Dünya geniş kapsamlı jeopolitik yeniden hizalanmalardan geçerken, Ortadoğu da hızla dönüşüyor — ancak bu dönüşüm, İsrailli ve Amerikalı yetkililerin öngördüğü şekilde gerçekleşmiyor. Gazze’deki kırılgan ateşkes sürse bile, Washington ile Tel Aviv arasındaki mevcut yakınlaşmanın uzun ömürlü olması muhtemel görünmüyor. İsrail, bölgesel gücünün zirvesinde olduğunu düşünüyor; ancak daha yakından bakıldığında tam tersi ortaya çıkıyor: Ülke, hem “Yeni Ortadoğu”yu inşa etme kapasitesinden hem de kendi tasarımı olan bir düzeni dayatma yetisinden yoksun.
İsrail bugün, dışsal tehditlerin çok ötesine geçen ikili bir krizle — varoluş ve meşruiyet kriziyle — karşı karşıya. Ülkenin iç bölünmeleri, Başbakan Netanyahu’ya karşı kitlesel protestolar, kamuoyunun güvenindeki çöküş ve Gazze savaşı sonrası yaşanan siyasi dağınıklık, demokratik ve toplumsal temellerinin ne denli kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Bu tür içsel çatlaklar, İsrail’in yeni bir bölgesel düzenin “mimarı” olarak hareket etmesini imkânsız kılmaktadır.
Gazze’nin yıkımı, İsrail’in dünyadaki konumunu dramatik biçimde zayıflatmıştır. Aynı zamanda, Kuzey Afrika’dan Körfez’e kadar Filistin davasına yönelik küresel ilginin yeniden yükselmesi, İsrail’i yakın tarihinin herhangi bir döneminden daha fazla izole bir duruma sokmuştur. Meşruiyetin salt askeri güçle ikame edilebileceği inancı, bir yanılsama olduğunu kanıtlamaktadır. Zorlama üzerine inşa edilmiş hiçbir bölgesel düzen kalıcı olamaz.
Küresel medyanın, sosyal ağların ve sivil hareketlerin egemen olduğu bir çağda, İsrail bombalayarak ya da işgal ederek “istikrarlı bir düzen” inşa edemez. Körfez’deki olası Arap ortakları açısından İsrail, yalnızca güç aurasını değil, aynı zamanda güvenilirliğini ve anlamlı güvenlik garantileri sağlama yeteneğini de yitirmiştir — ki bunlar, sürdürülebilir herhangi bir bölgesel sistemin temel unsurlarıdır.
Stratejik bağımsızlık yansıtmaya yönelik çabalarına rağmen, Tahran’dan Riyad’a kadar her önemli bölgesel aktör, İsrail’in Amerika Birleşik Devletleri’ne derin bir bağımlılık içinde olduğunu bilmektedir. Ülkenin en kritik askeri, ekonomik ve siyasi yetenekleri, Washington’un desteğiyle iç içe geçmiştir.
Gazze savaşı bu bağımlılığı açıkça ortaya koymuştur. Çatışma sona ermeden önce İsrail’in Demir Kubbe (Iron Dome) önleyici füzelerinde yaşadığı sıkıntı, Amerikan lojistik ve tedarik zincirlerine ne kadar bağlı olduğunu gözler önüne sermiştir. Son iki yılda ABD’den silah ve mühimmat için yapılan ardışık acil talepler, İsrail’in uzun süreli askeri operasyonları kendi başına sürdüremeyeceğini göstermiştir.
The Wall Street Journal, İsrail’in Körfez ülkeleriyle olan bağlarının, bu bağımlılık ve iç karışıklıklar nedeniyle zayıfladığını açık biçimde ifade etti. Arap hükümetleri — özellikle Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Katar — bu zayıflıkları yakından gözlemlemektedir. İsrail’in bölgesel güvenliğin istikrarlı bir direği olabileceğinden ve yeni bir Ortadoğu düzeninin inşasına öncülük edebileceğinden giderek daha fazla şüphe duymaktadırlar.
İsrail, kurulduğu günden bu yana, her sorunun nihai çözümünü askeri güçte gören bir hayatta kalma mantığıyla hareket etmiştir. Güvenlik doktrini hâlâ “ezici üstünlük” ve “önleyici caydırıcılık” temeline dayanmaktadır. Ancak son dönemde Gazze’den Lübnan’a ve Batı Şeria’ya kadar yaşanan tecrübeler, bu doktrinin artık işe yaramadığını göstermektedir.
İsrail’in Filistin sorununu çözememesi taktiksel değil, yapısaldır. Ülkenin iç siyasi evrimi — daha fazla dini köktencilik ve etnik milliyetçiliğe doğru — onu kalıcı bir çatışma durumuna hapsetmiştir. İktidardaki koalisyonların aşırı sağcı dini gruplarla kurduğu ittifaklar, herhangi bir gerçek barış girişimini siyasi olarak imkânsız hale getirmiştir.
Kendisini dışlayıcı dini ve etnik terimlerle tanımlayan bir devlet, “yeni bir bölgesel düzen” kuramaz. Orta Doğu gibi sosyal ve demografik açıdan son derece çeşitli bir bölgede, böyle bir vizyon sadece daha fazla istikrarsızlık, şiddet ve siyasi felç doğurur.
İsrail’in devlet yapısı, Yahudi etnik ve dini üstünlüğünü vurgulayan ve Arap ile Filistinli vatandaşları marjinalleştiren Siyonist ideolojiye derinlemesine kök salmıştır. Başlangıcından itibaren, bu ideolojik temel, İsrail’i bölge içinde bir “medeniyet yabancısı” (civilisational outsider) olarak konumlandırmıştır.
Dini dışlayıcılık ve askeri işgal ile tanımlanan bir devlet, büyük ölçüde Arap ve Müslüman toplumlardan oluşan bir bölgesel düzeni nasıl yönetebilir? Milyonlarca Arap’ın işgalin, apartheid rejiminin ve sistematik ayrımcılığın sembolü olarak gördüğü bir devletin etrafında kalıcı bir düzen ortaya çıkamaz.
Bu güven eksikliği, Gazze savaşından bu yana dramatik biçimde kötüleşmiştir. Arap hükümetleri — iç kamuoyunun duyarlılıklarının fazlasıyla farkında olan — artık İsrail ile açık bir ittifak kurmanın kendi meşruiyetlerini zedeleyebileceğinden endişe duymaktadır. Abraham Anlaşmaları sonrasında doğan “normalleşme” ivmesi duraksamış, yerini temkinliliğe ve yeniden değerlendirmeye bırakmıştır.
İsrail’in Abraham Anlaşmaları sonrası hedeflerinden biri, bir Arap–İsrail güvenlik bloğu oluşturmaktı. Bu hayal artık sönmüştür. Doha yakınlarında gerçekleşen İsrail hava saldırılarının ardından, bölge medyası Katar’ın Tel Aviv ile güvenlik ilişkilerini yeniden değerlendirmekte olduğunu bildirdi. Kuveyt resmî güvenlik uyarıları yayınladı; Umman, İsrail’i açıkça istikrarsızlığın kaynağı olarak nitelendirdi; hatta Birleşik Arap Emirlikleri bile ilişkilerini sessizce yeniden gözden geçiriyor.
Körfez liderleri artık zor bir gerçeği kabul ediyor: İsrail ne onların güvenliğini garanti edebilir, ne İran’ı kontrol altında tutabilir, ne de güvenilir ve kalıcı bir güvenlik şemsiyesi inşa edebilir. Sonuç olarak, ABD ve İsrail merkezli bir bölgesel düzen olan İsrail’in “Yeni Ortadoğu” projesi şu anda hızla gerilemektedir.
İsrail’in stratejik düşüncesi, tekrarlayan tarihsel bir hatadan mustariptir — 1973 Yom Kippur Savaşı öncesinde hiçbir Arap devletinin yeniden saldırmaya cesaret edemeyeceğini varsaydığı zamanki aynı kibir. Bugün de, Gazze’nin yıkımı nedeniyle ciddi bir cezayla karşılaşmadığı için bunun gerçek bir bedeli olmayacağına inanmaktadır. Bu, son derece tehlikeli bir yanılsamadır.
Gazze savaşı, İsrail’in sınırlarını açıkça ortaya koymuştur:
- Ekonomisi uzun süreli çatışmalar altında çöküyor,
- Ordusu yabancı tedarike bağımlı,
- Küresel meşruiyeti aşınıyor,
- İç birliği parçalanıyor.
Bu koşullar altında İsrail, “yeni bir Ortadoğu” inşa edemez. Aksine, sürdürülebilir bir bölgesel düzenin ortaya çıkmasının önündeki başlıca engellerden biri hâline gelmiştir.
İsrail’in “Yeni Ortadoğu” vizyonu, siyasi bir efsaneden öteye geçememiştir. Bölgedeki hükümetler Tel Aviv ile nazik diplomatik tebessümler paylaşabilir, ancak hiçbiri onu bölgenin geleceğinin meşru mimarı olarak görmemektedir.
İsrail, militarizm, işgal, Washington’a bağımlılık ve meşruiyeti hiçe sayma ile tanımlanan mevcut rotasında ilerlemeye devam ederse, sadece bölgesel liderlik iddiasını kaybetmekle kalmayacak, aynı zamanda daha geniş uluslararası konumunun da daha da zayıfladığını görecektir.
İsrail ve bölge için bundan sonraki yol açıktır: Ya meşruiyet, adalet ve gerçek barış temelinde bir düzeni kabul edecek ya da giderek derinleşen bir tecrit, istikrarsızlık ve nihayetinde kendi denetleyemeyeceği daha büyük bir krizle yüzleşecektir.
Kısacası, İsrail’in hayal ettiği “Yeni Ortadoğu” daha doğmadan ölmüştür — bizzat İsrail devletinin kendi iç çelişkileri tarafından yok edilmiştir.
