Kapitülasyonlar- Haziran 1923/ Foreign Affairs
Tercüme: Cengiz Sözübek
Dışişleri Bakanlığı, 10 Eylül 1914 tarihinde Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi tarafından şu şekilde bilgilendirilmiştir: “Osmanlı Hükümeti, Türkiye’nin belirli devletlerle ilişkilerinde egemenliğini kısıtlayan ve Kapitülasyonlar olarak bilinen anlaşmaları 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlükten kaldırmıştır. Bu antlaşmalara bağlı veya bunlardan kaynaklanan tüm ayrıcalık ve dokunulmazlıklar da aynı şekilde yürürlükten kaldırılmıştır. İmparatorluk Hükümeti, İmparatorluk’un tüm ilerlemesinin önündeki dayanılmaz engelden kurtulmuş olarak, diğer devletlerle ilişkilerinin temelini uluslararası hukukun genel ilkeleri olarak kabul etmiştir.” Büyükelçi Morgenthau, Osmanlı İmparatorluğu’na, Birleşik Devletler’in İmparatorluk Hükümeti’nin yasal etkisi olmayan tek taraflı bir eylemle Kapitülasyonları feshetme girişimini kabul etmediğini ve bu konuda daha fazla temsil hakkını saklı tuttuğunu bildirmek üzere derhal talimat aldı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, savaşa katılmanın bedeli olarak Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı Kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmeye zorlayarak iç işlerinde egemenliğini büyük ölçüde korumayı başardı. 31 Ekim 1918’de Mudros’ta ateşkes imzalandıktan sonra, İtilaf Devletleri kontrolündeki bölgelerde Kapitulasyonları yeniden yürürlüğe koydu ancak Mustafa Kemal önderliğindeki Milliyetçiler Anadolu’nun büyük bir bölümünde ve hatta Doğu Trakya’da tam hareket özgürlüğünü yeniden kazandılar.
Lozan’da temsil edilen güçlerle yaptıkları müzakerelerde Milliyetçiler, Kapitülasyon rejimini yeniden canlandırmaya yönelik her türlü öneriyi kategorik olarak reddettiler. Mustafa Kemal ve diğer vatanseverler tarafından 13 Eylül 1919’da Sivas’ta hazırlanan (kendi Magna Carta’larının) altıncı maddesinde kararlı bir şekilde durdular. Bu madde şöyleydi:
“Ulusal ve ekonomik kalkınmamızı sağlamak ve ülkeye daha düzenli ve modern bir yönetim kazandırmak amacıyla, bu paktın imzacıları, tam bağımsızlık ve özgürlüğün ulusal varlığımızın sine qua non (olmazsa olmaz) şartı olduğunu kabul ederler. Sonuç olarak, ulusal kalkınmamızı engelleyecek her türlü hukuki veya mali kısıtlamaya karşı çıkıyoruz. Kanıtlanmış borçlarımızın ödeme koşulları da bu ilkelere aykırı olamaz.”
Peki, “İmparatorluk’taki tüm ilerlemenin önündeki kabul edilemez engel” olarak görülen bu hukuki ve mali kısıtlamalar nelerdi? Kapitülasyonlar rejimi altında yabancılar hangi özel ayrıcalıklardan yararlanıyordu?
Öncelikle, kapitülasyon teriminin, olağan askeri anlamından tamamen farklı bir anlamı olduğu belirtilmelidir. Bu terim, Sultan tarafından yabancılara imparatorluk kararnameleri veya antlaşma maddeleri şeklinde tanınan çeşitli erken ayrıcalıkları ifade eder ve halk dilinde kapitula, yani sıradan bir konu başlığı olarak adlandırılır. Bu, hiçbir şekilde baskı altında boyun eğme veya teslim olma anlamına gelmez.
Kapitülasyon rejimi bazen yanlış bir şekilde ekstraterritorialite (ülke dışı yargı yetkisi – çn)olarak nitelendirilmiş ve bu tabir yabancıların hukuki bir kurgu gereği kendi topraklarında oldukları ve sadece kendi kanunlarına tabi oldukları anlamına gelmektedir. Bu durum elbette Galata’daki Ceneviz kolonileri ve Konstantinopolis’teki Venedikliler için geçerliydi çünkü onlar Yunan imparatorları tarafından kendi kanunlarıyla ve memurlarıyla yönetilen kendi bölgelerinde ikamet etmelerine izin verilmişti. Ancak Türkler altında bu özel ikamet ayrıcalıklarını kaybettiklerinde ve sadece belirli ayrıcalıklar tanındığında bu durum ortadan kalktı. Bunlar daha doğru bir şekilde daha sonra diğer yabancılara da tanınan yargı dokunulmazlıkları olarak nitelendirilebilir.
1914’ten önce çoğu yabancının yararlandığı bu yargı dokunulmazlıkları arasında birçok konuda Türk mahkemeleri ve polisinin yargı yetkisi dışında tutulma da vardı. Türk mahkemeleri, yabancılar arasındaki davalarda yargı yetkisine sahip değildi. Yabancılar ile Osmanlı tebaası arasındaki davalarda ve kamu düzenine aykırı bazı suçlardan doğan davalarda bile bazen yargı yetkisi reddedilirdi. Amerika Birleşik Devletleri, Türk mahkemelerinin Amerikan vatandaşlarını yargılama hakkını reddetme konusunda çok ileri gitti ancak Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında 1830 yılında imzalanan antlaşmanın Türkçe, İngilizce ve Fransızca metinlerinin yorumlanmasında makul farklılıklar olması nedeniyle bu konuda pek başarılı olamadı.
1856’daki kapsamlı yargı reformları ve yabancılara gayrimenkul sahibi olma hakkının tanınmasından sonra, çeşitli antlaşma güçleri – 1868’de Avrupa güçleri ve 1874’te Amerika Birleşik Devletleri – yabancıların Türk mahkemelerinde yargılanmasına ve İmparatorluğun uzak bölgelerinde belirli koşullar altında polis tarafından ev ziyaretlerine resmi olarak rıza gösterdi. Bu taviz Kapitülasyonlar rejiminde önemli bir ihlal anlamına geliyordu.
Ancak bu güçler yabancıların yargılanmasının konsolosluk tercümanının huzurunda yapılmaması halinde geçersiz sayılmasına ilişkin hükümle Türk mahkemeleri üzerinde etkili bir kontrolünü sürdürdü. Bu memurun imzası sadece duruşma tutanaklarında değil, yargılama sürecindeki tüm belgelerde de gerekliydi. Konsolosluk tercümanı böylece, Türklerden daha fazla değer verdiği son derece önemli bir görevliydi. Onun muazzam yetkilerinin pratikteki sonucu, Türk mahkemelerinin işleyişini fiilen felce uğratmak ve kararlarının, güçlerin keyfine göre iptal edilmesine izin vermekti.
Yabancılar Türk polisinin yargı yetkisi dışında o kadar muaf tutulmuşlardı ki, hiçbir makam kendi vatandaşları üzerinde genel veya özel polis gözetimi yapamadığı için fiilen hiçbir kanuna tabi sayılmıyorlardı. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, yabancılar polis yönetmeliklerinin çoğunu tamamen hiçe sayar ve hor görürlerdi. Türk makamları, çoğu zaman en zorlu ve sinir bozucu durumlarda kendilerini çaresiz bulurlardı.
Bu çaresizliğin en kötü örneği, Müslümanların duygularını hiçe sayarak küstahça faaliyet gösteren, yabancılara ait oteller, kafeler, kumarhaneler, salonlar, dans salonları ve diğer eğlence mekanlarıyla başa çıkamayan polisin acizliğiydi. Bu durum yetkililerin kasten ahlaksızlık yuvalarını koruduğu anlamına gelmez ancak konsolosluk temsilcilerinin polislerin ev ziyaretleri sırasında rızası ve fiili varlığı şartını içeren Kapitülasyon hükümleri nedeniyle, sahipleri ve sakinleri Türk yetkililere karşı baskı uygulayabiliyorlardı. İşlemler o kadar karmaşıktı ve son derece nahoş tartışmalara yol açma olasılığı o kadar yüksekti ki bu yabancı kuruluşlara müdahale etmekten kaçınmak genellikle daha akıllıca bulunmaktaydı. Sonuç kaçınılmaz olarak üzücü oldu ve Pera ve Galata’daki sözde Avrupa mahalleleri, Avrupa medeniyetine utanç verici bir yorum niteliğinde olacak kadar sefil hale geldi. Güvenilir kaynaklara göre, bu durum 1918 Kasımında müttefiklerin şehri işgalinden sonra daha da kötüleşti. Milliyetçilerin Konstantinopolis’i ele geçirdikten sonra Kuran’ın emirlerine uygun olarak sarhoş edici içkilerin satışını yasaklamaya çalıştıkları kolayca anlaşılabilir.
Yabancıların Türk polis ve mahkemelerinin yargı yetkisi dışında tutulması, çeşitli yabancı misyoner ve diğer hayır kurumlarına doğal olarak özel bir ayrıcalık statüsü kazandırdı. Bu okullarda verilen eğitim ve çeşitli faaliyetler, Türk makamlarının denetimi veya kontrolü altında değildi. Bunların çoğu, Türklerin duygularını incitmemek için son derece özenli davranıyordu ancak bazı durumlarda Osmanlı hükümetinin gerçek bir denetim uygulayamadığı, dini ve siyasi propaganda merkezleri haline gelmişti. Yabancı okullar ve benzeri kurumların diğer özel ayrıcalıkları arasında, genel vergi muafiyeti ve belirli gümrük vergilerinden muafiyet vardı. Başlangıçta bir Fransız manastırına “dini amaçlarla” eşya ithal etme izni verilmesi, birçok yabancı misyoner ve öğretmenin değerli ev eşyalarını gümrüksüz ithal etme talebinin temelini oluşturdu.
Suriye Katolikleri gibi bazı dini topluluklar yabancı bir gücün koruması altına alındı. Böylece birçok Osmanlı tebaası ayrıcalıklı bir statüye kavuştu. Türk makamlarının yargı yetkisi dışında olmaları nedeniyle, yabancı dini ve hayır kurumları pratikte birçok Osmanlı tebaası için sığınak haline geldi. protégé sistemi olarak adlandırılan bu sistem, ticari veya başka türden yabancı kuruluşların çeşitli çalışanları ve bakmakla yükümlü oldukları kişilerin pratikte Türk yargı yetkisi dışında tutulması anlamına geliyordu ve o kadar büyük bir suistimale yol açtı ki, fiilen bir “kalıtsal protégés!” sınıfı ortaya çıktı. Türk hükümeti 1863’te bu sistemi kaldırmaya çalıştı, ancak pek başarılı olamadı, çünkü yabancıların her zaman hükümetlerinin güçlü desteğine güvenebilecekleri için, sorunları en iyi şekilde önlemenin yolunun onlarla mümkün olduğunca az sorun çıkarmak olduğunu kısa sürede anladı.
Türkiye’ye dayatılan en ağır yüklerden biri, güçlerin gümrük vergilerini sınırlama hakkıydı. Mali durumu ne kadar kötü olursa olsun, yerli sanayinin ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun, Türkiye gümrük tarifesini istediği gibi değiştiremezdi. Herhangi bir artışa izin verilmesi durumunda bu genellikle çeşitli antlaşma güçlerinin talep ettiği özel imtiyazlar karşılığında olurdu. Bu kısıtlamanın nasıl işlediğinin çarpıcı bir örneği, Türklerin ulusal şapkası fesin Avusturyalı üreticilerinin sahip olduğu fiili tekeldi.
Türk egemenliği üzerindeki bir diğer ciddi kısıtlama, büyük güçler (yani İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya) tarafından ülke genelinde postane kurulmasıydı. Bu, Kapitülasyonlarla güvence altına alınan “yazışmaların dokunulmazlığı”nı etkili bir şekilde garanti altına aldı ancak aynı zamanda Osmanlı tebaası da dahil olmak üzere birçok kişinin gümrük ve sansürün sert uygulamalarından kaçmasına olanak tanıdı. Bu yabancı postanelerin faaliyetleri nedeniyle İmparatorluğun gelir kaybı oldukça büyük olmuştu.
Türkiye’nin egemenliği üzerindeki tüm bu çeşitli kısıtlamalar göz önüne alındığında, Kapitülasyonlar rejiminin neden tahammül edilemez hale geldiği kolayca anlaşılabilir. Ancak bu durumun nasıl ortaya çıktığı ve bu kısıtlamaların nasıl giderek arttığı ve güçlendiği o kadar kolay anlaşılmayabilir. Bunun cevabı için birkaç yüz yıl öncesine gitmemiz gerekir.
1453’ten çok önce, Akdeniz’e kıyısı olan halkların genel uygulaması, yabancı tüccarların gittikleri her yere kendi kanunlarını ve geleneklerini götürmelerine izin veriyordu. Bu uygulama, Hansa Birliği (Kuzey Almanya şehirleri arasında kurulan ticari ağ – çn) üyeleri arasında ve hatta İngiltere ve İskoçya’da da yaygındı. Venedikliler ve Cenevizlilerin, Türklerin Konstantinopolis’i ele geçirmesinden önce kendi bölgelerinde tam yargı dokunulmazlığına sahip oldukları gerçeğine daha önce dikkat çekilmişti. Ve Türkler de şehri fethetmeden önce, Yunan İmparatoru tarafından Müslüman hukukuna göre bir kadı yönetiminde kendi topluluklarını kurmalarına izin verilmişti.
Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis’e girdiğinde, ilk endişesi yeni tebaasının ihtiyaçlarına uygun ve hükümete mümkün olduğunca az sorun çıkaracak etkili bir yönetim sistemi kurmaktı. Müslümanların kişisel statü ile ilgili tüm konularda, yani evlilik ve evlilik ilişkileri, babalık, akrabalık, evlat edinme, bireylerin ehliyeti, vesayet, kayyımlık, reşit olma, vesayet altına alma vb. konularda kendi kutsal kanunları olan Şeriat‘ın hükümlerinden yararlanma hakkına sahip olmaları, gayrimüslimlerin de benzer bir ayrıcalığa sahip olmalarını makul kılıyordu. Şehrin ele geçirilmesinden dört gün sonra Muhammed (Fatih Sultan Mehmed – çn) yeni Patrik’in göreve başlama törenine bizzat katıldı ve ona Millet Başı (“ulusun başı”) unvanını verdi. Patrik, Yunan ulusunun üyeleri üzerinde geniş yargı yetkisine sahipti. Patrik, onların çoğu anlaşmazlıklarını çözme ve Türk hükümeti ile aralarında neredeyse bir büyükelçi sıfatıyla arabuluculuk yapma yetkisine sahipti. Patriklik aynı zamanda vergi toplama kurumuydu.
Benzer yetkiler diğer Müslüman olmayan topluluklara da verildi ve bu topluluklar kaçınılmaz olarak imperia in imperio (devlet içinde devlet – çn) haline geldi; burada Osmanlı İmparatorluğu’nun birliğine karşı güçlü bir ulusal veya özerk ruh beslendi. Bu durum, 1908 devriminden sonra tüm Osmanlı tebaası arasında gerçek bir kardeşlik ortamı yaratmak ve tek bir ulusal bağlılık duygusunu teşvik etmek için Jön Türklerin çabalarına büyük engel teşkil etti. Farklı Müslüman olmayan topluluklar arasındaki bu ayrı milliyetçi bağlılık o kadar güçlüydü ki, onlara yeni Meclis-i Mebusan’da orantılı temsil hakkı tanınması gerekli görüldü!
Kapitülasyon rejiminin kökeni ile ilgili vurgulanması gereken temel nokta, Türklerin yeni fethedilen tebaasına tanıdığı bu olağanüstü ayrıcalıkların, zorla alınmış veya isteksizce verilmemiş olduğudur. Bu ayrıcalıklar, İmparatorluğun idaresine en uygun ve kabul görmüş uygulamalara uygun olduğu için özgür iradeyle verilmiştir.
İmparatorluğun Müslüman olmayan unsurlarını yönetme sistemi genel olarak çok iyi işliyordu ve ancak milliyetçi emellerin büyümesi ve keskinleşmesi nedeniyle çöktü. İlginçtir ki, bu sistemi ilk saldırıya geçiren, 9 Mart 1919’da Yunan-Türk Savaşı’nı öngörerek Osmanlı Hükümeti ile ilişkilerini kesen Yunan Patriği oldu.
Yabancıların, Müslüman olmayan tebaaya tanınan hakların aynısına sahip olmaları oldukça mantıklıydı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, genel uygulamaya göre yabancı tüccarlar, gittikleri her yerde kendi gelenek ve kanunlarını sürdürebiliyorlardı. Bu durum birçok sorunun önlenmesini sağladı ve ticari ilişkileri büyük ölçüde kolaylaştırdı. Yabancıların ilişkilerini büyük ölçüde düzenleyen hukuki kavramların ve dini yaptırımların farklılığı, yabancıların kendi yetkilileri, yani konsolosların yargı yetkisi altında işlerini yürütmelerini daha uygun ve tavsiye edilebilir hâle getiriyordu.
Türklerin, 1453’te Cenevizlilere ve 1454’te Venediklilere, Yunanlılar döneminde sahip oldukları yargı dokunulmazlıklarının çoğunu korumalarına izin vermeleri ancak onlara özel bölgelerde ikamet etme hakkını vermemeleri gayet doğaldı. Aslında Venedikliler, iki yüzyıl önce Mısır Sultanı Melik Adil’den ve ayrıca Konya’daki Türk Sultanından da oldukça benzer ayrıcalıklar elde etmişti. Bu ayrıcalıkların karşılıklı nitelikte olduğu özellikle belirtilmelidir. Sultan II. Süleyman, 1528’de İskenderiye’deki Fransız ve Katalan tüccarların uzun süredir yararlandıkları yargı dokunulmazlıklarını resmen onayladı.
Bunlar, Kapitülasyon rejiminin doğrudan kaynağı olmasa da prototipleriydi. Sultan Süleyman ile Fransa Kralı I. François arasında 1535 yılında imzalanan antlaşma, 1740 antlaşmasıyla süresiz olarak kurulan rejimin yasal başlangıcı oldu. Bu antlaşma, sadece imzalayan sultanların hükümdarlığı süresince geçerli sayılan önceki antlaşmalardan farklıydı.
Türkiye ile daha sonra imzalanan tüm antlaşmalar, 1535 ve 1740 tarihli bu iki antlaşmayı örnek aldı ve diğer ülkeler de Fransa’ya tanınan ayrıcalıkların kendilerine de tanınmasını talep ettiler. İşte Türklerin gerçek zorlukları da burada başladı: baskı altında sık sık egemenlik haklarını sınırlayan kapsamlı tavizler vermek zorunda kaldılar. En çok kayırılan ülke maddesi uyarınca, her ülkeye sırayla vermek zorunda kaldıkları tavizlerle, imparatorluğun özgür ve bağımsız bir ülke olarak gelişiminin giderek boğulduğunu fark ettiler. 1914’te “imparatorluğun tüm ilerlemesinin önündeki dayanılmaz engel” olarak nitelendirdikleri şeyden kurtulmak istemeleri şaşırtıcı değildir.
Kapitülasyonlarla kazanılan özel dokunulmazlıkların başka yollarla kazanılan özel ekonomik ayrıcalıklardan açıkça ayırt edilmesi gerekir. Bağdat Demiryolu gibi birçok önemli taviz, her zaman hoş olmayan siyasi ve diğer nedenlerle verildi. Konstantinopolis, İzmir ve diğer yerlerdeki Régie des Tabacs ve Société de Zuais şirketleri gibi değerli tekeller, devletin olduğu kadar özel şahısların da çıkarlarına olacak şekilde oluşturuldu.
Hükümet mali sıkıntıya düştüğünde – ki bu normal bir durumdu – çeşitli gelirleri ipotek altına alarak nakit kredi elde etmeye zorlanıyordu. Böylece, İmparatorluk İradesi ile 20 Aralık 1881 tarihli Muharrem kararnamesiyle Düyûn-ı Umûmiye kuruldu. Türkiye’nin yabancı kreditörlerinin çıkarlarını korumak için tasarlanan ve Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan tarafından kontrol edilen bu kurum, İmparatorluk’un en gelişmiş ve güçlü kurumu haline geldi. Bu kurum, kendisine tahsis edilen vergilerin çoğunu kaynağında topladı ve İmparatorluğun her yerinde mali konularda büyük bir yetki kazandı.
Türkiye’nin iç egemenliği üzerindeki tüm bu çeşitli hukuki ve ekonomik kısıtlamalar ışığında, Türk milliyetçilerinin Kapitülasyonların ve diğer tüm özel imtiyazların tamamen kaldırılmasında bu kadar ısrarcı olmaları doğaldır. Ulusun yeniden canlanması için Türkiye’nin egemen bir ulus olarak tam bağımsızlığını yeniden kazanmasına izin verilmesi gerektiğini savundular. Başkan Wilson’un ünlü On Dört Madde’nin on ikincisinde vaat ettiği kendi kaderini tayin hakkını talep ettiler. Lozan Konferansı’nda temsil edilen güçlerin, eski rejimin bazı kınanacak özelliklerini gizli bir şekilde yeniden canlandırmaya yönelik bazı önerilerine haklı olarak güvensizlik duyuyorlardı.
Ancak imparatorluğun ilerlemesinin önündeki engellerin hepsi dış kaynaklı değildir. Birçok Türk, yabancılara yeterli garantiler sağlamak için hükümetin işleyişinin ve özellikle adaletin idaresinin köklü bir reformdan geçmesi gerektiğini fark etmektedir. II. Abdulhamid’in kötü yönetimi altında imparatorluğun tamamen morali bozuk olduğunu veya 1908’den bu yana süren savaşların kapsamlı reformların uygulanmasını pratikte imkansız hale getirdiğini inkar eden çok az kişi vardır. Geçmişte, Türkiye’yi güçlü ve bağımsız hale getirecek reformları teşvik etmek için büyük güçlerin güçlü bir isteği olduğuna dair de bir kanıt yoktur. Her halükarda, Türkiye’nin iç durumunun ulusal canlanma ve yeniden yapılanmasını son derece zor hale getirdiği açıktır.
Milliyetçilerin, yabancıların can ve mal güvenliğini sağlamak için yeterli garantiler verme arzusunu ve samimi niyetini şüpheye düşürmek haksızlık olur. Kapitülasyonların kesin olarak kaldırıldığı da inkar edilemez. Bunun yasal olarak yapılıp yapılmadığı çok da önemli değildir zira sadece güçle sürdürülebilen şeyleri yine güç canlandırabilir. Ancak Türklerin, kendi çıkarları için yabancıları ilgilendiren tüm karmaşık sorunların çözümü için şu anda tam sorumluluk almaya gerçekten hazır olup olmadıkları sorusu haklı olarak sorulabilir. Türkiye’nin bu meseleleri yeterince ele alabilmesi için gerekli adli ve siyasi reformları gerçekleştirmek için en az beş yıllık bir süreye ihtiyaçları yok mu?
Lozan’daki Türk delegeler, yabancıların kişisel statü ile ilgili tüm meseleleri kendi kanun ve usullerine göre halletmeye devam etme hakkını tanıyarak liberal ve akılcı bir tutum sergilemişlerdir. Bu tutum Türk mahkemelerinden büyük bir ihtilaf kategorisini bir anda ortadan kaldırmaktadır. Bu mahkemelerin önüne gelen diğer meselelerle ilgili olarak, ülkenin gelişiminin bu geçiş döneminde, Lozan’daki güçlerin, yargı reformlarının uygulanmasında ve adaletin idaresinde yardımcı olmak üzere birkaç yabancı hukuk uzmanının görevlendirilmesine izin verme önerisini kabul etmek arzu edilir görünmektedir. Bu öneri oldukça ılımlıdır ve Türklerin çıkarınadır. Hukuk uzmanları yargıç olarak değil, danışman olarak görev yapacaklar ve belirli bir milliyeti temsil etmeyecekler; yabancıların çıkarlarını ilgilendiren davalarda her türlü kolaylığın sağlanmasını sağlayacaklar. Bu görevlilerin yabancılara ev ziyaretleri yapmadan önce polisten izin almaları şartı da makul görünmektedir. Yabancılar, Türk yetkililerin ve kurumlarının tüm uluslararası yükümlülüklerini yeterince yerine getirebildiklerine dair tatmin edici kanıtlar elde edilene kadar, beş yıllık çok kısa bir geçiş döneminde, kendilerine ve mallarına keyfi müdahalelere karşı bazı hafif garantiler talep edebilirler. Bu, Türkiye’nin çıkarlarına gerçekten hizmet edecektir. Yüzyıllar süren kötü yönetim ve diplomatik karışıklıkların ardından gerekli olan köklü reformlar gerçekleştirilene kadar, tüm tarafların yararına olacak bir modus vivendi (çatışmayı ortadan kaldıracak düzenleme, anlaşma – çn) bulunmalıdır. En azından, yabancıları etkileyen adli kararlar konusunda ciddi ihtilaflar ortaya çıkması durumunda, tüm ilgili tarafların kolayca erişebileceği basit bir tahkim yoluna başvurulabileceği konusunda bir anlaşma yapılmalıdır.
Ekonomik konularda ise Türkler, eski hizmet yükümlülüklerinin kaldırılmasını talep etmekte haklı görünmektedir. Diplomatik entrikalar, rüşvet veya haksız baskı yoluyla elde edilen özel imtiyazlar ve ayrıcalıklar, özellikle de “barışçıl nüfuz” gibi gizli siyasi amaçlara hizmet etmişlerse, yeniden yürürlüğe konulmamalıdır. Lozan’da temsil edilen Avrupa güçlerinin bu şüpheli konulara ilişkin önerileri, Türklerin güvensizliğini ve endişelerini uyandırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Türkiye’den imzalaması istenen antlaşma taslağının 94. maddesinin hükümleri dikkat çekicidir:
“29 Ekim 1914 tarihinden önce Türkiye ile Müttefik tebaası arasında yapılan imtiyazlarla ilgili tüm sözleşmeler ve anlaşmalar ile bunlara ilişkin her türlü mutabakat ve karar, uygulamaya konulmuşsa veya Osmanlı Hükümeti ile bir Müttefik Hükümet arasında anlaşma konusu olmuşsa, Türkiye’nin bunların kesin teyidi için gerekli tüm koşulları yerine getirmemiş olması halinde bile”
Son cümle, “Türkiye’nin bunların kesin onaylanması için gerekli tüm koşulları yerine getirmemiş olması” ibaresi, şu anda “Chester Sözleşmesi” kapsamında yer alan Samsun-Sivas demiryolu inşaatı için Fransa’ya verildiği iddia edilen imtiyazı açıkça kapsıyor gibi görünmektedir. Bu, Türkleri uzun süredir zor durumda bırakan siyasi-ekonomik çıkarlar ve rekabetin ilginç bir örneğidir.
Borçları ve mali ihtiyaçları konusunda Türkiye, diğer borçlular gibi yabancı alacaklılarının çıkarlarının yeterli şekilde korunması için önemli garantiler vermek zorunda kalacaktır. Milliyetçiler, Düyûn-ı Umûmiye’nin tüm çıkarlar için elverişli yeni koşullar altında faaliyetine devam etmesine izin vermeye istekli görünmektedir. Türklerin idari yetersizliği, imparatorluğun maliyesinde daha açık bir şekilde ortaya çıkıyordu. Yolsuzluk yapan memurlar elbette bu içler acısı durumun kısmen sorumlusuydu, ancak idarede ciddi bir verimsizlik vardı ve bunun düzeltilmesi için uzun zaman gerekecekti. Milliyetçiler bunun farkındaydı ve ulusal ihtiyaçlar için gerekli olabilecek gelecekteki kredilere güveni sağlamak için Düyûn-ı Umûmiye’ye bu tavizleri vermekle akıllıca davrandılar.
Türkiye’deki yabancı dini, eğitim ve diğer hayır kurumlarına ilişkin olarak, Lozan’da büyük güçlerin “mevcut kurumların serbest çalışmasına müdahale edilmeyeceği” ve “bu kurumların, kurumların özel niteliğinin bozulmaması kaydıyla Türk yasalarına tabi olacağı” yönündeki önerisi de Türklerin endişelerini uyandırabilir. Türkler, herhangi bir şekilde siyasi kurumlar olarak hizmet eden ve zaman zaman Türkiye’nin iç işlerine diplomatik müdahale için bahane oluşturan yabancı kurumlara güvenmemek için haklı nedenlere sahiptir. Hayırsever kuruluşlar, siyasi amaçlara hizmet ettiği şüphesinden mümkün olduğunca uzak durmalıdır. Kendi iç değerleriyle ayakta kalmalı veya yok olmalıdır. Uluslararası fedakarlık tamamen saf kalmalı ve hiçbir tür zorlamaya dayanmamalıdır. Din konularında bu siyasi baskı unsuru kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır.
Yakın Doğu’da bu türden çıkarları olan hiçbir ülke Amerika Birleşik Devletleri kadar büyük bir çıkar sahibi değildir. Misyonları, okulları, hastaneleri ve yetimhaneleri on milyon doları aşan maddi bir yatırımı temsil etmektedir. Bu Amerikan kurumları, siyasi ajanlar veya propaganda merkezleri oldukları yönünde herhangi bir haklı şüpheye maruz kalmadan yıllardır faaliyetlerini sürdürmektedir. Kuşkusuz, imtiyazlardan yararlandıkları gibi, faaliyetlerini yürüttükleri incelikli ve yüce ruhlu tavırlarından da yararlanmışlardır. Bu kurumlar sayesinde Türkler, Amerikalılar’a genel olarak gerçek bir saygı duymaya ve ülkenin kaynaklarının geliştirilmesi ve ahlaki yenilenmesi için Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğini istemeye başladılar. Alaycı kişiler, son zamanlarda imzalanan “Chester Sözleşmesi”ni (TBMM ile Ottoman-American Development Company arasında imzalanan imtiyaz anlaşması – çn) Amerika Birleşik Devletleri’nin esas olarak Türkiye’nin ticari sömürüsüne ilgi duyduğunun kanıtı olarak alay konusu edebilirler. Ancak bu önemli tavizin gerçek niteliğinden tamamen bağımsız olarak, meselenin başka bir yönü daha vardır. Türkler, Avrupa’nın dayattığı ekonomik boyunduruktan kurtulmak istemekte ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi çıkar gütmemesine, iyi niyetine ve ulusal yeniden yapılanma görevinde etkili bir şekilde yardımcı olma yeteneğine tam güvenerek bu ülkeye yönelmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa güçleriyle birlikte, Kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmeli ve özel bir antlaşma müzakereleri yoluyla meşru Amerikan çıkarları için yeterli güvenceleri sağlamaya çalışmalıdır. Milliyetçilerin tam güvenine sahip olan Amerika Birleşik Devletleri, Türk milletinin yeniden ayağa kalkmasında çok önemli hizmetler sunmak ve böylelikle medeniyete ve tüm dünyanın çıkarlarına hizmet etmek için çok avantajlı bir konumdadır.
*PHILIP MARSHALL BROWN, Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü, 1907-1908 yılları arasında Konstantinopolis’te Amerikan Büyükelçiliği Sekreteri, 1908-1910 yılları arasında Honduras Büyükelçisi