İsrail Revizyonizminin Ortadoğu Ekonomi Politiği Üzerindeki Etkisi

2010’lu yılların başlarından itibaren küresel enerji piyasalarında yaşanan köklü dönüşümler, büyük güç rekabetinin ortaya çıkardığı yeni fırsatlar, değişen bölgesel dinamikler, Körfez monarşilerinin genç liderlerinin zihninde yeni bir siyasal vizyonun şekillenmesine zemin hazırladı. Bu vizyonun temel hedefleri arasında, ülkelerini petrole dayalı kırılgan ekonomik yapılardan kurtarmak, daha dinamik ve kapsayıcı bir toplumsal yapı üzerinden yeni bir sosyal sözleşme inşa ederek rejimin toplumsal meşruiyet tabanını genişletmek ve hanedan içi iktidar mücadelelerinde avantaj sağlamak gibi stratejik hedefler yer alıyordu. Başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgedeki pek çok ülke, bu hedefler doğrultusunda yüksek bütçeli “Vizyon” projeleri ilan ettiler.

Körfez ülkelerinin “Vizyon” projeleriyle somutlaşan ekonomik dönüşüm ve toplumsal yeniden yapılanma çabalarına yönelik mevcut iç ve dış yapısal ve kurumsal engellerin ötesinde, 7 Ekim sonrası ortaya çıkan yeni jeopolitik tehdit bu süreci daha da karmaşık hale getirdi; İsrail revizyonizmi. İsrail’in 7 Ekim sonrası büyük bir pervasızlıkla bölge geneline yaydığı saldırgan ve istikrarsızlaştırıcı eylemleri, Körfez ülkelerinin büyük yatırımlarla ulaşmayı hedeflediği sosyoekonomik başarıları tehdit eden önemli bir risk unsuru haline geldi. Bu yazının temel amacı, İsrail’in jeopolitik riski bilinçli olarak tırmandıran revizyonist politikalarının Körfez’in ekonomi politik dönüşümü üzerindeki etkisini analiz etmektir. Yazının temel argümanı; İsrail revizyonizminin, ABD-İsrail ekseninin tanımladığı statükoya meydan okuma imkan ve kabiliyetine sahip aktörleri yatırım süreçlerinden caydırarak, rekabetçi yatırım ortamını daraltmak suretiyle yatırım maliyetlerini artırarak Körfez ülkelerini Batılı sermayeye bağımlı hale getiren bir süreç üreteceğidir.

Körfez Ülkelerinin “Vizyon” Projeleri

2010 sonrası dönemde yaşanan gelişmeler, Körfez ülkelerinde geleneksel petrol bağımlı rantiyer ekonomik modelin sorgulanmasına yol açtı ve yeni bir kalkınma arayışını beraberinde getirdi. Bu süreçte bölge ülkeleri, ekonomilerini çeşitlendirme amacıyla petrol dışı sektörlere yönelerek petrole olan bağımlılığı azaltmayı ve uzun vadeli sürdürülebilir büyümeyi hedefledi. Bu vizyon projeleri yalnızca ekonomik kalkınma ile de sınırlı kalmadı; aynı zamanda toplumsal yapının dönüşümü, insan sermayesinin geliştirilmesi ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi gibi daha geniş kapsamlı yeniden yapılanma hedeflerini de içeren bütüncül bir stratejiye dönüştü.

Bu yeni ekonomik arayışın şekillenmesinde, küresel enerji piyasasında hem arz hem de talep tarafında yaşanan köklü dönüşümler belirleyici oldu. Arz cephesinde kaya gazı devrimi, yenilenebilir enerji teknolojilerindeki ilerlemeler ve doğalgaz üretiminin artışı, küresel enerji piyasasında rekabeti artırdı. Talep tarafında ise elektrikli motorların yaygınlaşması ve Batı ekonomilerinin Körfez enerji kaynaklarına olan bağımlılığının azalması dikkat çekerken, Asya ekonomilerinin hızla artan hidrokarbon talebi, enerji jeopolitiğinde güç dengelerini yeniden şekillendirdi. Aynı zamanda ABD ve Rusya gibi iki önemli küresel gücün hidrokarbon sektöründe artan rekabet gücü de, Körfez ülkelerinde yeni bir ekonomik model arayışını güçlendiren bir işlev gördü.

Suudi Arabistan’ın 2016 yılında ilan ettiği ve yüz milyarlarca dolarlık yatırımı içeren Vizyon 2030 projesi, ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını köklü bir şekilde dönüştürmeyi amaçladı. Bu kapsamda NEOM Projesi ile yapay zekâ ve yeşil enerjiye odaklanan bir mega şehir inşa edilmesi, Kızıldeniz kıyısında lüks turizm yatırımlarıyla yeni cazibe merkezlerinin oluşturulması, ARAMCO’nun halka arzıyla finansal çeşitliliğin artırılması ve kadın istihdamını teşvik eden toplumsal reformlarla geleneksel yapının modernleştirilmesi hedeflendi.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Centennial 2071 ve Dubai Expo vizyonları doğrultusunda, yüzyılın ortasında bilgi ekonomisi ve küresel bir inovasyon merkezi olmayı hedefledi. Bu stratejik hedef çerçevesinde Mars 2117 Projesi ile uzay teknolojilerine yatırım yapıldı, Expo 2020 Dubai ile ülkenin küresel ölçekte vitrin işlevi görecek bir cazibe merkezine dönüşmesi amaçlandı ve Smart Dubai girişimiyle akıllı şehir uygulamaları ile dijital dönüşüm süreçleri önceliklendirildi. Bu projeler, BAE’nin sadece ekonomik çeşitliliği değil, aynı zamanda teknolojik liderliği hedefleyen uzun vadeli kalkınma vizyonunun temel taşları oldu.

Katar, Ulusal Vizyon 2030 projesi kapsamında sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak, yaşam standardını yükseltmek ve beşerî sermayeyi geliştirmek gibi temel hedefler belirledi. Bu vizyon doğrultusunda, 2022 Dünya Kupası vesilesiyle altyapı, turizm ve diplomasi alanlarında kapsamlı yatırımlar gerçekleştirildi. Eğitim ve sağlık sektörlerinde dönüşüm öngörülerek insan odaklı kalkınma desteklenirken, Katar Yatırım Otoritesi (QIA) aracılığıyla küresel ölçekte ekonomik etkinliğin artırılması ve stratejik yatırım gücünün pekiştirilmesi amaçlandı.

Kuveyt, Vizyon 2035 projesiyle ülkeyi bölgesel bir finans ve ticaret merkezi haline getirmeyi hedefledi. Bu kapsamda, Çin ile iş birliği içinde geliştirilen Silk City Projesi ile Kuveyt’in lojistik ve ticaret üssüne dönüşmesi amaçlandı. Ayrıca kalkınma planları çerçevesinde eğitim, sağlık ve ulaşım altyapılarında kapsamlı dönüşüm öngörüldü; Kuveyt Limanı’nın genişletilmesiyle de ülkenin ekonomik bağlantı kapasitesinin artırılması hedeflendi. Bu dört önemli petrol ihracatçısı ülkeye ilaveten Umman’ın Vizyon 2040 ve Bahreyn’in Vizyon 2030 projeleri de sayılabilir.

Trilyonlarca dolarlık yatırım bütçelerine sahip olan Körfez ülkelerinin vizyon projeleri, küresel ölçekte yatırım yapma kapasitesine sahip ve sermaye ihracı konusunda deneyimli ülkelerin dikkatini çekti. Ancak uzun yıllardır bölgeye yönelen dış yatırımlara bakıldığında, başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik ülkelerinin Körfez’e en fazla yatırım yapan aktörler arasında yer aldığı görülüyor. Özellikle Çin, hem yatırımda hem de ticaret hacminde açık ara lider ülke konumuna yükseldi. Açıklanan bu dev bütçeli vizyon projeleri, Asyalı güçlerin Körfez bölgesine yönelik ilgisini daha da artırdı. Körfez ülkelerinin söz konusu vizyon projeleri, son yirmi yılda yüksek seyreden petrol fiyatları sayesinde bölgede biriken devasa petro-dolar fonlarıyla finanse ediliyor olması yatırım yapma kapasitesine sahip küresel aktörler açısından Körfez’i sahici ve stratejik bir cazibe merkezi hâline getiren bir unsurdur.

Yatırımların Jeopolitik Risklere Duyarlılığı

Büyük ölçekli sermaye gruplarının bir ülkeye yatırım yapma kararını etkileyen faktörler arasında ekonomik getiri elbette önemli bir unsur olsa da, yatırım yapılacak ülkede mevcut veya gelecekte sağlanacağına dair güçlü bir siyasal istikrar beklentisi, en az ekonomik kazanç kadar belirleyici bir rol oynar. Özellikle altyapı gibi geri dönüşü uzun yıllara yayılan ve yüksek sermaye ve teknolojik birikim gerektiren yatırımlar söz konusu olduğunda, yatırımcılar sadece kısa vadeli kârlılık değil, aynı zamanda uzun vadeli güvenlik, öngörülebilirlik ve kurumsal istikrar arayışına öncelik verirler. Dolayısıyla siyasal istikrar, yatırım ortamının sürdürülebilirliğini ve risk seviyesini doğrudan etkileyen bir unsur olarak, yatırımcıların karar süreçlerinde temel belirleyicilerden biridir.

Körfez ülkeleri söz konusu olduğunda, öncelikle bu ülkelerin yatırımcı güveni açısından avantajlı bir konumda oldukları söylenebilir. Ekonomik kaynakların bolluğu, bu ülkelerin net ithalatçı ekonomilere sahip olması, görece siyasi istikrar ve siyasi elitlerin yatırım konusundaki kararlılığı, yatırım ortamının güvenli olduğunu gösteren temel faktörler arasında yer alıyor. Ancak, bu ülkelerin iç ve dış tehditlere karşı kendilerini koruma konusundaki zaafları ve rejim güvenliği ve siyasal istikrar için yabancı güçlere olan bağımlılıkları yatırımcılar açısından kritik bir risk unsuru olarak ortaya çıkıyor. Bölge genelinde siyaset daha ılımlı bir seyir izlediği dönemlerde güvenlik faktörü yatırım kararlarında öncelikli bir parametre olmamakla birlikte, Ortadoğu siyasetinin radikalleştiği, füzelerin havada uçuştuğu ve günlük olarak şiddet olaylarının yaşandığı bir ortamda, güvenlik ve jeopolitik riskler yatırımcıların kararlarını belirleyen temel unsurlar haline gelmekte.

Ortadoğu’da Jeopolitik Riskler ve Küresel Sermaye Akışlarına Etkisi

Serbest piyasa ekonomisi, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde kurulan uluslararası düzenin temel taşlarından biri olarak kabul edilmekteydi. Ancak 2000’li yıllardan itibaren, özellikle Çin’in Asya kıtasında hızlı ve önlenemez yükselişiyle birlikte, Batıda, serbest piyasa anlayışı ABD’den çok Çin’in ekonomik çıkarlarına ve yükselişine hizmet eden bir düzen olarak görülmeye başlandı. Bu gelişmelerin ardından, Donald Trump’ın başkanlığının ilk döneminden itibaren ABD, ticaret savaşları kapsamında serbest piyasa prensiplerini zayıflatan tarife ve gümrük engelleri uygulayarak ekonomik rekabeti sınırlayan bir politika izledi. Çünkü serbest piyasa koşulları altında ABD’nin Asya kökenli güçlerle rekabet edebilmesi, özellikle Çin karşısında ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü koruması giderek zorlaşmaktaydı.

2020’li yılların başlarından itibaren, küresel ölçekte uygulanan tarifeler ve gümrük duvarları yoluyla Çin’i sınırlama stratejisi, Ortadoğu bölgesinde farklı bir boyut kazandı. Bu yeni stratejinin temelinde, İsrail’in revizyonist politikaları aracılığıyla bölgedeki jeopolitik risklerin artırılması ve böylece dış yatırımların bölge ülkelerine girişinin kısıtlanması yer alıyor. ABD yönetimi, bu süreçte İsrail’in saldırgan tutumuna destek vererek bir taraftan Tel Aviv’deki müttefiklerini teskin ederken diğer taraftan Körfez ülkeleri gibi büyük vizyon projeleriyle devasa yatırım bütçeleri açıklayan devletlerin jeopolitik risklerini yükselterek, bu ülkelerdeki rekabetçi yatırım ortamını zayıflatmaya başladı. Artan jeopolitik riskler Çin’in bölgeye doğrudan yatırım yapması güçleşirken, ABD’yi Ortadoğu’da rakipsiz bir konuma taşımakta.

Burada bir yandan, ABD ve İsrail tarafından belirlenen bölgesel statükoya meydan okuma imkânı ve kapasitesine sahip aktörlerin bölgedeki büyük ölçekli yatırımları caydırılırken diğer yandan rekabetçi yatırım ortamının zayıflatılması sonucu yatırımların alıcı ülkeler nezdindeki maliyetleri artmakta. Ekonomik rasyonaliteden farklı bir biçimde artan bu yatırım maliyetleri, fiilen ABD lehine bir “politik kar marjı”na dönüşmekte.

Sonuç olarak, Körfez ülkelerinin petrol bağımlılığından kurtulmak ve ekonomik ve toplumsal yapılarında kapsamlı dönüşümler gerçekleştirmek üzere hayata geçirdikleri vizyon projeleri, bölgesel ve küresel aktörlerin yatırım tercihlerini doğrudan etkileyen dinamiklerin odağında yer alıyor. Ancak, İsrail’in 7 Ekim sonrası revizyonist politikaları ve ABD-İsrail ekseninin bölgedeki jeopolitik riskleri bilinçli olarak artırması, yatırım ortamını karmaşıklaştırarak yatırımcı güvenini zedeliyor. Bu durum, Körfez ülkelerinin küresel sermaye piyasalarında Batılı aktörlere daha bağımlı hale gelmesine yol açarken, rekabetçi yatırım ortamını daraltmakta ve yatırım maliyetlerini yükseltmekte. Jeopolitik risklerin yükseldiği bu bağlamda, Çin gibi bölgeye doğrudan yatırım yapma kapasitesi yüksek ülkelerin çekim gücü azalmakta, ABD ise bu durumdan avantaj sağlayarak bölgedeki etkinliğini pekiştirmekte. Dolayısıyla, Körfez’in ekonomik dönüşüm süreçleri, sadece ekonomik ve toplumsal faktörlerle değil, aynı zamanda jeopolitik rekabet ve bölgesel istikrar dinamikleriyle de şekilleniyor. ABD ve İsrail bölgenin jeopolitik riskleri bilinçli bir biçimde artırarak yatırım ortamlarını kendi lehlerine rekabeti sınırlıyor ve kendilerine bağlı büyük sermaye guruplarına yatırımın ekonomik mantığını aşan büyük miktarlarda “politik kar marjı” sağlıyor. Trump’ın Mayıs ayında Körfez’de üç trilyon dolarlık kontratlarla ülkesin dönemsi bu bilinçli jeopolitik risk artırma siyasetinin en önemli meyvesi oldu.

[1] Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].