“Kimimiz Öldük/Kimimiz Nutuk Söyledik”
Kimi seküler çevrelerde İslamcıların iktidara ile kurdukları ilişkinin bir neticesi olarak ahlaki ve entelektüel üstünlüklerini yitirdiklerine ve İslamcılığın süratle irtifa kaybettiğine dair yaygın bir söylem mevcut. Buna göre İslamcı düşünce iktidarın nimetlerini elde ederken adalet, hakkaniyet ve liyakatten uzaklaşmış ve entelektüel olarak derinliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla kendisine verilen şansı kötü kullanarak iktidar sınavını kaybetmiştir. Şüphesiz bu anlatının merkezindeki İslamcılık, gündelik ve en sıradan tezahürüyle siyasetin cenderesinde tecessüm etmiş İslamcılık. Elbette bu iddianın haklılık tarafları olabilir. Nihayetinde modernite kendisine açıkça meydan okumaya kalkan her hareketi bir miktar dönüştürme yetisine sahip olmasıyla bilinen bir yapı. Dolayısıyla moderniteye eklenen veya onun fezasında kendisine yer bulmaya çalışan her yapı, güç erkini dönüştürdüğünü düşündüğü ölçüde kendisinin de dönüşüme uğradığını bilmekle mükelleftir. Ancak bu eleştiri sahiplerinin ana hedefi bir ahlaki sorunu dillendirmek midir yoksa kendilerinin iktidar erkine daha layık olduklarını ve söz konusu eksikliklerden münezzeh olduğunu ima etmek midir?
Türkiye’de son 10 yılda sürekli çeşitli vesilelerle İslamcılık eleştirisi olarak karşımıza çıkan hususun neye yorulacağı konusunda bir gizem perdesi hâkim. Tüm siyasi çevreler İslamcılık eleştirisi üzerinden kendilerine siyasal alanda bir yer bulma meşgalesinde. Ancak o yerin neden kendilerine takdim edilmesi gerektiği konusunda hiçbir sarahat mevzu bahis değil. Dolayısıyla en sağdan en sola kadar sabah erken uyananın İslamcılara ders verme, bir takım dini ilkeler üzerinden neredeyse ebcet hesabına vurarak İslamcılık eleştirisi inşa etme ve kendilerine bir paye çıkarma gayretkeşliğinde berdevam olduğu bir vasattayız.
Söz konusu gayretkeşliğin en canlı olduğu damarlardan birisi post-post-Kemalizm tartışmaları. Buna göre Türkiye’de Kemalizm özellikle 12 Eylül darbesiyle bayağı ve araçsal bir biçimde kullanılmaya başlanmış ve sağcı ideolojilerin yetkesinde diktatoryal bir bahane, bir çeşit meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. Diğer bir deyişle, “Atatürkçülük bir sağ muhafazakâr darbe ideolojisi olarak icat edilmiş” ve buradan bir tür sağcılık formuna tebdil edildiğinden kutsallığı zedelenmiştir. Dahası, ülkeye vaziyet eden siyasal aktörlerin tüm başarısızlıkları Atatürkçü sistemin sırtına yüklenmiş ve her kesimden ideolojik kamplar Kemalizm’i adeta bir günah keçisi addederek tüm nefretlerini ve hınçlarını ona yöneltmişlerdir. Dolayısıyla Kemalizm’e yönelik eleştiriler bir popülizm ve duygusallık kazanarak, bilimsellik ve akademik olma vasfını yitirerek bir tür bağnaz tasfiye hareketine dönüşmüştür. Tüm bunların temelinde ise tek parti dönemi ile hesaplaşmak iddiası yatmaktadır.
Elbette bu konuda en büyük kabahat İslamcı kesime fatura edilmiş görünüyor. Zira darbe sonrası dönemde “dini değerler üzerinden inşa edilen sağcı muhafazakâr karaktere sahip Türk-İslam sentezi, İbrahim Agah Çubukçu, Ethem Ruhi Fığlalı gibi ilahiyatçılar eliyle Atatürkçülük kitapları, makaleleri yazdırılmasına” kadar vardırmıştır meseleyi. Üstelik sol/liberal kesimleri ayartarak ve geçmişte milliyetçi kesimle aralarında cereyan eden kanlı çatışmaları da fırsata çevirerek adeta şeytani bir post-Kemalist ittifak oluşturmuşlar ve rejim değişikliğine kalkışmışlardır. Yine bu anlatıya göre liberal veya sol geçmişe sahip aydınlar ise İslamcılar’ın gerçekten ne düşündüğüne ne yaptığına ve ne yapmak istediğine ciddi bir biçimde eğilmeme gafletine düşmüşler ve İslamcıların Kemalist devlet unsurlarına karşı açtıkları savaşın parçası olarak devlet televizyonunun kapılarını kendilerine açmaları rüşvetini bile kabul etmişlerdir.
Üstelik bununla yetinmeyen İslamcılık yeni bir vesayet rejimi kurmuş ve adeta 1908 öncesi döneme geri dönmek için yeni arayışlara girişmiştir. Bunların başında, Kemalist yapıyı doğuran tarihsel şartları ve yapıyı unut(tur)mak gelmektedir. Oysa post-post-Kemalist anlatıya göre tarihsel şartlar dikkate alındığında Kemalizm ve öncesindeki ittihatçı düşünce hatalarına rağmen en makul ve optimum çözüm yöntemidir. Padişah istibdadı altında yaşayan halka önce bir ulus bilinci aşılamış, onu zorlu Birinci ve İkinci Dünya Savaşı şartlarında bir arada tutmayı başarmış ve bugünlere değin getirmiştir. Bu döneme ilişkin ortaya konan tüm yanlışlar ise hem öncesinde hem de sonrasında fazlasıyla mevcuttur. Örneğin tek parti dönemiyle özdeşleştirilen diktatörlük veya demokrasi zaafları her dönemde mevcut olan bir eksikliktir. Nitekim söz konusu anlatı, çok partili hayata geçilmesiyle beraber ülkenin demokratikleşmediğini ve siyasi hayatın anti-demokratik karakterini belli ölçüde koruduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla Tek Parti Dönemi’ni ayrıca kötü kılan hiçbir husus yoktur bu anlatıya göre.
Burada açılması gereken bir diğer parantez ise Post-Siyonizm ve Post-Kemalizm tartışmaları arasında kurulan paralellik. Post-post-Kemalist anlatıya göre bir dönem İsrail toplumunda Oslo Antlaşmaları sonrasında ortaya çıkan barış ve bir arada yaşama söylemi büyük bir Siyonizm eleştirisini de beraberinde getirmiştir. Liberal ve eleştirel bir tarih söylemini benimseyen yeni kuşak tarihçiler İsrail’in yumuşak karnı olan kuruluş dönemine odaklanmışlar ve ciddi bir Siyonizm eleştirisi inşa etmişlerdir. Toplumun bir kesimi tarafından rağbet gören, entelektüel gündemi işgal eden ve çokça tartışılan bu ‘kuruluş dönemiyle yüzleşme’ eğilimi kısa bir süre sonra ortadan kalkmıştır. Zira İsrail toplumunun Oslo’dan beklediği bütüncül ve kalıcı barışın bir türlü sağlanamamış ve İkinci İntifada hareketiyle birlikte post-Siyonizmi ortaya çıkaran iç dinamikler hızla ortadan kalkmıştır. Arap toplumuyla bir arada yaşama imkânının doğmadığını gören İsrail’li sağ muhafazakâr tarihçiler ve entelektüeller bir neo-Siyonist akım başlatarak post-Siyonist anlatıyı kırmışlardır. Hatta öyle ki bazı eski ve hararetli post-Siyonist tarihçiler adeta saf değiştirerek neo-Siyonist anlatıya eklemlenmişlerdir.
Öngördüğü paralellik çerçevesinde Kemalist anlatı, Türkiye’de post-Kemalist akımların tıpkı İsrail’de yaşana post-Siyonist söylem gibi ortadan kalkacağını iddia etmektedir. Nitekim post-post-Kemalist anlayış, post-Kemalist söylemin entelektüel ve akademik içeriğinden uzaklaştığını iddia etmektedir. Zira İslamcı siyaset anlayışı tarafından bu imkân berhava edilmiş ve post-Kemalizm üzerinden inşa edilen entelektüel birikim ve dinamizm kalıcı bir özgürlükler alanı inşa etmek yerine tahakkümcü bir yapı kurmak üzere seferber edilmiştir. Öte yandan ulusal ve uluslararası diğer tüm dinamikler tıpkı İsrail’de olduğu gibi post-Kemalist anlayışın tasfiyesini hazırlamıştır.
Kısaca yukarıda ana izlekleri sunulan post-post-Kemalist anlatı belli ki tarihsel tecrübesine ve teorik ilkelerine dönerek yapısal ve kökensel sorunlarıyla yüzleşmek yerine İslamcılık ve üstü kapalı bir liberalizm eleştirisiyle post-Kemalizm defterini kapatma peşinde. Üstelik bunu yaparken de bulunabilecek en pervasız ve en kötü bagaja sahip modeli, neo-Siyonizm örneğini vererek Siyonist yapıdan devşirilmiş bir gelecek projeksiyonu yapıyor. Dolayısıyla (takdir-i ilahi olsa gerek) bu iki yapının zevali arasında kurulması zorunlu olan bir paralelliği bir ‘Freudyen dil sürçmesi’ olarak kendi eliyle zemin hazırlamış oluyor.
Tam bu noktada sözü Orhan Veli’ye bırakmak ve ima ettiğini faş etmek icap ediyor:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
İster neo-Kemalist isterse de post-post-Kemalist formda olsun, belli ki Kemalizm yeniden Nutuk atma peşinde. Peki ama biz yeni nutuklar dinlemeye teşne miyiz? Bu soruya doğru cevap vermek için (sonraki yazıda) post-Kemalizm’in serencamını İslamcı çerçeveden analiz etmek gerek.