İsrail Sparta’ya Dönüşmemeli
Bir yandan, İsrail’in uluslar topluluğu arasında bir ulus olduğu ve başarısının dünyanın geri kalanı tarafından ne kadar saygı gördüğüne bağlı olarak artıp azalacağı yönünde bir İsrail ulusçuluğu görüşü varken, diğer yandan İsrail’in tamamen kendine özgü bir kaderi olduğu, dünyanın geri kalanının Yahudilerin aralıksız teyakkuz ve öz savunma ruhunu anlayamayacağı ve İsrail’in nihai kurtuluşunun yalnızca ve tümüyle kahramanca öz yeterliliğe bağlı olduğu yönünde bir görüş de var. Bu, Masada Zihniyeti’dir. Bu Sicarii zihniyeti İsrail’de çok derin bir karşılık bulmuştur. Bu zihniyet iki yıldır baskın konumdadır ve Lübnan’dan İran’a kadar uzanan geniş cephelerde askeri başarılara katkısı olduysa da, uluslararası kamuoyunda da ciddi sonuçlar doğurmuştur. 7 Ekim’den beri olduğu gibi, İsrail’in uzun vadeli hayatta kalması, toplumun ve hükümetin bu zihniyete teslim olmama yeteneğine bağlıdır. Ateşkesin ardından ülke bir seçim yapmak zorunda kalacak.
İsrail’i ziyaret eden, oradaki binlerce yıllık tarihin, hayal edebileceğiniz her türlü zaferin, aşkınlığın ve vahşetin içine dalan herkes için, diğer tüm yerlerden ayrı duran ve öne çıkan bir nokta vardır. Bu dikkat çeken ve diğer yerlerden farklı olarak öne çıkan yer; Ölü Deniz’in doğu kıyısında, şaşırtıcı derecede dik bir uçurumun tepesinde yer alan yassı bir çıkıntıdır. Masada ismi verilen bu yapı, ancak doğanın tasarlayabileceği zapt edilemez bir kaleye benziyor.
Yahudi Romalı tarihçi Josephus, burayı şu çarpıcı sözlerle tarif eder:
Yüzey alanı küçük olmayan, çok yüksek bir kaya vardı. Aşağıya doğru o kadar derin vadilerle çevriliydi ki, dibi görünmüyor. Bunlar keskin ve hiçbir hayvanın üzerinde yürüyemeyeceği türden… Ayağınız kaydığında ise sonu kesin bir ölüm. Zira her iki tarafta da, zihinlerde uyandırdığı dehşet duygusuyla herkesin cesaretini kıracak kadar derin-dik bir uçurum ve boşluk var.
Josephus’un anlatısına göre, Yahudi İsyanı’nın sonunda, Roma’nın Kudüs’ü fethinden dört yıl sonra, koyu fanatiklerden oluşan bir grup olan Sicarii, Masada’ya çekildi ve yaklaşık bir yıl boyunca Roma’nın X. Lejyonu’nun kuşatmasına kahramanca direndi ve Josephus’un anlatımına göre sonunda Sicarii, toplu bir şekilde intihar etti. Yahudi devletinin tüm simgeleri arasında, özgürlük ve inanç uğruna yaşayıp ölmeye kararlı Yahudilerin bu direnişinden daha güçlü bir sembol yoktur. Josephus, toplu intiharı anlatırken, Sicarii’nin askeri komutanı Eleazar’ın, “Kendimizi, bizim için mükemmel bir anıt-mezar olacak olan, özgürlük içinde koruyalım” dediğini yazar.
Bu hikâyeden etkilenmemek zordur ve bu hikaye modern İsrail’in kendini algılama biçiminin merkezinde yer almıştır. Louis Rabinowitz, 1970 yılında genç yetişkinler için yazdığı bir kitapta, “bir gençlik nesli Masada ile büyüdü” diye yazmıştı. “Bu nesil, devleti kuran nesildi, çeşitli tezahürleriyle savunma nesliydi.” Yael Zerubavel, “Masada miti” olgusunu bilimsel bir şekilde anlatırken, bu olayın “Yahudileri ayağa kaldırıp özgürlükleri için savaşmaya iten ulusal ruhun özü olarak görüldüğünü” ileri sürüyor.
Ancak bu mitsel hikâyenin birkaç sorunu var. Sicarii tam anlamıyla fanatiklerden oluşuyordu ve Josephus’un anlatımına göre saldırıları çoğunlukla Roma işgaliyle işbirliği yapan diğer Yahudilere yönelikti. Ayrıca mitsel anlatıdaki kahramanca konuşmalar ve toplu intihar hikâyesi büyük olasılıkla edebi birer süstü. Ciddi arkeolojik bulgular, kuşatmanın daha sıradan bir savaşla sona erdiğini gösteriyor. İncil arkeoloğu Kenneth Atkinson, “Masada’yı savunanların toplu intihar ettiğine dair arkeolojik bir kanıt yok” diye yazıyor. Üstelik bu yalıtılmış isyan neredeyse tamamen amaçsız ve kendi kendini yok eden bir eylemdi. Sociological Quarterly adlı dergide yayınlanan bilimsel bir makalede bu olay “antik Yahudi tarihindeki en önemsiz ve en başarısız olaylardan biri” olarak tanımlanmaktadır.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, Benjamin Netanyahu’nun Eylül ortasında yaptığı ve İsrail’in dünya sahnesinde bir izolasyon durumuna sürüklendiğini ve bu izolasyonu benimseyip, “özerk özelliklere sahip bir ekonomiye uyum sağlaması” ve kendi silahlarını ve ekonomik ihtiyaçlarını üretmesi ve genel olarak dış dünyayı görmezden gelerek bir “süper Sparta” haline gelip uyum sağlaması gerektiğini iddia ettiği “süper Sparta” konuşmasının metnini okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Özellikle Avrupa’yı hedef alarak, Müslüman göçün Avrupa ülkelerinde “İslamcı bir gündem” yarattığını ve bunun doğası gereği Siyonizm karşıtı olduğunu ileri sürdü.
Başka bir deyişle Netanyahu, “Masada Zihniyeti”ni benimsiyordu. Konuşmasının özünde, İsrail’in ve Yahudilerin kaderinin tamamen benzersiz olduğuna dair bir inanç yatıyordu. Uluslararası toplum, özünde İsrail’in varlığına bile karşı olduğu için, İsrail’in dünyaya kulak vermemesi gerektiğini ima ediyordu. Bu genel kayıtsızlık, savunma konularına da kesinlikle yansıyordu; Netanyahu’nun da açıkça belirttiği gibi, İsrail, uluslararası hukukun inceliklerine aldırmadan kendi güvenliğinin tek hakemi olacaktı. Ve bu gururlu yalnızlık hissi ticarete bile yansıyabilir; Netanyahu, en azından söylemsel olarak, küresel pazardan çekilme söylemiyle İsrail’i Kuzey Kore’ye değilse bile Rusya’ya yaklaştırıyor.
Elbette siyasette bir ay uzun bir süre ve birdenbire herkes farklı şeyler söylüyor. Netanyahu, sözlerinin yanlış anlaşıldığını iddia ederek “süper Sparta” konuşmasını bir ölçüde reddetti. Ve aniden, görünür tüm anlaşmazlıklara rağmen, müzakere çıkmazı kırıldı; Jared Kushner, İsrail ile Hamas arasında onlarca yıldır müzakerecilerin başaramadığı türden bir anlaşmaya aracılık etti ve bu yılın Nobel Barış Ödülü sahibi, Trump’ı ödüle layık bir halef olarak övdü. Kalan rehineler büyük bir sevinçle geri döndü, Hamas ateşkesi kabul etti ve Uluslararası İstikrar Gücü, yavaş yavaş Gazze’deki İsrail ordusunun mevzilerini devr almaya başladı.
Ancak bu beklenmedik sevinç havası içinde, kendimize şu ana kadarki dinamiklerin ne olduğunu sormamız gerekiyor ve tüm çatışma boyunca olduğu gibi asıl kritik nokta, İsrail’in kendi ulus ve devlet yönetimi anlayışıdır. Evet, Netanyahu ateşkes şartlarını kabul etti, ancak bunu yaparkenki konuşması belirsizliklerle doluydu. “Hamas silahsızlandırılacak ve Gazze askeri unsurlardan arındırılacak” dedi. “Bu kolay yoldan başarılabilirse harika. Başarılmazsa, zor yoldan başarılacak.” Elbette bu hükümet, Gazze’yi işgal eden ve Hamas’ın Katar’daki baş müzakerecilerini hedef alan hükümetle aynı hükümettir. Ve Netanyahu’nun konuşmasının çok açık bir şekilde ima ettiği şey, böyle bir ateşkesin sürdürülebileceğine inanmadığıydı; uluslararası toplumun Filistinlilerin İsrail’e karşı duyduğu nefretin derinliğini küçümsemeye devam ettiği ve İsrail’in istikrarını sağlamada gerçekten etkili tek aracın güç olduğu görüşündeydi.
Netanyahu’nun konuşmasının satır aralarında, liberal uluslararasıcılığa pek yer bırakmayan kahramanca bir öz-yeterlilik vizyonu, yani Masada Zihniyeti vardı. Önümüzdeki hassas dönemde, ateşkes yürürlüğe girmişken ve ateşkeste kaçınılmaz ihlaller yaşanırken ve her iki taraf da bunlara yanıt vermekte zorlanıyorken, en önemli konu; Netanyahu hükümetinin Masada Zihniyeti’nin cazibesine karşı koyup koyamayacağı olacaktır.
Bu noktaya kadar, Netanyahu hükümeti kendini Masada Zihniyeti’nden yani mitsel Sicarii zihniyetinden hiç uzak tutmadı. 7 Ekim’deki ani saldırının ardından, İsrail hükümeti için rasyonel bir yol belirmişti. Elbette Gazze’de bir askeri operasyon olacaktı. Bu operasyon, Hamas’ın askeri liderliğini ortadan kaldıracak, Hamas’ın yakın gelecekte 7 Ekim benzeri bir saldırı düzenleme kapasitesini azaltacak ve Times of Israel yazarı Yossi Klein Halevi’nin saldırı günü yazdığı gibi, “İsrail’in caydırıcılığını yeniden tesis edecekti.” Bu arada, İsrail Batı dünyasının yaygın sempatisinden diplomatik olarak faydalanacaktı ve Gazze’deki savaş, Trump/Kushner planında olduğu gibi, esirlerin ve mahkûmların takasıyla, uluslararası toplumun hem barış gücü hem de Gazze Şeridi’ne insani yardım ulaştırmada aktif olduğu bir biçimde sona erecekti.
Çok sayıda deneyimli gözlemci, bu anlaşmanın koşullarının, 7 Ekim’deki planın fikir babası Yahya Sinwar’ın öldürülmesinin ardından, en az bir yıldır mevcut olduğunu savunuyor. Eski başbakan Ehud Olmert, İsrail’in askeri hedeflerine zaten Mayıs 2024’te ulaştığını savundu. Eski başbakan Ehud Barak ise geçen Eylül ayında, savaşın yalnızca Netanyahu’nun koalisyonuyla ilgili siyasi nedenlerle sürdüğünü söyledi. İsrail ordusunda yüzbaşı rütbesiyle bir yıl boyunca Gazze’de savaşan Yotam Vilk, yakın zamanda New York Times’da yayınlanan bir köşe yazısında şöyle yazdı: “7 Ekim’de en değerli varlıklarımızı kurtarmak için savaşa girmiş olsak da, kısa sürede bunun liderlerimizin asla durmayı planlamaması nedeniyle olduğunu anladım.” Eski ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken de geçenlerde “İsrail, Hamas’ın 7 Ekim’i tekrarlama kapasitesini yok etme ve sorumluları öldürme hedeflerine çoktan ulaştı” dedi. New York Times’ın Nisan 2024’teki kritik bir kabine toplantısını anlatan haberi, Netanyahu’nun üzerindeki siyasi baskının boyutlarını ve bunların savaşın devamını nasıl etkilediğini açıkça gösteriyordu. Habere göre Netanyahu, altı haftalık bir ateşkes planını sunmaya hazırlanırken aşırı sağcı maliye bakanı Bezalel Smotrich hükümetten çekilmekle tehdit etti ve Netanyahu bunun üzerine kendi planının varlığını alelacele inkâr etti.
Kabinesine “Hayır, hayır, öyle bir şey yok” dedi.
Smotrich ve ulusal güvenlik bakanı Itamar Ben-Gvir gibi aşırı sağcıların baskısı altında Netanyahu, Biden yönetiminin çatışmalarda bir mola arayışını sürekli olarak oyaladı. 2025’in başlarında iki ay süren kırılgan bir ateşkes, her iki tarafın da ihlalleriyle bozulduktan sonra Netanyahu’nun ani bir saldırı başlatması ve “İsrail artık Hamas’a karşı artan askeri güçle hareket edecektir” demesiyle sona erdi.
Netanyahu’nun savaşı yürütme biçiminin, koalisyon politikalarının, üzerinde anlaşılıp sonra bozulan ateşkeslerin ayrıntılarının altında, devlet yönetimine dair temel bir görüş yatıyor: güvenliği garanti edebilecek tek şey, kararlılıkla uygulanan güçtür. Ancak bu tür bir politika gerçek sonuçlar doğurur. Dünyanın geri kalanının sempatisini kazanmasından iki yıl sonra, İsrail kendisini hafızalarda olduğundan daha yalnız buldu: Uluslararası Ceza Mahkemesi Netanyahu ve eski savunma bakanı için tutuklama emirleri çıkardı; Fransa, İngiltere, Kanada ve Avustralya gibi bir dizi ülke Filistin’i bir devlet olarak tanıdı; Avrupa Birliği İsrail’e karşı ticaret kısıtlamalarına doğru ilerliyor; İsrail’e verilen destek, ABD’de bile hızla düşüyor ve bu yazının yazıldığı sırada Amerikalıların çoğunluğu İsrail’e askeri yardımın devam etmesine karşı çıkıyordu. Netanyahu’nun “süper Sparta” konuşması çok daha büyük bir sorunun, İsrail’in dünya sahnesinde yalnızlaştığının belirtisiydi ve birçok İsrailli ve İsrail dostu için bunların hiçbiri olmak zorunda değildi. İsrail muhalefetinin lideri Yair Lapid’in dediği gibi: “İzolasyon kader değildir. İzolasyon; İsrail’i üçüncü dünya ülkesine dönüştüren Netanyahu ve hükümetinin yanlış ve başarısız politikalarının ürünüdür.”
Trump yönetiminin İsrail’in Katar’ı bombalama eylemlerinin aşırılığına bir yanıt olarak ateşkes için baskı yapma konusunda ani dönüşü, görünüşe göre İsrail için, Netanyahu hükümetini kötü dürtülerinden alıkoyan bir hediye. Ancak o içgüdüler hâlâ aktiftir. Bir yandan, İsrail’in uluslar topluluğu arasında bir ulus olduğu ve başarısının dünyanın geri kalanı tarafından ne kadar saygı gördüğüne bağlı olarak artıp azalacağı yönünde bir İsrail ulusçuluğu görüşü varken, diğer yandan İsrail’in tamamen kendine özgü bir kaderi olduğu, dünyanın geri kalanının Yahudilerin aralıksız teyakkuz ve öz savunma ruhunu anlayamayacağı ve İsrail’in nihai kurtuluşunun yalnızca ve tümüyle kahramanca öz yeterliliğe bağlı olduğu yönünde bir görüş de var. Bu, Masada Zihniyeti’dir. Bu Sicarii zihniyeti İsrail’de çok derin bir karşılık bulmuştur. Bu zihniyet iki yıldır baskın konumdadır ve Lübnan’dan İran’a kadar uzanan geniş cephelerde askeri başarılara katkısı olduysa da, uluslararası kamuoyunda da ciddi sonuçlar doğurmuştur. 7 Ekim’den beri olduğu gibi, İsrail’in uzun vadeli hayatta kalması, toplumun ve hükümetin bu zihniyete teslim olmama yeteneğine bağlıdır.
Masada metaforunu abartmak belki kolaycılık olur ama Josephus’un intihardan sonraki sabah Romalıların planladıkları saldırıya devam ettiklerinde “düşman olarak kimseyi değil, her tarafta korkunç bir yalnızlık, içerde mükemmel bir yalnızlık gibi yanan bir ateş” ile karşılaşmalarını tasvir etmesi aklımdan çıkmıyor.
İsrail’le derin duygusal bağları olan ve İsrail’de aile bağları olan Amerikalı bir Yahudi olarak, benim en büyük korkum İsrail’in, İsrail milliyetçiliğinin merkezinde yer alan ancak aynı zamanda kendini yok eden Masada Zihniyeti’ne boyun eğmesidir. Son iki yılda bu zihniyet, İsrail’i Avrupa’dan, belki de geri dönülmez bir biçimde uzaklaştırdı. İsrail’in ABD’de hala kendisine destek olan, bir ateşkes anlaşmasını hayata geçirmeye ve onu korumak için ABD askerlerini risk altına sokmaya hazır bir dostu olması büyük şans; ancak ateşkesin sürmesi, her şeyden çok, ihlaller olduğunda İsrail’in öz kontrol gösterebilme yeteneğine bağlı olacaktır. İsrail bir kez daha ulusçu dürtülerine ve tek başına hareket edebileceğine olan inancına yenik düşerse, bu yalnızca kaçırılmış bir fırsat değil, aynı zamanda büyük bir trajedi olacaktır.
Sam Kahn, Persuasion’da yardımcı editördür. Ayrıca Castalia adlı Substack hesabında yazmaktadır.
Kaynak: https://www.persuasion.community/p/now-israel-must-choose
Tercüme: Ali Karakuş