Kan ve Korku Krallığı: Esad Diktatörlüğünün Hikâyesi

2009 yılında kaybettiğimiz üstad Ergun Göze’nin çevirdiği “Diktatörler Yüzyılı” adlı eser, insanlığın başına bela olmuş yüzlerce diktatörün hikâyesini anlatıyordu. 20. yüzyılın siyasi dramını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu kitap, zulümle yoğrulmuş birçok rejimi ve onların karanlık yüzlerini gün yüzüne çıkarıyordu: Zulümleri, hırsızlıkları, akıl almaz akılsızlıkları, zavallılıkları, çok kanlı ve zaman zaman da sempatik görünen maskeleriyle A’dan Z’ye 20. yüzyılın diktatörleri. Bu diktatörler arasında, geçen yüzyıldan bu yüzyıla kalmayı başarmış nadir rejimlerden biri de Esad diktatörlüğü idi. Ortadoğu’yu koca bir zindana çeviren bu barbar rejimin çöküşüyle, bölge son büyük diktatörlüğe veda ediyordu.

Esad rejimi, Hafız Esad’ın 1970 yılında gerçekleştirdiği darbeyle başlamış ve tam anlamıyla bir zulüm düzenine dönüşmüştür. Hafız Esad, 1982’de Hama’da 40 bin insanı katlederken, 1976’da Tel el-Zaatar kampında binlerce Filistinliyi katleden emirleri vermiştir. Oğlu Beşar Esad ise babasının kanlı mirasını devam ettirmiş, varil bombaları ve kimyasal silahlarla kadın, çocuk demeden yüzbinlerce insanın canına kıymıştır. Bu zulüm düzeni, yalnızca fiziksel katliamlarla sınırlı kalmamış, bütün bir ülkeyi devasa bir zindana dönüştürmüştür. “Esad ya da ülkeyi yakarız” stratejisi, halkı sindirme, kuşatma ve zorunlu göçe zorlama gibi yöntemlerle uygulanmış; sonuçta ülke adeta bir insan mezbahasına dönmüştür. Suriye Devrimi’nin başlarında Beşar Esad, İran, Irak ve Lübnan’dan gelen misafirlerine şöyle demişti: “Babam onlara otuz yıl sustukları bir ders verdi, ben ise onlara yüz yıl unutamayacakları bir ders vereceğim.” Gerçek şu ki, zalim bu meseleyi her zaman mezhepsel bir mücadele olarak gördü ve halkıyla diyalog kurmaya ya da bir orta yol bulmaya asla hazır olmadı.

Suriye’deki zulmün en korkunç simgelerinden biri, Sednaya Hapishanesi’dir. Uluslararası Af Örgütü tarafından “insan mezbahası” olarak tanımlanan bu hapishane, işkence ve vahşetin sembolü haline gelmiş, Suriyelilerin hafızasında derin bir yara bırakmıştır. Sednaya’nın kapıları devrimciler tarafından açıldığında, içerideki vahşetin boyutları dünyaya tüm çıplaklığıyla gösterilmiştir. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, Esad rejimi Suriye genelindeki 100’den fazla gözaltı merkezinde sistematik işkence uygulamış, toplu mezarlarla dolu alanlar bırakmıştır. Sednaya Hapishanesi’nin çevresindeki arazilerde bulunan toplu mezarlar, bu rejimin insanlık tarihindeki kara lekelerinden biri olarak yerini almıştır. Esad rejimi, yalnızca belgelenen rakamlara göre en az 500 bin insanı tutuklamış, yüzlercesi için resmi kayıtlarda “vefat” ilanı verilmiş ancak cesetlerine ulaşılamamıştır. Bu gerçekler ışığında, tüm uluslararası insan hakları kuruluşları Sednaya ve diğer hapishaneleri araştırmalı; uluslararası mahkemelerde bu zulmün sorumluları hakkında davalar bir an önce açılmalıdır.

Hem baba Esad hem de oğul Esad döneminde inşa edilen onlarca zindanda, ülkenin yarısından fazlası bu korku makinesinden geçirilerek sindirildi. Bir istihbarat (muhaberat) rejimine dönüşen ülkede, zindanlardan yayılan dehşet dolu anılar halkı adeta lâl etmişti. İnsanlar, özgürlük ve adalet kavramlarını bırakın sokakta, evlerinde dahi dile getirmekten korkuyordu. “Duvarların kulağı vardır” anlayışı, ülkede eleştiri kültürünü tamamen yok etmişti. Bu zulüm çarkından kimler geçmedi ki? Solcusundan liberaline, dindarından demokratına, komünistinden sıradan vatandaşına, Hristiyanından Dürzisine, Nusayrisinden Sünnisine, Kürdünden Türkmen’ine kadar toplumun tüm kesimleri bu mezbahadan nasibini aldı. Ülkede hâkim olan tek bir kural vardı: Ya itaat edeceksin ya da susacaksın.

Suriyeli ünlü Hristiyan yazar Michel Kilo’nun hapishanede karşılaştığı bir çocuk ve annesi hakkında anlattığı hikâyeyi okuyan ya da dinleyen var mı? Bu hikâye, yalnızca bütün Suriye’nin hikâyesi değil; aynı zamanda “mağripten maşrıka” bütün Arap halklarının yüzyıllardır süregelen trajedisidir. Bu hikâyeyi okuduğunuzda ya da dinlediğinizde, bugün Suriye’de tanık olduğumuz ölüm ve yıkım, tüm dehşet verici boyutlarına rağmen, o çocuk ve annesine yaşatılanlardan daha korkunç görünmüyor. Aksine, şu an yaşananların, geçmişte yapılanların doğal bir sonucu olduğunu hissediyorsunuz. Sanki hayat, o topraklarda insanlara reva görülen zulüm ve aşağılanmaya sessiz kalınmasının intikamını alıyor. Üstelik bu, bir zamanlar dünyaya alfabeyi hediye eden bir halkın başına geliyor.

Michel Kilo’nun bu hikâyeyi anlattığını dinlediğim günden beri, içimde tarifsiz bir hüzün ve korku yaşıyorum. “Ya o anne ya da o çocuk ben olsaydım?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Hikâyeyi bilmeyenler için kısaca özetlemek gerekirse: Michel Kilo, Suriye rejiminin hapishanelerinden birinde tutukluyken, bir gece gardiyanlardan biri, komşu hücredeki küçük bir çocuğa masal anlatmasını rica eder. Kilo, bitişikte küçücük bir hücrede 25 yaşlarında bir kadın ve yaklaşık 4 yaşında bir çocuk görür. Kadın, babasının teslim olmasını sağlamak için altı yıldır rehin tutulmaktadır. Hapiste tecavüze uğramış ve burada bu çocuğu doğurmuştur. Kilo, çocuğa bir masal anlatmaya çalışır; fakat anlatamaz. Çünkü çocuk, hapishane dışında bir hayatı hiç bilmemektedir. Örneğin, “Bir zamanlar bir kuş vardı…” diye başladığında çocuk, “Kuş nedir?” diye sorar. Kilo, bu deneyimden sonra şöyle der:
“Dilimin ucuna tek bir kelime bile gelmedi. Orada, kendi içime çekilmiş bir şekilde oturdum. Bir süre sonra gardiyan geldi, hücremin kapısını açtı ve kimsenin bizi görmediğinden emin olduktan sonra çocuğa masal anlatıp anlatmadığımı sordu. Yüzümdeki yaşları gördüğünde hiçbir şey demeden kapıyı kapatıp gitti.”

Bu hikâye, yalnızca bir annenin ve çocuğun yaşadığı trajediyi değil, bütün bir halkın çektiği acının ve maruz kaldığı zulmün özetidir. Suriye’nin o karanlık zindanlarında yankılanan bu masum sorular, insanlığın hafızasında silinmeyecek bir iz bırakacaktır. İnsan onurunun paramparça edildiği bu hapishaneler, Esad rejiminin halkına reva gördüğü zulmün en çıplak kanıtıdır.

Bu rejim, dünyada eşi benzeri olmayan bir azınlık mezhep rejimidir. Ülkenin kontrolünü, askeri ve istihbarat (muhaberat) mekanizmaları aracılığıyla ele geçiren bu azınlık, çoğunluktan ve diğer azınlıklardan bazı vitrin figürleri yerleştirerek göstermelik bir yönetim yapısı oluşturmuştu. Ancak gerçekte, aynı rejim, ülkeyi babadan oğula devredebilmek için anayasayı dakikalar içinde değiştirebilecek kadar pervasızdı; sanki Suriye, onların özel çiftliğiymiş gibi. Rejim, nüfusun %10’unu bile aşmayan ve bir kısmı da kendisine karşı olan bir azınlığa dayandığı için, başka bir seçeneği kalmamıştı: Devleti askerileştirdi, halkı korku ve baskıyla yönetti. Zamanla, özellikle oğul Esad döneminde, baskı yapmak için adanmış küçük bir çeteye dönüştü ve ardından şaşırtıcı bir açgözlülükle ülkenin kaynaklarını yağmalamaya girişti.

Bu rejimin baskıcı tarihini açığa çıkarmak için onlarca ciltlik kitaba ihtiyaç var. Nitekim bu konuda pek çok roman ve eser yayınlandı; hatta aynı ülkede üretilen bazı diziler bile rejimin kanlı ve yozlaşmış yönlerini bir nebze ifşa etti. Suriyeli Hristiyan yazar Mustafa Halife’nin “Salyangoz” adlı romanı, bu zindanlarda yaşananların sadece küçük bir bölümünü ortaya koyuyor. Romanın her sayfasında, insanı derinden sarsan bir trajediyle karşılaşıyorsunuz. Ancak bu romanlar ve yapımlar, bir yandan halkı rahatlatmayı hedeflerken, diğer yandan korkunun daha da derinleşmesine yol açtı.

Bu rejime karşı duruş, yalnızca Irak’ın işgalinden sonra artan mezhepsel kutuplaşma dönemine bağlı değildi. Bu tavır, daha öncesine dayanıyor. Çünkü bu rejimin Arap coğrafyasında bir benzeri yoktu. Suriye Devrimi, dış siyasetin etkisinden çok, rejimin baskıcı, kanlı ve yozlaşmış yapısına bir başkaldırıydı. Bütün bu sebeplerle, Esad rejiminin çöküşüne duyulan büyük sevinç, başka hiçbir şeye benzemez. Bu sevinci, direniş iddiasında bulunanların sesleri, komplo teorilerine saplananların yaklaşımları ya da Filistin bahanesiyle halkı suçlayanların sözleri bile gölgeleyemez.

Sonuç olarak, Esad rejimi ne Ortadoğu’daki son laik rejimdi, ne demokrattı, ne de sosyalist. Bilakis, 20. yüzyıldan kalma, Ortadoğu’nun en eli kanlı rejimiydi. Ülkeyi koca bir zindana çeviren bu diktatörlük yıkıldığında, ülkedeki bütün etnik, dini ve ideolojik gruplar büyük uykudan uyanıp korku duvarını yıkmayı başardılar. Bugün, zalim Esad rejiminin düşmesiyle birlikte, zulüm sayfasını kapatan Suriyeliler, her zaman hayalini kurdukları adalet ve onur dolu bir Suriye için yeni bir umut kapısı aralıyor. Yeni bir Suriye inşa edilecekse, bu ülke, bütün yaralarını saracak; özgürlüğün, hukukun ve insan haklarının egemen olduğu bir geleceğe doğru yol alacaktır. Zulüm biter, ama insanlığın umudu asla tükenmez.