Körfez Fonları İçin Yeni İstikamet Türk Savunma Sanayii Olabilir mi?

İsrail’in Doha’ya yönelik saldırısı, Körfez güvenlik mimarisi açısından kritik bir dönüm noktası oluşturdu. Batılı güvenlik garantileri altında uzun süredir görece güvenli kabul edilen Körfez ülkeleri açısından bu gelişme, güvenlik anlayışının yeniden değerlendirilmesi ve bölgesel güvenlik mimarisinin yeniden kurgulanması ihtiyacını öncelikli bir gündem haline getirdi. Batı’nın fiili güvenlik garantilerinin işlevsiz kaldığı, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin ise bölgesel güvenlik mimarisinde aktif rol almaktan çekindikleri bir bağlamda Türkiye, Körfez için önemli bir güvenlik sağlayıcı aktör olarak konumlanabilir mi? sorusu giderek daha rasyonel bir tartışma alanı haline gelmeye başladı.

Batılı silah ve savunma şirketlerinin en büyük müşterisi olan Körfez ülkeleri, uzun yıllardır küresel silah pazarının en büyük alıcıları konumuna geldi. Her ne kadar Körfez ülkeleri silah sistemlerini genel olarak Batılı şirketlerden temin etseler de bazı dönemlerde bölgesel tehditlerin dengelenmesi amacıyla bölgesel aktörlerin savunma ve askeri-endüstriyel kapasitesine destek sağladıkları da bilinen bir gerçek. Bu çalışmanın temel amacı, İsrail karşısında artan güvensizlik hissiyle hareket eden Körfez ülkelerinin, İsrail ile rekabeti “sıfır toplamlı bir oyun” niteliği kazanan Türkiye’nin askeri-endüstriyel kapasitesine yatırım yapma potansiyellerini ve bunun yaratabileceği stratejik imkânları incelemektir. Türkiye, bölgedeki en güçlü askeri-endüstriyel kapasiteye sahip ülke olarak, küresel silah pazarındaki yükselen profilini her geçen gün güçlendirmektedir. Bu bağlamda, İsrail’i dengelemek isteyen Körfez ülkelerinin savunma sanayi yatırımları için yönelmesi muhtemel en önemli merkez Türkiye olabilir. Böyle bir senaryoda, Türk ordusunun artan gücü ve savunma sanayiinin büyüyen kapasitesi, bölgenin güvenlik mimarisinde köklü bir dönüşüme öncülük etme potansiyeline sahiptir.

Körfez Güvenlik Mimarisinde Stratejik Yatırımlar: Irak ve Pakistan Deneyimleri

Körfez ülkeleri her ne kadar ilk kez İsrail’in doğrudan saldırganlığına maruz kalmış olsalar da, geçmişte farklı bölgesel rakip ve düşmanlardan çeşitli tehditlerle karşı karşıya kalmışlardır. Bu tehditler karşısında genellikle Batılı silah ve savunma şirketlerine yönelen büyük ölçekli yatırımlar öne çıksa da, zaman zaman rakiplerini dengelemek amacıyla dost ve müttefik ülkelerin askeri-endüstriyel kapasitelerini geliştirmeye dönük stratejik yatırımlarda bulundukları da görülmektedir. Son dönemde Irak ve Pakistan örnekleri bu yaklaşımın dikkat çekici ve önemli yansımaları olarak değerlendirilebilir.

1970’li yıllarda İran, dünyanın en güçlü ilk beş ordusundan birine sahip olacak düzeye ulaşmıştı. İran’ın kapsamlı biçimde silahlandırılmasında, Nixon yönetiminin “Çifte Sütun” politikasının özel bir rolü bulunmaktaydı. ABD, Sovyet yayılmacılığının önünü kesmek amacıyla İran’ı bölgedeki en güçlü bariyer olarak konumlandırmış, bu çerçevede en modern silah teknolojilerini Tahran’a sağlamaktan çekinmemiştir. İran İslam Devrimi sonrasında, Humeyni’nin Şah döneminde temin edilen modern ABD silah sistemlerini devralmış olması ve İran halkından devrime yönelik kitlesel destek Humeyni yönetimindeki İran’ı askeri bakımdan bölgenin süper gücü konumuna taşımıştı.

Devrimin ardından İran’ın namlularını Körfez’e çevirmesi, özellikle Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkelerinde ciddi bir alarm etkisi yarattı. Askerî-endüstriyel kapasite bakımından İran’la doğrudan rekabet etme imkânı olmayan Suudi Arabistan, bu dönemde stratejik bir tercih yaparak İran’ı çevreleme politikasına yöneldi. Bu çerçevede Riyad, İran’ı doğudan ve batıdan kuşatan ve İran ile rekabet halinde olan iki ülkenin, Irak ve Pakistan’ın askeri-endüstriyel kapasitelerine önemli yatırımlar gerçekleştirerek Tahran’a karşı bir denge unsuru inşa etmeye çalıştığı görüldü.

1980’li yıllarda Saddam Hüseyin yönetiminin gizlice nükleer silah edinme stratejisi, Suudi Arabistan’ın yakın ilgisini çekmişti. Riyad, Irak’ın nükleer kapasiteye ulaşması halinde ortaya çıkacak güvenlik şemsiyesinin en büyük ortaklarından biri olmayı hedefledi ve bu doğrultuda Bağdat’ın nükleer faaliyetlerini destekledi. Bu dönemde Suudiler, Irak’a kayda değer ekonomik yardım sağlayarak söz konusu nükleer programların başlıca finansörlerinden biri haline geldiler.

Aynı dönemde Pakistan, Hindistan ile sürdürdüğü jeopolitik rekabette Suudi Arabistan’ın desteğini talep ediyordu. Hindistan’ı askeri açıdan dengeleyebilmek amacıyla nükleer silah edinme politikasına yönelen Pakistan’ın bu stratejisi, Riyad tarafından önemli ölçüde desteklendi. Nükleer faaliyetleri nedeniyle Batılı ülkelerin ekonomik ve diplomatik yaptırımlarına maruz kalan İslamabad, söz konusu baskıları büyük ölçüde Suudi Arabistan’ın sağladığı mali kaynaklar ve diplomatik destek sayesinde aşabildi.

Günümüzde ne Irak ne de Pakistan, Körfez güvenlik mimarisinde kendilerinden beklenen rolü üstlenebilecek kapasiteye sahiptir. Irak, ABD işgali sonrasında sürüklendiği iç savaş, bölünme riski ve kronik iç istikrarsızlık nedeniyle içine kapandı ve bölgesel meselelere ilgisini büyük ölçüde yitirdi. Dahası, ülke uzun süredir ciddi ölçüde İran’ın nüfuzu altında. Pakistan ise Hindistan ile yaşadığı jeopolitik rekabete odaklanmış durumda. Temel ulusal önceliği, Hindistan karşısında aleyhine olan güç asimetrisini dengelemek olan Pakistan’ın bölgesel çatışmalara ilgisi son derece zayıf durumda. Çünkü, uzun süredir yaşadığı ağır ekonomik krizler ve Hindistan’ın küresel güçlerle geliştirdiği derin ilişkiler, Pakistan’ı bu rekabette oldukça zor bir konuma itiyor. Dolayısıyla Pakistan’ın Hindistan dışında başka alanlara yönelmesi, zaten kırılgan olan stratejik dengesini daha da zayıflatacaktır.

İsrail’i Dengelemede Türkiye Seçeneği

Askeri endüstriyel kapasite bakımından istikbal vadeden her iki aktörün de (Irak ve Pakistan) bölgesel güvenlik denkleminde devre dışı kaldığı mevcut atmosferde Türkiye, Körfez ülkeleri açısından öne çıkan yegâne seçenek olarak beliriyor. Bu durumun arkasında iki temel gerekçe bulunuyor;

Birincisi, Ankara’nın İsrail’i “sıfır toplamlı bir oyunun” karşı tarafı olarak konumlandıran dış politika yaklaşımıdır. Türkiye’nin Filistin meselesini uzun süredir dış politikasının merkezine yerleştirmesi, onu Körfez kamuoyunda ve karar verici elitler nezdinde meşruiyeti yüksek bir aktör haline getirmektedir. Bu siyasi pozisyon, özellikle İsrail’in saldırgan tutumları karşısında kendini güvensiz hisseden Körfez ülkeleri için Türkiye’yi doğal bir stratejik ortak olarak öne çıkarmaktadır.

İkincisi, Türkiye’nin son yıllarda savunma sanayisinde kaydettiği dikkat çekici ilerlemelerdir. Türk savunma ve silah sanayii, insansız hava araçları, füze sistemleri, hava savunma unsurları ve elektronik harp teknolojileri gibi alanlarda bölgesel ölçekte ciddi bir rekabet avantajı yaratmıştır. Türk şirketlerinin geliştirdiği sistemler yalnızca maliyet-etkin çözümler sunmakla kalmamakta, aynı zamanda hızlı teslimat kapasitesi ve esnek işbirliği modelleriyle Körfez ülkelerinin güvenlik beklentilerine uyum sağlayabilmektedir. Küresel rakipleriyle kıyaslandığında, Türkiye’nin sağladığı teknoloji-transferine açık işbirliği yaklaşımı da Körfez’in stratejik çıkarları açısından cazip görünmektedir.

Dolayısıyla Irak’ın içine kapanması ve Pakistan’ın Hindistan rekabetine gömülmesi, Körfez ülkelerinin güvenlik arayışında Türkiye’yi hem siyasi-diplomatik konumlanışı hem de askeri-endüstriyel kapasitesi sayesinde neredeyse tek alternatif haline getirmiştir. Bu bağlamda özellikle Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri, Türk savunma sanayine kaynak aktararak Ankara’nın askeri-endüstriyel kabiliyetlerini daha da geliştirmesine katkı sağlayabilirler. Böyle bir strateji, İsrail’in bölge genelinde oluşturduğu güvenlik tehdidini dengeleme amacıyla yeni bir politika seçeneği sunacaktır.

Bu durum, iki yönlü sonuç üretme potansiyeline sahip: Bir yandan Türk savunma şirketleri için önemli finansal kaynakların önünü açarak bu sektörün gelişmesine büyük katkılar sağlayacaktır, diğer yandan Körfez ülkeleri açısından İsrail’e karşı dengeleyici nitelikte yeni bir bölgesel güç merkezinin ortaya çıkması anlamına gelecektir.

Küresel silah pazarının en büyük alıcıları ve Batılı savunma şirketlerinin en önemli müşterileri olan Körfez ülkeleri, İsrail’in Doha’ya yönelik saldırısının yarattığı şokun ardından alternatif güvenlik arayışlarına yönelmiş durumda. Bölgede hiçbir aktörün İsrail’i dengeleyecek kapasiteye sahip olmaması ve başta ABD olmak üzere küresel güçlerin İsrail karşısında Körfez ülkelerine güvenlik garantileri sunmaktan kaçınması, bu arayışları yeni boyutlara taşıyor.

Bu atmosferde, dış politikasını İsrail’le “sıfır toplamlı bir oyun” üzerinden tanımlayan Türkiye’nin giderek güçlenen askeri-endüstriyel kapasitesi dikkat çekiyor. Türkiye’nin savunma sanayiindeki bu yükselişi, İsrail’in Körfez’de bir bölgesel aktör desteğiyle dengelenebileceği yeni bir güvenlik mimarisinin oluşumuna zemin hazırlayabilir.

Nitekim geçmişte İran tehdidini dengelemek için Irak ve Pakistan’ın askeri kapasitesine yatırım yapan Körfez ülkeleri açısından Türk savunma sanayii günümüzde en cazip yatırım alanı olarak öne çıkmaktadır. Körfez’in Türkiye’ye yönelmesi halinde, halihazırda gelişmiş durumda olan Türk askeri-endüstriyel kapasitesi daha da artacak, bu da bölgede İsrail’in saldırganlığına karşı güçlü bir bariyerin inşa edilmesini sağlayacaktır. Böylece, Türkiye’nin liderlik ettiği ve yeni bir bölgesel güvenlik mimarisinin ortaya çıkması mümkün hale gelecektir.

*Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].