İsrail’in İran’la Savaşı, Yahudi Üstünlüğünün Kırılganlığını Ortaya Çıkardı

Netanyahu’nun hükümeti, sahip olduğu siyasi gücün yetersizliğini perdelemek adına kendi halkına yönelen şiddete göz yumuyor.

Geçen perşembe akşamı Kudüs’e vardım.

On iki saat sonra, gece boyunca çalan sirenleri uykuda kaçırmış bir şekilde, İsrail ordusunun İran’a saldırdığı haberleriyle uyandım. Ben bir Amerikalı Yahudi aktivist ve araştırmacıyım; hayatım boyunca İsrail/Filistin topraklarında zaman zaman bulundum. Ancak bu ziyaret, diğerlerinin hiçbirine benzemiyor. Dördüncü günümde, mevcut İsrail hükümetinin nefes kesici ölçüdeki sorumsuzluğu karşısında gözlerim adeta açıldı. İran’a yönelik saldırılar, 7 Ekim’deki saldırılardan bu yana kamuoyunun desteğinden yoksun kalan bir siyasi liderliğin son hamlesi. Görünen o ki bu liderlik, zaten kırılgan olan Yahudi üstünlüğü projesine yeniden halk desteği sağlamak amacıyla terörü bir araç olarak kullanmakta kararlı.

Siyaset kuramcısı Hannah Arendt’in belirttiği gibi, güç ile şiddet birbirine ters orantılıdır. 1969 tarihli eseri Şiddet Üzerine (On Violence) adlı incelemesinde şöyle yazar: “Salt şiddetle yönetim, gücün yitirildiği yerde devreye girer.” Arendt, “Şiddeti gücün yerine koymak zafer getirebilir, fakat bedeli çok ağırdır; çünkü bu bedel yalnızca mağluba değil, galibe de kendi gücü üzerinden ödetilir” diye ekler. Arendt’in bu argümanı, bir hükümetin gücünün, kamusal destek ve katılımla inşa edildiği gerçeğine dayanır. Şiddet, halk desteğinden yoksun rejimleri ayakta tutabilir; ancak bu, büyük bir bedel karşılığında gerçekleşir. On yıllardır İsrail devletinin uyguladığı şiddetin bedelini Filistinliler ödüyordu—özellikle de 7 Ekim Hamas saldırılarından sonra tarif edilemez bir vahşetle. Ancak şimdi İran’la açılan yeni cephe, Netanyahu hükümetinin meşruiyetini yeniden kazanabilmek için kendi halkını İran’ın hedefi haline getirme konusundaki istekliliğini ortaya koymaktadır.

Bu çatışmayı başlatarak, Başbakan Binyamin Netanyahu ve hükümeti, İran füzeleriyle terörize edilecek bir halk manzarasına göz göre göre zemin hazırlıyor. Sadece birkaç gün önce bu hükümet, kıl payı bir gensoru oylamasından kurtulmuştu; şimdi ise bu siyasi tehdit, savaş yoluyla bertaraf edilmiş görünüyor. Ancak burada söz konusu olan dinamik, seçim siyasetinin ötesine uzanıyor. Bu durumu anlamak için geçmişte yaşanan kitlesel anti-Filistin şiddet ve tehcir olaylarına bakmak gerekiyor. Örneğin, merhum tarihçi Alon Confino’nun belirttiği gibi, 1948 öncesinde Yahudi kamuoyunda “daha az Filistinliyle mümkün olacak bir Yahudi egemenliği fikri” ortaya çıkmıştı. Yahudi egemenliğini ve kendi kaderini tayin hakkını Yahudi etnik homojenliğine bağlayan Siyonist hareket, Nekbe’ye (Nakba) yönelik Yahudi kamuoyunda bir iştah yaratmış oldu.

Bugün benzer, ancak yer değiştirmiş bir mantığın devrede olduğu görülüyor. 1948’de olduğu gibi, bugün de anti-Filistinli sürgün ve öldürme uygulamalarına yönelik geniş çaplı bir İsrailli-Yahudi desteği söz konusu gibi görünüyor. Ancak günümüzde bu destek, İsrail toplumunun neoliberalleşmesi üzerinden şekilleniyor—ki bu dönüşüm Louis Fishman tarafından daha 2021 yılında tespit edilmişti. Yahudi egemenliği hâlâ devletin temel meşrulaştırıcı gerekçesi olabilir; fakat aynı zamanda, kişisel güvenlik, maddi refah ve zenginleşme idealleri açısından da en azından kısmen işlevsel hale gelmiş durumda. (Fishman, bu ideallerin İsrailli-Yahudi siyasal tahayyüle kökleşmesinin Netanyahu’nun en belirgin başarılarından biri olduğunu belirtir.) Bu nedenle, Yahudi egemenliği ve üstünlüğü ideallerinin, mevcut İsrail hükümetinin Filistinlileri mülksüzleştirme ve tahliye etme yönündeki aşırıcı vizyonunu tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi için gereken aktif desteği sağlama konusundaki kapasitesinin sınırlı olduğunu düşünmek gerekir. Confino’nun da belirttiği gibi, 1948’de “etno-milliyetçi bir devlet hayali” Yahudilerin kendi komşularını sürgün etmeye teşvik edilmesi için yeterince güçlü bir motivasyonduysa, bugün Yahudi egemenliğinin havucuna bir de sopa eklemek gerekiyor.

Mevcut “sopa”nın, İran’ın füze saldırılarının yol açtığı İsrailli deneyimi olan terör olduğu açıkça görülüyor. 7 Ekim saldırılarının ardından olduğu gibi, İsrail hükümeti bu kez de füze saldırılarının kendi halkı içinde yeterli düzeyde korku ve travma yaratmasını umarak, hem İran’a yönelik uzun süreli bir askeri harekâta hem de Gazze’deki kitlesel şiddetin sürdürülmesine destek sağlamayı hedefliyor gibi görünüyor. Arendt’in diliyle konuşacak olursak, hükümetin, siyasi gücünün eksikliğini perdelemek amacıyla kendi halkına yönelen şiddete göz yumduğunu düşünebiliriz. Bu, Netanyahu hükümeti tarafından yapılan ve Filistinlilerin insanlıktan çıkarılması anlayışına dayanan ahlaken iflas etmiş bir kumardır. Gazze artık İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) için “ikincil bir cephe” olabilir; ancak Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere yönelik süregelen kitlesel şiddet, İran’la savaşın dolaylı ama kaçınılmaz bir yan ürünüdür.

Ancak bu yaklaşım, yıkım ölçeği Tel Aviv ile Gazze arasında hiçbir şekilde kıyaslanabilir olmasa da, İsrailli Yahudileri de tehlikeye atmaktadır. İsrail’de füze saldırılarında yaralanan ve hayatını kaybedenlerin sayısı artıyor. Bu sayılar uzaktan bakıldığında, özellikle de IDF’nin Gazze’deki suçlarıyla karşılaştırıldığında küçük görünebilir. Ancak savaş ilerledikçe bu rakamların dramatik biçimde artmayacağına dair hiçbir güvence yok. Netanyahu hükümetinin askeri kumarlarının geçerli parası, tüm Orta Doğu’da insanların hayatlarıdır.

Cumartesi gecesi bir sığınak yönünde yürürken, füze önleme sistemlerinin gökyüzünde bıraktığı parlak izleri gördüm: Sanki gökyüzü bizzat canlanmış gibiydi. Sığınakta, çocuklar ve ebeveynler köşelerde uyuyordu. Diğerleri ise, kesintili hücresel bağlantı içinde telefonlarını sürekli yenileyerek oturuyordu. En azından geçmişte bildiğim haliyle Kudüs, artık adeta askıya alınmış bir haldeymiş gibi hissettiriyor.

Devam eden gerilimin tırmanışı kaçınılmaz değil—gerçi burada bana öyle hissettirdiği zamanlar oluyor. Ancak yön değiştirebilmek için, hem İsrail’de hem de Diaspora’da yaşayan biz Yahudilerin, Yahudi üstünlüğü ve egemenliğine dayalı mevcut yapı ve yatırımları aşmamız gerektiğine inanıyorum. Bu, hiç de küçük bir görev değil; özellikle de İsrail’in siyasi liderliğinin hem İsrailli hem de dünya Yahudilerini tam da bu idealler doğrultusunda seferber etmeye çalıştığı bir anda.

Ama her zaman bir alternatif mümkündür. Şu anda bile.

Kaynak: https://www.commondreams.org/opinion/israel-war-iran-fragility