Kanonlar Kültür Savaşlarını Kazanır

Mirasımızı yeniden keşfetmek, yenilenmenin hayati bir yoludur.

Uygarlık, kanonların bir ürünüdür. İncil bir kanondur; İlyada ve Odysseia antik Yunanlılar için tam anlamıyla kutsal metin olmasa da, Homeros’un bu destanları, bir insanın ya da bir kentin Yunan dünyasının parçası olmasının ne anlama geldiğini belirlemede büyük ölçüde etkili olmuştur. O dünya, neredeyse uygarlığın kendisiyle eşanlamlıydı. Yunan olmayan her şey barbar olarak kabul edilirdi.

Bugün elimizde bulunan Roma klasiklerinden oluşan kanon, büyük ölçüde önce Geç Antik Çağ’da, ardından Roma sonrası dönem ve Rönesans Avrupa’sında eğitimin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen eserlerden meydana gelmektedir. Aeneid okul çocukları için yazılmamıştı; fakat yüzyıllar boyunca bu eseri öğrenmek zorunda kaldılar. Erken modern Avrupa, tekil bir kanona değil, Kutsal Kitap ve dini metinlerle birlikte, Yunan ve Latin antikitesinden günümüze ulaşan en büyük metinlerin Batı uygarlığını birlikte şekillendirdiği birleşik bir kanona sahip olmakla kutsanmıştı.

Avrupalılar daha az bilinen kitapları da okuyordu; ancak Batı’da iyi eğitim almış bir insanın ahlaki ve entelektüel temelleri kanonda yatıyordu. Kanonun bileşimi yüzyıllar boyunca değişmiş olsa da, makul ölçüde istikrarlı bir çekirdeğe sahipti. Bu durum, yalnızca farklı bölgelerden veya ülkelerden gelen Batılıların ortak bir kültürel edebiyat üzerine birbirleriyle konuşabilmesine imkân tanımakla kalmıyor, aynı zamanda yüzyıllar boyunca süren bir diyaloğa da olanak sağlıyordu. Yunanca, Latince ve İbranice, erken modern Batı’da hem uluslararası hem de kuşaklar arası dillerdendi. Ancak Ben Jonson’ın Shakespeare’i “az Latince, daha da az Yunanca bilen” diye tanımladığı gibi, mütevazı bir oyun yazarı bile, her zaman orijinal dilinden olmasa da çeviriler aracılığıyla kanona yeterince aşina olabilir ve kendi başyapıtlarını bu hazinenin bir parçası hâline getirebilirdi.

Ne var ki on dokuzuncu yüzyıldan bu yana, kanon saldırı altındadır. Yeni demokrasilerin ve sanayi devletlerinin kitleleri kanonun düşmanı değildi; tam tersine, çoğu zaman onun itibarıyla saygı duyuyor ve eskiden yalnızca beyefendilerin kolaylıkla erişebildiği türden bir eğitimi edinmeyi arzuluyorlardı. Asıl tehdit edici olan, yalnızca ticareti düşünen ya da insan karmaşıklığını bir bilim dalının yalın karakterine indirgemeye çalışan yeni bir tür kültürsüz (philistine) figürün ortaya çıkışıydı. Kendilerini ilerlemenin savunucuları olarak sunan demagoglar da, bu eserleri sıradan insanlar için fazla zor bularak, kanonu sınıfsal ayrımların devamından sorumlu tutmaya ve böylece onun itibarıyla mücadele etmeye başladılar. Kitlesel kamu eğitiminin başlangıcından itibaren, klasiklere dayalı bir geleneği savunan eğitimciler ile daha faydacı, daha eşitlikçi ya da daha terapötik bir müfredat isteyenler arasında bir çatışma yaşanıyordu.

Daha üst bir düzeyde ise, akademisyenlerin kendileri klasik eserleri kanonik kılan niteliklerden uzaklaştılar. Eski kitaplar, yalnızca eski oldukları için incelenmeliymiş gibi görülüyor ve en çok da zamanla sınırlı yönlerine dikkat ediliyordu. Kaba bir tarihselcilik benimseyen akademisyenler, zamanı altında pek az süreklilik bulunan bir değişim birikimi olarak görmeye başlamışlardı. Peki, on dokuzuncu ya da yirminci yüzyılda Cicero’yu okuyan biri, önceki çağlardaki okurlarla —hatta bizzat Romalı Cicero’yla— nasıl bir söyleşiye katılabilirdi? Artık asıl ilgi odağı süreksizliklerdi—dili belirli bir zaman dilimi içine hapseden şey buydu; yazarlar, üzerine yazdıkları metinler antik de olsa, aslında yalnızca çağdaşlarını anlayabiliyorlardı.

Bu sırada, siyasal değişimler de kanonun statüsünü zayıflattı. Klasik eğitim almış seçkinler artık iktidar üzerindeki tekel haklarını, hatta bu iktidara ulaşma konusunda sahip oldukları açık avantajı bile kaybetmişti. Tüm bu nedenlerin ve daha fazlasının birleşimi, bir zamanlar medeni kurumlarımızın temelini oluşturan liberal öğrenimin artık gereksiz ya da daha kötüsü, zararlı görülmeye başlandığı bir dünyaya yol açtı. Kanonu genişletmeye ve güncellemeye yönelik iyi niyetli girişimler bile, onun sıradanlaşmasına katkı sağladı. Çeşitliliğe yönelik modern duyarlılık adına kanona dahil edilen eserlerin çok azı, Shakespeare’in yaptığı gibi yerleşik kanonla bir diyalog içindedir.

Ancak kanonun aşınması, uygarlığımızı yenilenme imkânından mahrum bırakmaktadır. Son onyıllarda ekonomik küreselleşme ve kitlesel göç, ulus kavramının coğrafi ve soy bağlarına dayalı bağlarını gevşetirken, kanonun sağladığı ortak kültürel bağ her zamankinden daha acil bir şekilde ihtiyaç duyulan bir unsur hâline gelmişti—fakat bu bağ da koptu.

Bugün Batı kanonu, yalnızca birkaç tuş vuruşuyla internette serbestçe erişilebilir durumdadır; ancak yirmi birinci yüzyılın erkek ve kadınları arasında, kolayca indirebildikleri bu metinleri nasıl okuyacaklarını bilenlerin sayısı giderek azalmaktadır. Ne yazık ki, çoğu zaman kitapların yalnızca bilgi derlemeleri ya da sözcüklerle çizilmiş hoş resimler olduğuna inandırılacak şekilde yanlış eğitilmişlerdir. İşte bu yüzden, 2025’in kültürsüzü (philistine), yapay zekânın insan gibi yazabileceğine inanmaktadır. Yapay zekâ, bilgi derleme ve dili insanların alışkın olduğu kalıplarda düzenleme konusunda ustadır. Ancak eksik olan, yalnızca canlı bir zihnin sağlayabileceği şeydir: dünyayla yalnızca bir ifade yığını olarak değil, bir bütün olarak ilişki kurmak. Ne var ki insan okurlar, klasik eseri CliffsNotes özetleriyle karıştırdıkları sürece, insanla makineyi edebî üretimleri üzerinden ayırt etmek zor olacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri ve dünya, sert gerçeklere ve sağduyuya geri dönüşü zorunlu kılan büyük siyasal çalkantıların ortasındadır. Ancak devlet adamlığını yeniden tesis etmek bile, uygarlığın canlılığını geri kazanmak bir yana dursun, sadece siyasal bir düzeltmeden fazlasını gerektirecektir. Bizi biz yapan kanon da yeniden kazanılmalıdır.

Kaynak: https://modernagejournal.com/canons-win-culture-wars/249332/