı içermektedir, yani belirli bir mesafeden daha uzaktakileri duyusal sınırlar sebebiyle göremeyiz. Görme yeteneğimizin daha iyi olması için bu mesafenin ne kadar olması gerektiği üzerinde düşünülürse bu sınırın yıldızlara ve diğer galaksilerin ötesine uzanacağı hemen fark edilebilir. Görmeyle ilgili mükemmellik sorunu bu şekilde sona ermeyecek ve çok küçük cisimleri görmeyi istemek ya da önünde engel bulunan cisimleri görmek arzusu olacaktır. Bu şekilde devam edilirse görme bağlamındaki mükemmellik tanrısal bir mahiyete ulaşacak, yani her şeyi her yerden görme noktasına gelecektir. Bu örnek başka alanlara da taşınırsa aslında insan, tanrının özelliklerine sahip olana kadar her durumu mükemmellikten uzak olduğunu ileri sürerek daima şikayetçi olacaktır. Mükemmellik talebi bitkiler, hayvanlar ve hatta cansız varlıklar için de gündeme getirilirse içinden çıkılmaz bir karmaşa oluşacak, varlık hiyerarşisi tamamen bozulacaktır. Tüm mahlukat tanrının özelliklerine sahip olana kadar (ölümsüzlük, sınırsız güç vs) talepler devam edecektir.

Özgür irade teodisesi

Hür bir varlık olarak yaratılan insan yaptığı tercihleri ile iyi veya kötü fiiller ortaya koyma potansiyeline sahiptir. İnsanların kendi tercihlerinden kaynaklanan kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için hürriyetlerinin ve tercih yapabilme yeteneklerinin elinden alınması gerekir. Dolayısıyla kötülüğün ortadan kaldırılmasının maliyeti, insanın hürriyetini kaybetmesidir. İnsanın elinden hürriyeti alındığı zaman robottan farkı kalmaz ve insan vasfını kaybeder. O halde hürriyetin varlığı, kötülüklerin ortaya çıkmasını zorunlu kılmaktadır denilebilir.

Bu noktada “ insanlar hiç kötülük yapmayacak biçimde, yani kendi iradeleriyle hep iyiliği tercih edecek biçimde yaratılamaz mıydı?” sorusu gündeme gelebilir. Bilindiği gibi Allah; cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi çeşitli kategorilerde varlıklar yaratmıştır. Soruda ifade edilen varlık kategorisi zaten melekler olarak mevcuttur. İnsan ise, iyi veya kötüyü kendi iradesiyle tercih edebilecek farklı bir varlıkı kategorisinde yer alması itibarıyla farklılaşmaktadır. Kısacası, hürriyetin bedeli olarak bir takım kötülüklerin varolması kaçınılmazdır.

Soul making teodisesi

Soul making (ruh yapma) argümanı batı dünyasında Irenaus ve J.Hick, İslam aleminde ise daha ziyade tasavvuf ekolü tarafından ortaya konulmuştur. Bu argüman, insanın kendini geliştirmesi, ilerleyebilmesi ve tamamlayabilmesi için mutlaka bir takım zorluklarla mücadele etmesi gerektiği düşüncesine dayanır. Bu mücadeleyi vermemek, kişinin yapısında var olan kapasitesinin ortaya çıkmaması ve hatta karakterinin zayıflaması anlamına gelir. Hayatta çeşitli zorluklarla karşılaşmış insanların, herhangi bir sıkıntı yaşamamış kişilere nazaran çok daha başarılı ve dirayetli oldukları açıktır. Dolayısıyla, bir takım zorlukların ve sıkıntıların varlığı aslında insanın hamlığının giderilmesi ve gelişimini tamamlaması gibi bir amaca yöneliktir.

Doğal kötülüklere yönelik teodise

Doğal kötülük sorunu ile kastedilen şey, köken itibari ile insandan değil sel, yangın, deprem gibi tabiat olaylarından kaynaklanan felaketlerdir. Burada problemi ikiye ayırarak incelemek gerekiyor. Birincisi, tanım itibari ile doğal kötülük kavramı her ne kadar insandan kaynaklanmıyor olsa da yakından bakıldığında bazı tabiat olaylarının verdiği zararların arkasında yine insan elinin bulunduğu görülebilir. Örneğin, ihmal dolayısıyla söz konusu olan büyük yangınlar, dere kenarına yapılan evlerin sel suları altında kalması ya da binaların teknik açıdan yetersizliği ve uygun olmayan yerlere yapılmış olmasından kaynaklanan felaketler ve kötülükler aslında doğal kötülük kapsamında sayılamaz. Dolayısıyla burada doğal kötülükten ziyade insanın kötülüğünden söz etmek gerekir.

Diğer taraftan, hiçbir şekilde insan ihmalinin ve mesuliyetinin söz konusu olmadığı bir takım doğal kötülüklerin ve zararların varlığı inkar edilemez. Bu tür felaketler isminden de belli olduğu üzere, tabiatta cari olan kanunların işlemesi ile ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu kötülüklerin tamamen ortadan kalkmasını istemek aslında bu tür durumlarda tabiat kanunlarının bir süreliğine geçersiz olmasını talep etmek anlamına gelir. Bir başka deyişle ateşin yakmaması, sel sularının akmaması, bıçağın kesmemesi gerekir. Bu durumda, Allah’ın varlığına en büyük delil olan tabiattaki düzenin bozulması gibi bir problem ortaya çıkacaktır. Kısacası, doğal kötülüklerin Allah tarafından bir şekilde sürekli olarak müdahale yoluyla önlenmesi aslında tabiat kanunlarının devamlı surette iptaline yol açar. Bu ise, tabiattaki düzenin yok olmasına ve bilimsel bilginin ortadan kalkmasına sebep olur.

Netice

Kötülük problemine ilişkin yukarıda belirtilen çözümlere bir yeni sorular ve itirazlar ileri sürülebilir, ancak her itiraza karşı yeni bir çözüm argümanının da söz konusu olacağı unutulmamalıdır. Ateistler tarafından ileri sürülen itirazlara bir örnek vererek sorun açıklığa kavuşturulabilir. Ateistler, “bir miktar kötülüğün var olmasını kabul edilse bile, pratikte var olması gerekenden çok daha fazla kötülük görülmektedir. Kötülük miktarında gereksiz bir fazlalık söz konusudur” biçiminde bir itirazda bulunmaktadır. Dikkat edilirse, burada sorun artık kötülüğün varlığından ziyade kötülük miktarının gerekenden fazla olmasına yönelmiştir. Bu durumda “ kötülük miktarının kimin tarafından belirleneceği ve gereksiz kötülüğün hangi noktadan itibaren başladığı” sorusu önümüze çıkacaktır. Örneğin, okula gitmek istemeyen bir öğrenci için ders çalışmak ve sınavlara girmek gereksiz ve acı verici bir süreçtir. Hiç zorlanmadan herkese diploma verilse her şey sorunsuz halledilmiş olacaktır. Bu öğrenci bilginin önemini ve neden ders çalışması gerektiğini idrak edemediği için bütün bu çabaları gereksiz kötülük olarak algılamaktadır. Örnekten de anlaşılacağı üzere, hangi şeylerin gereksiz kötülük olacağı sorusuna herkes kendi algısı itibari ile farklı cevaplar verecek ve kötülük sorunu yine çözülememiş olarak kalacaktır.

Ateistler, tanrının varlığı ve mutlak iyiliği ile kötülüğün ortaya çıkmasının teistik inancın iç yapısında bir çelişkiye yol açtığını ileri sürmektedir. Teistin, herhangi bir çelişki olmadığını gösterebilmesi için kendi inanç değerlerini temel alarak argümanlar ortaya koyması gerekir. O halde, teistin tanrının varlığını, iyiliğini ve mutlak güç sahibi olduğunu bir aksiyon olarak kullanma hakkı vardır ve ateistin bunu kabul ederek itirazlarını yöneltmesi gerekir. Ancak pratikte tartışmalar yürütülürken ateistler bu çerçevenin dışına çıktığını ve teistleri zor bir pozisyona çektikleri görülmektedir.

Son olarak şu söylenebilir; Allah inancına sahip kişiler açısından dünya hayatı sürecinde çekilen sıkıntıların hiçbiri boşa gitmeyecektir ve anlamsız değildir. Allah bütün bu süreçleri bilmekte ve hikmetle takdir etmektedir. Dolayısıyla teist hayatın zorluklarına karşı daha dirençli ve ümitlidir.