İsrail’in Gazze’deki Soykırımında Beş Asırlık Batı Sömürgeciliğinin Yüzünü Görüyoruz

Batı dünyası buna karşı harekete geçmekte neden bu kadar yavaş kaldı?

Hiroşima’nın 80. yıldönümünde Gazze üzerine düşünmek

Bazen, yazı masamın başına oturmak benim için zor oluyor. İçimde, mutlaka dile getirilmesi gereken bir şey olduğunu biliyorum; ama kelimeler boğazıma düğümleniyor. Hatta bulabilsem bile, tek bir küçük sesin ne etkisi olabilir ki diye soruyorum kendime. Bu, gerçekten anlamlı bir süreç mi? Her gün, kemikleri sıska bedenlerinden dışarı fırlamış çocukların — hele ki uzuvlarını kaybetmiş çocukların — fotoğraflarını görmek; üstelik Batı dünyasının büyük kısmı hâlâ İsrail’e destek verirken… Bu manzaralar, bu dehşeti durdurma konusundaki çaresizliğimizin yarattığı derin bir umutsuzlukla içimi delip geçiyor.

Ama sonunda bu çabayı göstermek zorundayım. Bundan daha anlamlı bir gün olamazdı: 6 Ağustos — Amerika Birleşik Devletleri’nin, savaşta kullanılan ilk atom bombasını Japonya’nın Hiroşima kentine atmasının 80. yıldönümü. Üç gün sonra, ikinci bomba Nagazaki’ye bırakılmıştı. Tarihçilerin büyük çoğunluğu bunun tamamen gereksiz olduğu konusunda hemfikir; Sovyetler Birliği’nin savaşa girişi, Japonya’nın teslim olmasının önünü zaten açmıştı. Üstelik Tokyo’nun bombalanmasında, tek bir günde ölenlerin sayısı bundan bile fazlaydı.

Şimdi ise, inanması güç olsa da, daha da yıkıcı olaylara tanık oluyoruz. İsrail’in Gazze’ye attığı bombaların toplam gücü, Hiroşima bombasının altı katı ya da daha fazlasına denk geliyor; yani yaklaşık 90.000–100.000 ton yüksek patlayıcıya eşit. Bu yıkımın, Japon şehirleri de dahil olmak üzere modern tarihte herhangi bir kentsel alanda yaşanan en büyük yıkım olduğu söyleniyor. Üstelik şimdi, geriye kalan sivil nüfus üzerine çok daha yaygın bir silah olan açlık salınmış durumda. Birleşmiş Milletler ile bağlantılı bir grup, kıtlığın “en kötü senaryoya” ulaştığını belirtiyor. Toplam ölü sayısı genellikle 60.000 civarında ifade ediliyor, ancak bu rakam rahatlıkla yüz binleri bulabilir. Hayatta kalanların büyük bölümü ise yaşamları boyunca hem fiziksel hem de psikolojik olumsuz etkiler taşıyacak.

Bu, açıkça bir soykırım. Ve her ne kadar çok geç kalmış olsalar da, İsrailli insan hakları örgütü B’tselem (B’tsalem) 28 Temmuz’da, tamamı büyük harflerle yazılmış “BİZİM SOYKIRIMIMIZ” başlıklı bir rapor yayımladı. Raporda şu sonuca varıldı:
“İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki politikası ve bunun korkunç sonuçları ile İsrailli üst düzey siyasetçilerin ve askeri komutanların saldırının hedefleri hakkındaki açıklamaları birlikte incelendiğinde, İsrail’in, Gazze Şeridi’ndeki Filistin toplumunu yok etmek için koordineli ve kasıtlı bir eylem yürüttüğü sonucuna varmak kaçınılmazdır. Başka bir deyişle: İsrail, Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere karşı soykırım işlemektedir.”

Aynı gün, İnsan Hakları için Hekimler – İsrail (Physicians for Human Rights – Israel) kendi açıklamasını yaptı. Bunu uzun bir alıntıyla aktarmak yerinde olacaktır.

“Bugün, PHRI (İnsan Hakları için Hekimler – İsrail), bu saldırıyı olduğu gibi belgeleyen bir görüş raporu yayımlıyor: Gazze’nin sağlık sisteminin ve bununla birlikte halkının hayatta kalma kapasitesinin kasıtlı ve kademeli olarak ortadan kaldırılması. Bu, soykırım anlamına geliyor. İsrail’in hastaneleri bombalaması, tıbbi ekipmanları tahrip etmesi ve ilaç stoklarını tüketmesi, hem acil hem de uzun vadeli sağlık hizmetlerini neredeyse imkânsız hâle getirdi. Sistem, amansız saldırılar ve ablukanın ağırlığı altında çöktü.

“Her gün, onlarca insan yetersiz beslenmeden ölüyor. Altı ay ile iki yaş arasındaki bebeklerin yüzde 92’si yeterli gıdaya ulaşamıyor. En az 85 çocuk açlıktan hayatını kaybetti. İsrail, Gazze halkının 10 kişisinden 9’unu yerinden etti; evlerin yüzde 92’sini yıkarak veya ağır hasar vererek yarım milyondan fazla çocuğu okuldan ve istikrardan mahrum bıraktı. Diyaliz, doğum öncesi bakım, kanser tedavisi ve diyabet yönetimi dâhil olmak üzere temel sağlık hizmetlerini tamamen ortadan kaldırdı.

“Bu geçici bir kriz değil. Yaşam için gerekli koşulları ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji. İsrail saldırıyı bugün durdursa bile, verdiği yıkım; açlık, enfeksiyon ve kronik hastalıklardan kaynaklanan önlenebilir ölümlerin yıllarca devam edeceğini garanti ediyor. Bu, ikincil hasar değil. Savaşın yan etkisi değil. Yaşanmaz koşulların sistematik olarak yaratılması. Hayatta kalma hakkının reddi. Bu, bir soykırımdır.”

İsrail’i, Gazze toplumunu yaşanmaz koşullar yaratarak yok etmekle suçlayan her iki grup da, 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan tanımları esas alıyor. Bu tanımlardan biri, “Bir grubun, fiziksel olarak tamamen veya kısmen yok edilmesini amaçlayan yaşam koşullarını kasten dayatmak”tır.

Buna, İsrail’e yönelik rüzgârın yön değiştirmeye başladığına dair genel bir hissiyat eşlik ediyor. Fransa, İngiltere ve Kanada, Filistin devletini tanıma planlarını açıkladı; ancak son iki ülke bu tanımaya bazı şartlar koydu. Barack Obama, Donald Trump ve Keir Starmer gibi önde gelen isimler, aç bırakma kampanyasının sona erdirilmesi yönünde açıklamalar yaptı; ancak Trump’ın, yetkisi dâhilinde İsrail’e silah sevkiyatını durdurmaya yönelik somut bir adımı olmadı. Dolayısıyla onun sözleri, yalnızca boş bir erdem gösterisi (virtue-signaling) gibi görünüyor.

Neden bu kadar uzun sürdü?

Bu açıklamalara yönelik genel kanaat şu: “Bu kadar uzun sürdü, neden?” Görebilenler, 2023’te savaşın ilk günlerinden itibaren — İsrail’in Gazze sınırlarını kapatıp yoğun bombardımana başladığı andan beri — bunun bir soykırım olduğunu söylüyordu. Bu, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi Direktörü Craig Mokhiber için de en baştan açıktı. Mokhiber, 28 Ekim 2023’te istifasını açıkladığında yazdığı mektupta şunları ifade etti:
“…Filistin halkına yönelik mevcut topyekûn katliam, etno-milliyetçi yerleşimci sömürgecilik (settler colonialism) ideolojisine dayanıyor; on yıllardır süren sistematik zulüm ve tasfiyenin, yalnızca Arap olmalarına dayalı devamı niteliğinde. Buna, İsrail hükümeti ve ordusundaki liderlerin açık niyet beyanları eşlik ediyor. Bu durum, şüpheye veya tartışmaya yer bırakmıyor… Bu, ders kitaplarına geçecek bir soykırım örneğidir. Filistin’deki Avrupa kökenli etno-milliyetçi yerleşimci sömürge projesi, yerli Filistin yaşamının son kalıntılarının hızla yok edilmesine yönelik son aşamasına girmiştir.”

İsrail, savaşın başında liderlerinin sözleriyle zaten niyetini açık etmişti; fakat uygulamaları soykırımı artık o kadar aşikâr hale getirdi ki, Ocak 2024’te Uluslararası Adalet Divanı, Güney Afrika’nın yaptığı soykırım suçlaması karşısında bunun “makul” olduğu yönünde karar verdi. Artık bunu inandırıcı bir şekilde inkâr etmek mümkün değil.

Peki neden bu kadar uzun sürdü? Ve neden hâlâ devam ediyor? Şu sonuca varmak zorundayım: İsrail’in Gazze’de — ve Batı Şeria’da daha az dikkat çeken — yaptıklarında, Batı kendi acımasız sömürgeci geçmişinin yansımasını görüyor. Gazze’deki toplu katliam, Avrupalı fatihlerin Amerika, Afrika ve Asya’da işlediği imhalardan farklı değil. İsraillilerin, “Çocuklar büyüdüklerinde terörist olacakları için öldürülmeli” dediklerine inanmakta zorlanıyor muyuz? Oysa ABD Ordusu Albayı John Chivington’un, Colorado’daki Sand Hill’de barışçıl bir yerli kampına düzenlenen saldırıda — çocuklar dahil — herkesi öldürme emrini verdiğini hatırlıyor muyuz? “Kızılderililere sempati duyan herkesin canı cehenneme! … Büyük, küçük herkesi öldürün ve kafa derilerini yüzün; bitler bit yapar.” 1600’lerde Yeni İngiltere’den 1800’lerde Kaliforniya’ya kadar pek çok katliam yaşandı. Kıyıdan kıyıya soykırım.

Açlığı bir silah olarak kullanmayı dehşetle karşılıyorsak, şunu da hatırlayalım: ABD ordusunun, Batı’nın büyük kısmına hükmeden Sioux ve Komançi kabilelerini askeri olarak yenemediği dönemde, onları yenmenin merkezî stratejilerinden biri bufalo sürülerini yok etmekti. General Philip Sheridan, bunun “Kızılderili sorununu çözmek için gerekli” olduğunu söylemişti. Aynı Sheridan, kendisine atfedilen “İyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir” sözleriyle de tanınır. Bunu gerçekten söylemiş olsun ya da olmasın, 19. yüzyıl Amerika’sında bu, yaygın bir anlayıştı. Dolayısıyla, daha sonraki bir yerleşimci koloni olan İsrail’den benzer sözler duymak bizi şaşırtmamalı.

Bugün gördüğümüz şey, aslında kendi tarihimizin yalnızca yüksek teknolojiyle yeniden sahnelenmiş hâli. Wounded Knee’de yerli halkı biçen Gatling makineli tüfeklerinin yerini, bugün Refah’a 2000 librelik (yaklaşık 900 kg) bombalar bırakan F-16’lar almış durumda. Bunu görmek bizi şoke ediyor; çünkü İsrail, 21. yüzyılda, Batı uluslarının 1400’lerden itibaren yaptıklarını uyguluyor. İsrail, birçok bakımdan bir “geriye dönüş” (throwback). Yahudi devleti fikri, 1800’lerin sonlarında, Batı sömürgeciliğinin doruğunda ortaya çıktı. Avrupalı beyazların, diğer halklar üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip “üstün bir ırk” olduğu düşüncesi, başkalarının topraklarını ele geçirmeye ve soykırım yapmaya entelektüel bir meşruiyet kazandırıyordu. Bugün, Filistin toprakları üzerinde “Yahudi üstünlüğü” ve “hak iddiası” söylemlerinde bu anlayışın yankılarını duyuyoruz. Tıpkı Batı’nın hegemonya iddialarında olduğu gibi, bu söylemler çoğu kez bir tür dinsel gerekçeye dayandırılıyor. Sonuçta ise, bu düpedüz hırsızlıktır.

İsrail’in Gazze’de yaptıklarının, giderek daha fazla Hitler ve Nazilerin eylemleriyle karşılaştırılmasının bir nedeni de, Hitler’in de bir tür “geriye dönüş” olmasıdır. Onun en büyük suçunun, beyaz Avrupalılara, onların Küresel Güney’deki (Global South) beyaz olmayan halklara davrandığı şekilde davranmak olduğu söylenir. Hitler, Almanların Doğu Avrupa bozkırlarını, tıpkı ABD’nin Batı’yı kolonileştirdiği gibi kolonileştirmesini hayal ediyordu. Batı sınır maceraları yazan Alman yazar Karl May’in sıkı bir hayranıydı ve trenine “The America” adını vermişti. Ne var ki, Hitler’in durumunda, yerli halkın tankları vardı ve soykırıma uğratılmaları o kadar kolay değildi.

Sömürgecilik hayatımızın içine işlemiş durumda

Eğer sömürgecilik yalnızca tarihsel bir olgu olsaydı ve modern dünyada varlığını sürdürmeseydi, belki de rüzgâr İsrail’in aleyhine çok daha önce esmeye başlardı. Fakat bu, hayatımızın öylesine derinlerine işlemiş temel bir gerçek ki, çoğu zaman farkında bile değiliz. Yazıya başlarken, böylesine devasa bir dehşet karşısında soykırım üzerine yazmanın anlamlı bir eylem olup olmadığını sorgulamıştım. Elbette cevabım şu: Hepimiz sesimizi yükseltmeliyiz; çünkü küçük damlalarımız bir araya gelerek İsrail’e verilen her türlü desteği kabul edilemez kılacak bir tsunamiyi oluşturabilir. Ancak buna ek olarak, hayatımızın dokusuna işlemiş bu sömürgecilik meselesinin, burada yazdıklarımla — yani yaşadığımız yerlerde geleceği inşa etme fikriyle — doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Zira siyasi sömürgecilik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yıllarda büyük ölçüde sona ermiş olsa da, yerini daha sinsi bir ekonomik ve kültürel sömürgeciliğe bırakmış durumda ve bu, Küresel Güney’i (Global South) hâlâ boyunduruğu altında tutuyor. John Perkins’in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları (Confessions of an Economic Hit Man) adlı kitabında yazdığı gibi, ülkelerin kendi ekonomilerini geliştirmelerini engelleyen borç köleliği (debt peonage) tamamen kasıtlı bir sistem. Ulusal liderlik çizgiden saptığında devreye sokulan darbeler ve hükümet devirme operasyonlarıyla yürütülen gizli siyasi manipülasyonlar… Ve belki de en önemlisi, “işi kimin yaptığı” gerçeği.

Dünya çapında “büyümeme” (degrowth) fikrinin — yani ekolojik krizi çözmek için malzeme ve enerji tüketiminin azaltılması gerektiğini savunan yaklaşımın — önde gelen isimlerinden Jason Hickel, tesadüf değildir ki aynı zamanda ekonomik eşitsizlik konusunda da dünyanın en yetkin otoritelerinden biri. Hickel, 2024’te Nature dergisinde “Küresel Ekonomide Eşitsiz Değişim” (Unequal Exchange in the Global Economy) başlıklı bir makale yayımladı. Ortaya çıkan sonuçlar ise sarsıcı:

“2021 yılında — veri setinin son yılı — küresel ekonomi için toplamda 9,6 trilyon saat emek harcandığını tespit ettik. Bunun %90’ı Küresel Güney’den (Global South) geldi. Güney, tüm beceri düzeylerinde emeğin çoğunu sağladı: yüksek vasıflı işgücünün %76’sı, orta vasıflı işgücünün %91’i ve düşük vasıflı işgücünün %96’sı. Aynı yıl, uluslararası ticarete konu olan malların üretimi için (bu raporda ‘ticarete konu mallar’ ifadesi hem mal hem de hizmetleri kapsamaktadır) 2,1 trilyon saat emek harcandı. Ticarete konu malların üretiminde Kuzey–Güney’in göreceli katkısı, toplam üretimdeki katkıya benzer biçimdeydi; Güney, toplam işgücünün %91’ini sağladı (yüksek vasıflı işgücünün %73’ü, orta vasıflı işgücünün %93’ü ve düşük vasıflı işgücünün %96’sı).”

Hickel’in başyazarı olduğu 2022 tarihli bir başka makalede ise, araştırmacılar, sözde “post-kolonyal” dönemde bile Kuzey ülkelerinin ekonomilerinin büyük bir bölümünün Güney’den çıkarıldığını ortaya koydu. Sistem, kaynak fiyatlarını düşük, bitmiş ürün fiyatlarını ise yüksek tutarak işliyor.

“Bu araştırma, Küresel Kuzey’in (Global North) ‘gelişmiş ekonomilerinin’, uluslararası ticarette yapay fiyat farkları yoluyla Küresel Güney’den elde edilen kaynak ve işgücüne büyük ölçüde bağımlı olduğunu doğrulamaktadır. Eşitsiz değişim (unequal exchange) konusundaki klasik literatürden elde edilen bilgiler, küresel emtia zincirleri hakkındaki çağdaş içgörüler ve somut kaynak transferlerinin fiziksel ölçeğini ölçmeye yarayan yeni yöntemler bir araya getirilerek, Küresel Güney’den gerçekleşen kaynak akışının ölçeğini ve değerini tahmin etmek için yeni bir yaklaşım geliştirilmiştir. Sonuçlarımız, Kuzey fiyatlarıyla ölçüldüğünde, bu kaynak akışının 2015 yılında 10,8 trilyon dolara, 1990–2015 döneminde ise 242 trilyon dolara ulaştığını göstermektedir. Bu, Kuzey için önemli bir kazanç olup, Kuzey’in GSYİH’sinin dörtte birine eşittir. Öte yandan, Güney’in eşitsiz değişimden kaynaklanan kayıpları, aynı dönemde aldığı toplam yardımların 30 katını aşmaktadır.”

İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımı, gözlerimizin önündeki en acil vahşet. Arka planda ise Sudan ve Kongo’da, Batı’nın kaynak sömürüsüyle bağlantılı başka vekâlet savaşları sürüyor. Elbette, Batı Asya ve Kuzey Afrika’daki savaşlar silsilesini — Irak, Libya, Suriye ve belki de yakında patlak verecek İran savaşı — enerji kontrolü ve Batı’nın sömürgeci hegemonyasını koruma mücadelesi olarak görebiliriz. Bunların hepsi, aynı bütünün parçaları.

Peki, tüm bunlar karşısında, Batı ülkelerinde — özellikle de Batı sömürgeciliğinin nihai garantörü olan ABD’de — yaşayan insanlar olarak en anlamlı biçimde ne yapabiliriz? Dediğim gibi, ne kadar küçük ya da güçsüz hissetsek de, mevcut soykırıma karşı sesimizi yükseltmeli ve yükseltmek zorundayız. Bu, yalnızca “tam” bir insan olmanın gereğidir. Daha geniş bir düzeyde ise, yaşamlarımızda hâlen devam eden sömürgeciliğin rolünü derinlemesine sorgulamalıyız; zira biz, Küresel Güney’den (Global South) gelen emek, kaynak ve gelir akışına bağımlıyız. Bunun büyük bir kısmı, küresel iklim krizinin başlıca kaynağı olan fosil enerjiye bağlı olduğu için, iklim kriziyle mücadele açısından da hayati önem taşır. Dürüst bir geçim yoluna yönelmeliyiz; çünkü mevcut düzenimiz dürüst değil. Yüzyıllar süren sömürgeci sömürü üzerine inşa edilmiş durumda.

Burada sözünü ettiğim paradigma, “yerinde geleceği inşa etmek”, doğanın gerçeklerine dayalı, topluluk temelli ekonomiler kurmakla ilgilidir. Bu, yaşadığımız topluluklar ve biyobölgelerden başlayarak inşa edilen bir süreçtir. Finansın yerel kontrolünü sağlayarak, bizi küresel sömürü ve çıkarım sisteminden kurtaracak topluluk temelli kurumlar ağlarına yatırım yapmak demektir — işçi kooperatifleri, yerel gıda tedarikçileri, enerji kooperatifleri, döngüsel ekonomiler, sosyal konut projeleri, topluluk geniş bant interneti vb. Bu, bizi beş yüzyıllık sömürgecilikten herkes için adil bir dünyaya taşıyacak bir adımdır.

Tüm varlığımızla, Gazze halkının çektiği acının sona ermesi ve Siyonizm’in sömürgeci deneyiminin apaçık bir başarısızlık olarak ilan edilmesi için çabalayalım. Siyonizm, yalnızca Filistinlilere vahşet uygulamakla kalmamış, Yahudi halkının önemli bir bölümünü de ahlaken ve psikolojik olarak çarpıtmıştır; bu, Yahudi tarihi göz önüne alındığında trajik bir ironidir. Aynı zamanda, Batı dünyasının neden açıkça bir soykırıma bu kadar büyük ölçüde uyum sağladığını ve destek verdiğini anlamaya çalışalım — bunu, Batı’nın yarım binyıldır sürdürdüğü politikaların geç bir ifadesi olarak görelim. Ardından, hem bunun hem de hızla yaklaşan çoklu küresel krizlerimizin ekonomik köklerine inelim ve değişim çalışmalarına kendi topluluklarımızdan başlayalım.

Bunca acıya neden olmuş olayların değerini görmek zor olabilir; ancak Gazze, bizi kendi sömürgeci geçmişimiz ve bugünümüz üzerinde düşünmeye ve bunun ötesine geçmeye teşvik ederse, ölenlerin çoğu boşuna ölmüş olmayacaktır.

Kaynak: https://theraven.substack.com/p/in-israels-genocide-of-gaza-we-see