İsrail’in Başkenti Neresi?
Şevket Süreyya Aydemir otobiyografi kitabı Suyu Arayan Adam’da çocukluğunu geçirdiği Edirne’yi anlatırken halkta hayal kırıklığı yaratan en büyük etkenin kentin viran olması değil bir zamanlar başkent iken şimdi terk edilmiş bir sınır şehrine dönmüş olmasını dile getirir. Nasıl oldu da bir zamanlar Padişahların saraylarını barındıran bu başkent şimdi yardıma muhtaç bir sınır şehrine döndü ve balkanlardan oraya gelen halk için bir sığınak haline geldi. Hatta Aydemir evlerine gelen bir kadının ağzından şu cümleyi aktarır: “Evvel Şam’dı ahir de Şam’dır!” Yani halk kaybedilen toprakları gördükçe asıl geldikleri Şam’a kadar gideceklerini düşünürmüş. Kaybediş ve sürgün halkların ortak hafızasını yaratan ve onları yeniden inşa eden önemli motivasyonlardan biridir. Moderniteyle birlikte doğu olarak adlandırılan coğrafyanın halklarının çoğu bir şekilde sürgün hayatı yaşamış ve bu sürgünler onların kültürel ve siyasal kazanımlarının korunması anlamında etkin bir tutarlı olma güdüsü yaratmıştır.
Filistin halkı Lübnan, Ürdün, Suriye, Mısır gibi çevre ülkeler başta olmak üzere dünyanın her yerine 100 yıla yakındır sürgün hayatı yaşıyor. Kendileri ile sürgün hayatı belki de aynı dönemlerde başlayan siyonist halkın “ulus yayılmacılığı” adı altında yürüttükleri işgal planı Filistinlerin diasporada hem siyasal olarak hem de sosyal olarak örgütlenmelerine motivasyon kaynağı oldu. Fakat siyonizmi destekleyen lobilerin siyasal ve ekonomik gücü Filistin halkının sürgünde de sürgün olmasını icbar ediyor. Gazze’de yaşanan soykırımı dile getiren herkes bir şekilde zorbalanıp hem iş hayatından hem eğitim hayatından koparılmaya çalışılırken hele de diasporada olan bir halkın evladıysanız yeni bir sürgün ile tehdit edilip sindirilmeye çalışılırsınız.
Diaspora kelime anlamı olarak ana yurttan kopmak anlamına geliyor. Haliyle kavramın anlamında bir merkezilik vurgusu var. Diaspora da olan bir halkın anayurt bilinci ve o ana yurda dönüş üzerinden ürettiği bir siyasal söylemi olması beklenir. Bu “dönüş” söylem ve yarattığı kültürel doku asla ve asla o an yaşanılan topraklarda kalıcı bir mutluluğun inşa edilmesine imkan vermez. Yani yaşam da inşa edilen şeyler de emaneten elde tutulan şeylerdir. Çünkü tüm siyasal ve kültürel dokuyu inşa eden şey bir gün hayali kurulan “dönüş”tür. Filistin halkı için dönüş söyleminin merkezi Kudüs ve onun çevresini şekillendiren kadim kentlerdir. Filistin ya da önce Hama katliamı sonra 2011 iç savaş dolayısıyla yayılan Suriye halkları için dönüş sadece bir arzu da değildir. Hep ikinci sınıf vatandaş kalmanın getirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal mecburiyetler de dönüşü mecbur kılan önemli gerekçelerdendir.
Diaspora’da Yahudiler!
Peki benzer ifadeler 1930’lardan itibaren Filistin’e yerleşen Yahudi halk için söylenebilir mi? Dünyadaki sürgün yaşayan neredeyse bütün halklar atalarından/dedelerinden kalan izlerin yarattığı manevi duygular ve kültürel hafıza ile anayurda dönmeyi arzularken Yahudi toplumu için daha ziyade teolojinin emrettiği dini zorunluluk ya da ritüeldir dönüş. Haliyle tüm örneklerinden gördüğümüz gibi dini bir görevi yerine getirme çabasının yarattığı arzu ve karmaşa öteki ile ilişkilerde köktenciliği tetikler. Bugün İsrail nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Yahudiler’in Polonya, Almanya ve Amerika’dan geldikleri bilinmekte. Daha sonra Arap topraklarından, Rusya, Etiyopya gibi farklı coğrafyalardan Yahudi nüfusta 1948’den itibaren Kudüs ve çevresine Filistin halkının evlerini ve topraklarını işgal ederek yerleşmeye başladılar. Özellikle bu ülkelerde kurdukları ekonomik ve siyasal güce bakıldığında klasik sürgün yaşayan bir toplumun dönüş söyleminden çok uzakta oldukları görülecektir. Bugün dahi Amerika Birleşik Devletleri’nin onay ve izni ile soykırım ve işgal planını yürütmesi aslında merkezinin Ortadoğu değil ABD olduğunu gösteriyor. Hiçbir diaspora hikayesi kendi toprakları dışında bir yere bu kadar hem gönülden hem de ticari ve siyasi bağ içermiyor. O halde burada tıpkı 2. Dünya Savaşı’na dair Siyonist propagandanın ürettiği mağduriyet diline benzer bir kurgusal tarih yazımına odaklanmak gerekebilir.
MS 70 yılında Süleyman Mabedinin yıkılmasını bir “vatansızlık” söylemi olarak inşa eden Yahudi cemaati bu olayı kendi tarihsel süreçlerinde bir dönüm olarak görürler.[1] Her ne kadar sürgün hikayelerini teoloji ile karıştırıp ajitasyona dayalı bir tarih anlatısı üretseler de bu kurguda onlara açılan kapılara pek yer verilmez. Örneğin Pers İmparatorluğunun (Ahameniş İmparatorluğu) büyük lideri Kyros onların Kudüs’e geri dönüp Tapınağı yeniden inşa etmelerine izin vermiştir. Eski Ahitte Kyros’u “kutsal yağla meshedilmiş” bir mesih veya peygamber ilan etmişlerdir.[2] Avrupa merkezli tarih anlatımının inşasında o dönem Avrupa düşüncesinin oluşumunda etkin olan Yahudi entelektüellerde ciddi rol oynadılar. Bu anlatı modern dünyaya göre “doğu”yu oluşturan medeniyetin düşünce tarihinde özne olmadığı hatta siyasal tarihin de tamamen dışında olduğu varsayımına dayanıyordu. Haliyle böyle bir tezde Kyros’a yer olmayacağı için kutsal kitaplarda anılan Zülkarneyn, İskender ile eşlendi. Hatta Zulkarneyn’in Makedon olma ihtimali dahi dışlanıp Yunanların atası olarak gösterilme çabası da Avrupa merkezli tarih kurgusunun bir iddiasıdır. Kyros’un coğrafi rotası Zülkarneyn kıssası ile daha ciddi paralellik gösterse dahi mağduriyetlerle dolu dramatik kurguya zarar vereceği için Kyros tarihsel anlatının dışına itilir.
Fakat “vatansızlık” üzerine kurulu tarih anlatısının siyasi bir teorinin çerçevesi haline gelmesi 1800’lerin sonunda Siyonizm olarak ortaya çıkar. 2. Dünya Savaşı’nın tek “mağdur ve onurlu” toplumu olarak kendilerini sinema, edebiyat gibi alanlarda söylemin merkezine koymaları yukarıda bahsedilen tarihsel anlatı ile kesişir. Buna göre dünya tarihinin en mağdur ve bu mağduriyete sebep olan göç ve sürgünlerle olgunlaşan bir toplum tezi her alanda kendini göstermeye başlar. Filistin topraklarının işgali ile ilan edilen ama sömürgeci devletlerin askeri ve ideolojik üssü haline gelen İsrail, bu mağduriyet hikayelerinin sonunda büyük kazanım olarak ortaya çıkar. Bu kazanım Siyonizm’in teorisyenleri olarak sadece kendi kazanımları olarak da anlatılmaz. Nitekim 7 Ekim’den sonra Türkiye’de de örneklerini gördüğümüz gibi özellikle medyada “Ortadoğu’nun tek demokratik ve çağdaş devleti” imajı insanlığın kazanımı olarak mütemadiyen ifade edilir ve zihnimize kazınır hale geldi. Haliyle Filistin işgali ve soykırım medeniyetin barbarlığa karşı bir argümanı olarak ifade edildi. Hatta bizzat Netanyahu sömürgeciliğin 1600’lerden itibaren Avrupa merkezci tarih algısını inşa etmesinde öncü teorik kavramsal çerçeveyi oluşturan “karanlık-aydınlık” ikilemini dile getirerek aslında dünya kamuoyunu Filistin’e karşı İsrail’in tarafına davet etti.
Tek Suç Netanyahu’da mı?
Türkiye dahil olmak üzere özellikle siyasi figürler yaşanan soykırım için İsrail devletini ortaya çıkaran ve güçlendiren sistem yerine sürekli İsrail hükümetini hedef almaktalar. İsrail’i 1970’lerden itibaren fanatik tabana sahip sağcı iktidarların yönettiği bilinmekte. Fakat 1930’lardan itibaren uygulanan sürgün politikası ve devlet haline geldikten sonra yaşanan onlarca katliam İsrail devletini ortaya çıkaran pratiklerin iktidarın kimliğinden bağımsız olduğunu göstermekte. Nitekim 1992 yılında İşçi Partisinin başına gelen İzak Rabin, uzun süredir ülkeyi yöneten Netanyahu, Şaron, Begin gibi soykırım sicili kabarık fanatiklerin çeşitli zamanlarda liderliğini yaptığı Likud partisini yenmiş, çözüme dair bir takım adım atmış ve yine fanatik Yahudiler tarafında suikastle öldürülmüştür. Haliyle burada Netanyahu’yu günah keçisi ilan edip onun yokluğunda bölgede daha barışçıl bir İsrail’in olabileceği tezi tarihte onlarca kez kendiliğinden çürümüştür.
Bugünlerde sıkça dile getirilen iki devletli çözüm iddiası güç dengesi probleminden dolayı ve sivil olarak lanse edilen İsrail halkının yerleşim politikasında askeri role bürünmesi nedeniyle gerçekçilikten uzaktır. Bölgede 2 devletli çözümü gücü elinde tutup sürekli gerekçeli veya gerekçesiz bir şekilde Filistin halkının meşru haklarını gasp eden bir İsrail varken dile getirmek toplumsal hafızayı yok saymak olacağı için gerçekçi bir çözüm sunmayacaktır. Bunun yerine soykırıma ve siyonizme destek vermeyen Yahudilerin de diğer nüfusla aynı haklara sahip olduğu “vatandaşlar topluluğu”na dayalı olan kuşatıcı bir Filistin devleti çatışma olasılıklarını ortadan kaldırma potansiyeline daha fazla sahip görünmekte.
[1] Güngör, Muhammed. “Dönüm Noktalarıyla Yahudilerin Amerika’ya Göç Serüveni”.Milel ve Nihal 21/2 (2024), 349-372
[2] Ball, W. (2018). Avrupa’daki Asya ve Batı’nın Şekillenişi Cilt 2: Tek Dünyaya Doğru, Antik İran ve Batı. Çev. Aybars Çağlayan. Ayrıntı Yayınları