Kırılgan Bir Diyalog: Umman’daki ABD-İran Görüşmeleri

Umman’daki görüşmeler yalnızca ABD ve İran arasındaki ilişkilerin geleceğini değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun jeopolitik dengesini de doğrudan etkileyebilir. İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırıları, İran’ın bölgesel etkinliğini zorlarken, Körfez ülkeleri bu gerilimden uzak durmaya çalışmaktadır. ABD-İran görüşmelerinin sürdürülebilirliği, bölgede vekalet savaşlarının azaltılması ve enerji güvenliğinin korunması açısından da büyük önem taşımaktadır. Fakat Netanyahu’nun görüşmelere karşı takındığı sert tavır, İsrail-ABD ilişkilerinde de çatlak yaratma potansiyeline sahiptir.
Nisan 15, 2025
image_print

Donald Trump’ın ikinci kez ABD başkanlığına seçilmesiyle birlikte Washington-Tahran hattındaki gerilim yeniden küresel gündemin üst sıralarına tırmandı. Trump, 2015 yılında imzalanan ve İran’ın nükleer faaliyetlerini sınırlayan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (JCPOA) görevdeki ilk döneminde tek taraflı olarak feshetmiş, ardından İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis’i hedef alan saldırıyla bölgesel tansiyonu zirveye çıkarmıştı. Bu sert ve konfrontatif politika hattı, Trump’ın ikinci döneminde de devam edecek mi sorusu, uzun süredir uluslararası ilişkiler çevrelerinde merak konusu olmayı sürdürüyordu. ABD’nin şahin kanatçı medya platformlarında 2025 başlarında İran’a askeri müdahale ihtimali dahi yüksek sesle tartışılırken, Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yaptığı son görüşme sırasında İran’la doğrudan görüşmelere başlandığını duyurması, beklenmedik bir kırılma yarattı. Özellikle Gazze savaşının siyasi bataklığında ve iç politik açmazda sıkışan Netanyahu’nun diplomatik baskısına rağmen bu açıklamanın gelmesi hem Tel Aviv hem de dünya kamuoyu açısından şaşırtıcı oldu. Ancak Trump gibi öngörülemez ve kişisel hesaplarla şekillenen bir dış politika izleyen bir lider için bu adım, bir bakıma kendi siyasal rasyonalitesine oldukça uygundu. Dolayısıyla Maskat’ta başlayan ABD-İran görüşmelerini ne yöne evirileceği merak konusu haline geldi.

Umman’ın Arabuluculuğu

Umman, her iki taraf açısından da prestij kaybettirmeyen bir zemin sunuyor. ABD ve İran, görüşmeleri Birleşik Arap Emirlikleri gibi taraflı görülen ülkelerde değil, diplomatik dengeleri gözeten ve geçmişte arabuluculuk yapmış bir ülkede gerçekleştirmeyi tercih ediyor. Umman’ın sağladığı mekânsal ve diplomatik tarafsızlık, bu tür yüksek gerilimli görüşmeler için olmazsa olmaz bir unsur hâline geliyor. Bu yönüyle Maskat’taki temaslar, bölgedeki çatışma çözümü süreçlerinde Umman gibi tarafsız aktörlerin önemini bir kez daha ortaya koydu. 12 Nisan 2025 tarihinde Umman’ın başkenti Maskat’ta gerçekleşen ABD-İran görüşmeleri, taraflar arasında uzun süredir askıya alınmış olan diplomatik temasların yeniden başladığını gösterdi. Umman, bölgedeki tarafsız tutumuyla geçmişte de önemli arabuluculuk rolleri üstlenmişti. 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (JCPOA) ön görüşmeleri de yine Umman’da yapılmıştı. Bu defa, ABD Başkanı Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle sert tehdit söylemleriyle başlayan dönem, kısa süre içinde Umman üzerinden dolaylı görüşmelere dönüştü. ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi arasında doğrudan olmayan ancak Umman Dışişleri Bakanı Bedr el-Busaidi’nin aracılığıyla gerçekleştirilen dört oturum, taraflar arasında sınırlı ama somut bir diyalogun başladığını ortaya koydu. Toplantıların sonunda iki diplomatın doğrudan selamlaşması ise önemli bir sembolik adımdı. Gerek ABD gerekse İran için müzakerelerin bir tercihten çok zorunluluk olduğu birçok kişi tarafından dile getirildi. Nitekim süreç ve görüşmeler ABD tarafında hem İran’a yönelik maksimum baskıyı sürdürme hem de yeni bir anlaşma yapma isteğinin birleştiği stratejik bir hamle olarak görülüyor. Trump yönetimi, bir yandan İran’a yönelik sert ekonomik yaptırımları sürdürürken, diğer yandan kendi adıyla anılacak bir anlaşmaya varma arzusunu da gizlemiyor. Trump, geçmişte ABD şirketlerinin İran’daki “trilyon dolarlık fırsatı” kaçırmasından yakınmıştı. Bu ekonomik pragmatizm, Trump’ın diplomasiye yönelmesinin temel motivasyonlarından biri olarak öne çıkıyor.

İran açısından ise görüşmelere katılım, ekonomik mecburiyetlerin ve bölgesel zayıflıkların bir sonucudur. ABD yaptırımları nedeniyle uzun süredir kriz içinde olan İran ekonomisi, enerji altyapısındaki çöküş, Hizbullah gibi vekillerin stratejik kayıpları, artan enflasyon, döviz krizleri ve iç kamuoyundaki memnuniyetsizlik gibi baskılarla baş etmeye çalışıyor. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ve dini lider Ali Hamaney’in diyaloga kapı aralayan açıklamaları, rejimin dikkatli bir normalleşme stratejisi izlediğini gösteriyor. Ancak İran’ın balistik füze programı, nükleer zenginleştirme kapasitesi ve bölgesel etkinliği müzakere edilemez kırmızı çizgiler olarak korunuyor.

Zamanlama

ABD-İran görüşmeleri, aynı zamanda uluslararası diplomasi açısından kritik bir tarihe yaklaşırken gerçekleşiyor. Ekim 2025’te, JCPOA’nın “snapback” (tetik) mekanizmasının yeniden devreye alınması ihtimali gündemde. Bu mekanizma, İran’ın yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarının otomatik olarak yeniden yürürlüğe girmesine olanak tanıyor. Trump yönetimi açısından bu tarihe kadar somut bir diplomatik kazanım sağlanmazsa ya askeri seçeneğe yönelmek ya da önemli bir diplomatik fırsatı kaçırmak arasında kalabilir. İran ise bu süre zarfında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile iş birliğini sürdürerek, nükleer programının tamamen silahlanma amaçlı olmadığını göstermeye çalışıyor. Irakçi’nin “karşılıklı saygı atmosferi” ifadesiyle tanımladığı görüşmeler, bu açıdan İran’ın müzakereye hazır olduğunu göstermekle birlikte kırmızı çizgilerinden de geri adım atmadığını ortaya koyuyor.

Trump’ın ve İran’ın Farklı Hedefleri

Tarafların farklı hedeflere matuf bir müzakere süreci yürüttükleri görülüyor. Trump’ın İran’la yürüttüğü bu diplomasi sürecinin ardında yalnızca jeopolitik hedefler değil, kişisel hırslar da yatıyor. 2015’te imzalanan JCPOA’yı yırtarak çöpe atan Trump, şimdi kendi adıyla anılacak yeni bir anlaşma yaparak dış politikada “barışçıl ama güçlü lider” profilini yeniden inşa etmeye çalışıyor. Özellikle Çin’e indirimli petrol satan İran’ın, ABD şirketleri için yeniden bir pazar haline getirilmesi, Trump’ın “Amerikan kapitalizmine alan açma” stratejisiyle örtüşüyor. Ancak bu hedef, yalnızca İran’ın değil, ABD Kongresi’ndeki İran karşıtı şahinlerin, İsrail lobisinin ve kendi kabinesindeki sertlik yanlısı isimlerin direnciyle de karşılaşabilir. Öte yandan İran açısından müzakere süreci taktiksel zaman kazanımına matuf bir noktaya tekabül ediyor. Bu anlamda Tahran yönetimi için müzakere, kırılganlığı değil, stratejik bir manevra alanı yaratmayı amaçlıyor. Süleymani suikastı sonrası ABD’ye asla güvenilmeyeceğini vurgulayan Hamaney, şimdi diplomatik esnekliğe alan tanıyor. Bunun ardında, Trump’ın ikinci döneminde uygulanabilecek yeni bir azami baskı dalgasının ülkeyi daha da yıpratabileceği korkusu yatıyor. İran’ın enerji krizi, altyapı çöküşü ve döviz krizleri derinleşirken, Pezeşkiyan yönetimi, iç kamuoyunun da desteğini kaybetmemek adına reformcu ve dışa açık bir görüntü çizmeye çalışıyor. Pezeşkiyan’ın FATF (Financial Action Task Force- Mali Eylem Görev Gücü), uyumunu gündeme alması, Cevad Zarif’i danışmanlığa getirmesi ve dijital haklar konusunda reform sinyalleri vermesi, yeni dönemde ABD ile ilişkilerde “karşılıklı çıkar” temasını öne çıkaran bir diplomasi anlayışının benimsendiğini gösteriyor.

Olası Senaryolar

Umman’da başladığı duyurulan ABD-İran müzakerelerinin kırılgan bir zeminde ilerlediği ve 3 senaryo etrafında şekillendiği görülüyor. İlk senaryoda taraflar arası geçici bir anlaşma imzalanabilir. Bu senaryoda taraflar İran’ın nükleer zenginleştirme seviyesinin sınırlandırılması ve ABD yaptırımların bir kısmının kaldırılması gibi başlıklarda uzlaşabilir. Bu seçenek, en olası ve en az riskli seçenektir. Hem Trump hem de İran içeride kamuoyuna diplomatik başarı mesajı verebilir. İkinci senaryoda müzakerelerin tıkanacağı ve gerilimin artacağı bir atmosfer oluşabilir. Bu senaryoda ABD-İran arasındaki görüşmeler, İran ve ABD içindeki şahin aktörlerin etkisiyle ve Netanyahu liderliğindeki Siyonist yayılmacılığın lobi faaliyetleriyle tıkanabilir. Bu durumda askeri gerilimler ya da vekil aktörler üzerinden çatışma senaryoları devreye sokabilir. Snapback mekanizmasının tetiklenmesiyle birlikte İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’ndan (NPT- Non-Proliferation Treaty) çekilme ihtimalini ortaya çıkarabilir. Üçüncü senaryo ise ABD’nin İran’a yönelik uyguladığı maksimum baskı politikasının yeniden yükselişe geçmesi ile gerçekleşebilir. Trump yönetimi, anlaşmaya varılamaması halinde yeni bir yaptırım ve tehdit süreci başlatabilir. Geçmişte İran’ı durdurma noktasında somut sonuç vermeyen bu strateji İran’ın Çin ve Rusya ile yakınlaşmasını daha da artırabilir. Bu senaryolar arasında en olası olanı, kısıtlı kazanımlara dayanan geçici bir anlaşmadır. Her iki taraf da büyük tavizler vermek istememekte, fakat askeri bir tırmanıştan da kaçınmaktadır.

Sonuç olarak birbirinden farklı üç senaryo (veya daha fazla) tekabül eden Umman’daki görüşmeler yalnızca ABD ve İran arasındaki ilişkilerin geleceğini değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun jeopolitik dengesini de doğrudan etkileyebilir. İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırıları, İran’ın bölgesel etkinliğini zorlarken, Körfez ülkeleri bu gerilimden uzak durmaya çalışmaktadır. ABD-İran görüşmelerinin sürdürülebilirliği, bölgede vekalet savaşlarının azaltılması ve enerji güvenliğinin korunması açısından da büyük önem taşımaktadır. Fakat Netanyahu’nun görüşmelere karşı takındığı sert tavır, İsrail-ABD ilişkilerinde de çatlak yaratma potansiyeline sahiptir. ABD’nin İran’la diplomatik zemin arayışı, aynı zamanda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölgesel aktörleri de yeni bir denge arayışına itmektedir. Dolayısıyla ABD ve İran arasında Umman’da başlayan diplomatik temaslar, tarihsel güvensizliklerin, iç politik baskıların ve ekonomik zorunlulukların buluştuğu bir eşikte gerçekleşiyor. Tarafların diplomasiye yönelmesi, karşılıklı iyi niyetten ziyade stratejik mecburiyetlerin sonucudur. Bu süreçte Umman gibi tarafsız aktörlerin, yerel diplomatik birikim ve kültürel anlayışıyla sürece dahil olması, Ortadoğu’nun kırılgan dengelerinde kalıcı barış umutlarını canlı tutmaktadır. Görüşmelerin başarısı, yalnızca İran’ın nükleer programını sınırlamak değil, aynı zamanda bölgesel tırmanışı önlemek için de hayati önem taşıyor. Önümüzdeki haftalarda Avrupa’da gerçekleşmesi planlanan ikinci tur görüşmeler, bu kırılgan diyaloğun geleceği açısından belirleyici olabilir. Her iki tarafın da daha yapıcı, açık ve gerçekçi bir yaklaşımla masaya oturması durumunda, yıllardır süregelen düşmanlıktan kalıcı bir diplomatik çerçeveye geçiş tecrübe edebilir.

Dr. Mehmet Rakipoğlu

Dr. Mehmet Rakipoğlu, 2016'da Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. Doktorasını 'Dış Politikada Korunma Stratejisi: Soğuk Savaş Sonrası Suudi Arabistan'ın ABD, Çin ve Rusya ile İlişkileri' konulu teziyle tamamladı. Mokha Center for Strategic Studies düşünce merkezinde Türkiye Çalışmaları Direktörü olarak çalışan Rakipoğlu, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA