İttihat ve Terakki Cemiyeti ve İslamcılık (1)
Osmanlı’nın son dönemine dair modern tarih tezlerinin önemli bir kısmı, diyalektik bir ilerleme çizgisi arayarak İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile Kemalizm arasında doğrudan bir süreklilik kurar. Ancak bu yaklaşım iki akımın arasındaki kimi apaçık çelişkileri açıklamakta yetersiz kalır. Örneğin İTC, ülkede uygulama açısından modern bir medeni hukuk düzenine ihtiyaç duyulduğunda Maliki fıkhına (şeriat yorumuna) dayanan Hukuk-i Aile Kararnamesini yürürlüğe sokmuştur. Buna karşılık Kemalizm, aynı ihtiyacı Batılı bir kanun metnini- İsviçre Medeni Kanunu’nu- doğrudan ithal ederek karşılamıştır. İki yaklaşım arasındaki bu tip farklar, süreklilik tezinin göz ardı ettiği önemli bir kırılmalara işaret eder. Çoğunlukla görmezden gelinen ya da tevil edilmeye çalışılan bu çelişki literatürdeki yeni çalışmalarda ele alınmaya başlandı. Özellikle İsmail Küçükkılınç’ın “Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihatçılık” adlı çalışması, süreklilik tezine karşı güçlü bir alternatif ortaya koydu ve yeni araştırmaların önünü açtı. Bugün tarih yazımında daha önce göz ardı edilen bir gerçeklik de tartışılmaya başlandı: İttihat ve Terakki’nin İslamcılıkla ilişkisi.
İttihat ve Terakki İslamcı mıydı?
Meselenin doğru bir zeminde tartışılmasını engelleyen temel sorun, cemiyetin tarihini 1889’da Askerî Tıbbiye’de kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyetine (İOC) kadar geri götürüp, cemiyet tarihini 1918’deki feshe kadar kesintisiz bir bütünlük içinde görmekten kaynaklanıyor. Oysa bu yaklaşım büyük resmi kaçırıyor. İOC, aslında tipik bir Jön Türk örgütlenmesiydi; yalnızca İttihatçıları değil, daha sonra İttihat ve Terakki’ye muhalif olacak liberal akımları da besledi. 1908’de meşrutiyeti ilan eden kadronun ağırlık merkezini ise Paris ve Cenevre merkezli gruplar değil, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti (OHC) yani İTC’nin Rumeli kolu teşkil ediyordu. Rumeli kolu İTC’de o denli belirleyici olmuştur ki İOC’un kurucularından İbrahim Temo bile zamanla cemiyet dışına itilmiş, Osmanlı Demokrat Fırkasını kurarak İTC’ye karşı muhalefete başlamıştı. İOC’un kurucularından ve İttihatçı çevrelerde pek de sevilmeyen Abdullah Cevdet Bey de bu muhalefet fırkasına katılanlar arasındaydı. Pozitivist-ateist kimliğiyle bilinen ve Meşrutiyet ilan edildiğinde İTC Reisi sıfatına sahip olan Ahmed Rıza Bey, başlarda kendisine verilen Meclis Başkanlığı gibi yüksek bir göreve karşın bir iki senede partiden dışlanmış, 1910 itibarıyla merkez-i umumiden çıkarılarak partideki etkisi azaltılmıştı.
İTC hakkındaki literatürün çoğunlukla gözden kaçırdığı olgu İTC’de zamanla ağırlık kazanıp genel politikalarda belirleyici olan hizbin Rumeli kolunun Manastır Şubesi olduğudur. İTC’nin Manastır şubesi Enver Bey, Vehib Bey, Habib Bey, Miralay Sadık gibi dindar-muhafazkar subaylara sahipti. Sahil şeridindeki kozmopolit Selanik’in aksine dağlık bir iç bölge olan Manastır’da dindar Arnavutlar da yoğun bulunmaktaydı. Manastır Şubesinin en önde gelen ismi Makedonya’daki eşkıya mücadelesinde nam salmış Hürriyet Kahramanı Enver Bey’di ve onun dindar karakteri doğal olarak kurucusu olduğu şubeye de sirayet etmişti. Muhafazakar Arnavutların kendisine çokça itibar ettiği Resneli Niyazi Bey de İTC’nin Manastır kolundandı. İTC Manastır şubesinin, sivil memur ağırlıklı Selanik şubesinden nazaran daha etkin ve çatışma tecrübesine sahip askerleri içermesi zamanla bu fraksiyonun İTC’deki etkisinin artmasıyla sonuçlandı.
İTC’nin kuruluşundan yıkılışına değin homojen bir yapıda olmadığı söylenmişti. İTC’nin içindeki değişimler (her ne kadar daha ayrıntılı dönemlendirmeler yapılabilecekse de) temel olarak 3 dönemde incelenebilir. 1902-1908 yılları arasındaki ilk dönem; anayasal idarenin kurulması yolundaki mücadelenin doktrinine dair tartışmalar, OHC’nin İTC’ye katılması, merkeziyetçilerle adem-i merkeziyetçiler arasındaki ayrılıkların görünür hale gelmesi gibi olaylarla geçti. 1908-1913 dönemi ise anayasal devrim, iktidar mücadeleleri, adem-i merkeziyetçilerin muhalefete geçişi, 31 Mart Vakası, suikastler v.b olayları barındırdı. Bu dönemde İstanbul’daki yaşam tarzı merkeze alınarak bir Osmanlılık kimliği oluşturulmaya çalışıldı ancak bu kimlik siyaseti imparatorluğun Arnavutluk gibi bölgelerinde tepkiyle karşılandı.
Yaşadığı dönemde İTC muhaliflerinden olan Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin hatıralarında dikkat çektiği gibi İTC, 1913 itibarıyla artık Osmanlılaştırma politikasını terk ederek İttihad-ı İslam politikasına geçiş yaptı. Bu dönüşümü tetikleyen tecrübe Trablusgarp’taki mücadelede sergilenen Türk-Arap dayanışmasının ulaştığı başarıydı. Trablusgarp’ta, o güne kadar izlenen merkeziyetçi politikaların öngördüğünün aksine, yerel kıyafetler giyen ve Türkçe bilmeyen insanların sadece İslam motivasyonuyla ortak bir amaç uğruna etkili bir şekilde seferber edilebileceği görüldü. Osmanlıcılık vizyonuyla hareket eden merkez idarenin Balkan Harbindeki başarısızlığına karşın İttihad-ı İslam vizyonuyla gerçekleştirilen Trablusgarp harekatının nispi başarısı bu anlamda manidardı. Üstelik, kendisine çok güvenilen Arnavutluk coğrafyasının Balkan Harbinde kendisinden bekleneni yapmaması, savaşı Osmanlı Devletinden ayrılmak için bir fırsata dönüştürmesi, imparatorluğun Müslüman halklarıyla kuvvetli bir bağ kurmanın ne kadar önemli olduğunun da bir göstergesiydi. Enver Bey’in Kasım 1912’de yurda dönüşünü müteakip 8-10 aylık bir süreçte İstanbul merkezli Osmanlıcılık siyaseti yerini ümmet merkezli bir İttihad-ı İslam siyasetine bırakacaktı…
(Devam edecek)