İsrail, Lübnan ve Yeni Bir Ortadoğu’nun Serabı
Tarih boyunca liderler, Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme arayışında oldular. Lübnan Dağ Sırası’nın üzerindeki köyümün tepelerinden birbiri ardına geçen imparatorlukların geçişini seyredebiliyorum: bir Roma tapınağının harika kalıntıları, bir Bizans Kilisesi veya (daha az çekici olan) bir Fransız askeri deposu, bana kudretin akıp giden tabiatını ve bölgenin manyetik çekimini hatırlatmak için oradalar.
Toros Dağlarından Arap Çölüne, Şat-el-Arap’tan Akdenize uzanan bölge; stratejik olarak konumlanmış, yoğun sembollerin bulunduğu, sosyal açıdan çeşitli ve bu nedenle siyasi olarak istikrarsız bir bölgedir. Bölgenin kırılgan hallerine, belirsiz, değişken kimliklerine bir düzen getirme fikri, fatihler ve politikacılar için benzer şekilde cezbedici olmuştur. Perslerin Kirus’u ve Meggido’nun (Balkan Makedonyası olmadığının anlaşılması için özellikle Meggido olarak tercüme edilmesi tercih edilmiştir.) İskender’i (Zülkarneyn), George W. Bush’un yakın dönemde yapmaya çalıştığını yapmaya gayret ettiler.
20.yy.lın kolonyal imparatorluklarının geri çekilmesi ve bağımsızlık döneminin serpilmesi, Ürdün’ün etrafındaki, Asi ve Fırat Nehirleri arasındaki dağları, ovaları, platoları ve çölleri ulus olmayan devletler arasında dağıtan büyük oranda gelişigüzel bir politik harita ortaya çıkardı. Bu modern yaratıkların; etnik çatışmalar ve siyasi kötü idareler tarafından sürekli tehdit edilen kırılgan entiteler oldukları açıkça ortaya çıktı.
Çeşitliliği yüksek toplumlarda devlet inşası son derece zor, her zaman tersine dönebilir bir girişimdir ve Lübnan örneğinde ise bu çeşitlilik farklı grupların (Alevi, Sünni, Maruni) kendi arzularını empoze etmek için bir paravan olarak görülmektedir. Bölgede gelişmekte olan bölgesel hegemonların bu kırılgan üniteleri itaatkâr uydular haline getirmeye kalkışmasıyla durum daha da kötüleşmektedir.
Ortadoğu son zamanlarda buna benzer pek çok olay yaşadı. Cemal Abdunnasır idaresindeki Mısır, 1950 ve 1960’larda üstünlüğünü empoze etmek için ateşli Arap ulusalcılığı dalgasını, muhafazakar Arap rejimlerinin entrikalarını ve aktif batı düşmanlığını kullandı ancak bu girişim, İsrail’in daha üstün silahları tarafından Mısır’ın kursağında bırakıldı. Şia özgürleşmesini ve politik İslamı destekleyen Humeynici İran, devrimin ilk günlerinden başlamak üzere benzer bir faaliyete girişerek Irak ile sekiz yıl süren korkunç bir savaşın diğer etkilerinin yanı sıra Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve Filistin’de Hamas gibi devlet dışı silahlı grupları destekledi. Tahran, bu ağı son zamanlara kadar işleyişi yükselişte gibi görünen “Direniş Ekseni” olarak organize etmeye çalıştı. Recep Tayyip Erdoğan’ın idaresindeki Türkiye, 400 yılı aşkın süre boyunca Osmanlı idaresi altında kalmış bölge üzerinde oyun dışı kalmamak ve ülkesine bu nüfuzu tekrar kazandırmak için bazen çok ustaca bazen ise daha az ustaca girişimlerde bulundu.
En son baştan çıkan ise İsrail’in Biyamin Netanyahu’sudur. İhtiraslarından bahsediyor ve birbiri ardına kazandığı taktik zaferleri aracılığıyla söylediklerinin kastettikleri olduğunu gösteriyor. 7 Ekim 2023 tarihindeki Hamas’ın şiddetli saldırısının ardından Gazze’yi devasa bir yıkıntılar tarlasına çevirdi ve bile isteye Gazze halkını yerinden etti, bombaladı, açlığa mahkûm etti ve insandışılaştırdı. Sonrasında Hizbullah’ın Gazze’ye destek olsun diye İsrail’e karşı yürüttüğü düşük yoğunluklu savaşı sonlandırmak için kuzeye döndü ve bunu büyük bir gürültüyle yaptı.
Gazze’ye yardım etmeyi vazife olarak görüp uluslar arası seyrüseferi sekteye uğratan ve İsrail’e füzeler fırlatan Husileri cezalandırmak için Yemen’deki Hudeyde limanını bombaladı. Parçalanmış ve devre dışı bırakılmış Suriye’deki silah depolarını ve tabi ki İranlı ve İran yanlısı militanları vurmaya devam etti. Bu yazıyı yazdığım zamanlarda, 1 Ekim’de sadece birkaç komşu ülkenin üzerinde geçme durumunda kalmayan aynı zamnda ABD’nin dikkatini de İsrail’e yardımcı olma konusuna çeken füze saldırılarına cevap olarak İran’ı bombalamak için hazırlık yapıyordu.
Bu arada Netanyahu, kendisinin en kıymetli hedefinin hala, militanlara yönelik suikastların, köyleri bir bütün olarak yok etmenin ve toprak gasplarının muhtemel bir barış sürecinin aksine iki katına çıkarıldığı Batı Şeria’nın, olası bir Filistin devletini yok edecek şekilde ilhakı olduğunu kimsenin unutmasına izin vermiyor. Netanyahu’nun maliye bakanı Bezalel Smotrich, pek çok kişinin korktuğu şey olan tam teşekküllü bir ilhakın gerçekleşeceği ve 3 milyonu aşkın Filistinlinin Şeria Nehri’nin (Ürdün Nehri) doğusuna muhtemel sürülmelerinin gerçekleşeceği beklentisiyle “Judea ve Samaria” (Batı Şeria)nın hukuki sistemini değiştirmekle meşgul: söz konusu bu bakan, son zamanlarda Irak’tan Mısır’a kadar uzanacak bir Yahudi devleti hakkında sesli düşünmeye devam ediyor.
Askeri olarak İsrail’in Gazze’deki davranışı bir savaştan farklı olarak içgüdüsel, kaotik ve bir intikam gibi görünüyordu (İsrail cumhurbaşkanı İzak Herzog Gazze Şeridi sakinlerinin Hamas’ın suç ortakları olduklarını ve bu yüzden meşru hedefler olduklarını ifade ediyordu.) 7 Ekimi takip eden yıl içerisinde İsrail; hastaneleri, okulları, camileri ve kiliseleri, köyleri ve kampları “ertesi gün” hakkında ne yapılacağını belirtmeden muhtemelen bilmeden sürekli bombaladı.
İsrail’in Lübnan’daki savaşı, Gazze’dekinin aksine özenle planlanmış bir savaş: İsrail’in Hizbullah ile 2006 yılındaki en son karşılaşması sonuçsuz kalmıştı ve İsrailli bilginler o günden beri Hasan Nasrallah’ın savaşçılarıyla yeni bir çatışmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı Lübnan’daki savaş son 18 yıl boyunca düzenli bir şekilde güncellenen ve en küçük detaylarına kadar incelikle planlanmış bir savaştır. Bu planlama sürecinin sonunda; İsrail mutlak bir üstünlük değilse bile görece açık bir üstünlüğünün olduğu alanlar olan son teknoloji dronlar ve baskın bir hava kuvvetleriyle sürekli bir bombalama eşliğinde bilim-kurgu istihbaratının kullanıldığı bir saldırı başlattı. Nasrallah suikastının ardından Eylül ayının son günleriyle birlikte Netanyahu, “bölgedeki güç dengesini uzun sürecek bir şekilde değiştirme” konusundaki İsrail başarısını alkışlayarak yarı yarıya zaferini ilan ediyordu.
Gazze’de Hamas lideri Yahya Sinvar’ın İsrail askerleri tarafından öldürüldüğüne ilişkin haberlerle birlikte İsrail’in her iki cephede ardışık taktik başarılar kazandığı tartışmasızdır. Askeri uzmanlar hararetli bir şekilde İsrail’in bir sonraki icatlarını bekliyor. İsrail taraftarı pek çok gözlemci, eğer öfori değilse bile bir hayranlık hali içindeler ve bütün bu haller kaçınılmaz bir şekilde Netanyahu’nun İsrail’in silahları tarafından yeniden düzenlenmiş ve yeni hegemonunun arzularını yansıtan yeni bir Orta Doğu’yu düşünmeye başlaması konusunda onu cesaretlendiriyor. İsrail harita uzmanlarından düzenli bir şekilde başbakanlarına BM kürüsüsünden göstermesi için, gelişen ve müreffeh bir Ortadoğunun kasvetli ve barbar Ortadoğunun yerini almak üzere olduğunu gösteren haritalar hazırlamaları istenmektedir.
İsrail’in; Hamas ve Hizbullahı büyük ölçüde zayıflatarak, muzaffer ordusunun desteği, Arap suskunluğu, silah, para ve diplomatik destek şeklinde kendini gösteren Amerikan cömertliği ve bozuk bir uluslar arası sistemin yardımıyla yeni bir bölgesel düzen dayatabileceği bir pozisyona kendisini getirerek güç dengelerini değiştirdiği konusunda aslında herhangi bir şüphe yoktur. Böylesi bir yıldızlar grubunun altında bırakın mütevazı olmayı nasıl rasyonel kalınabilir ki?
Sorun bu önemli değişimin gerçekliği değil devamlılığıdır. Bilakis Ortadoğuyu şekillendirmeye yönelik geçmiş girişimler başarısızlıkla sonuçlandı: İsrail eski başbakanı Menachem Begin 1982’deki girişiminin sonuçlarını mütalaa ederken derin bir depresyona girdi ve Bush muhtemelen 2003 yılında rejim değişikliği yoluyla bölgeye demokrasi getirmek için ABD öncülüğünde başlatılan insiyatifle ilgili hala düşünüyordur.
Bölgenin yeniden yapılandırılmasına Lübnan’a saldırı ile başlamak İsrailli politikacılar için özellikle bir lanet olagelmiştir: Begin ve onun savunma bakanı Ariel Şaron, Netanyahu’nun şimdi dile getirdiği argümanlara benzer argümanlarla meşrulaştırılan kuzey komşusuna yönelik gerçekleştirdikleri büyük ölçekli istiladan sonra istifa etmek zorunda kalmışlardı. Şimon Perez, 1996 gerçekleştirdiği “gazap üzümleri” adlı askeri harekâtından sonra gerçekleştirilen seçimleri kaybetti ve Ehud Olmert’in 2006’daki talihsizliği yolsuzluk davaları ile birleştirilerek onun sonunu getirmişti. Bu istilaların her birinin ardından tekarlanan “yeni Orta Doğu” vaadi doğal olarak hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Hâlihazırdaki İsrail başbakanı daha iyisi yapabilir mi? Şüphe etmek için birkaç iyi gerekçe var. İlk olarak hegemon olmayı arzulayanların sınırları ve rejimleri değiştirmeye hazırlıklı olmaları gerekir. Bunun için bir miktar güç kullanmak gerekir ve bu yüzden sınırları ve rejimleri değiştirme girişimlerine sadece önemli askeri kaynaklara sahip ülkeler (Saddam Hüseyin bu kaynaklara sahip olduğu yanılgısı içerisindeydi) kalkışabilir.
Ne kadar başarılı bir şekilde sürdürülseler bile bu hedefler genellikle insanların yaşamları ve maddi kaynaklar anlamında çok büyük bedeller gerektirirler. Netanyahu, İran’daki rejim değişikliğinin “insanların düşündüğünden çok daha yakın” bir zamanda gerçekleşeceğini öngörecek kadar ileri gitti. Birkaç komşu ülkeye itaatkâr liderler dayatırken daha çok toprak ele geçirmek açıktır ki zor bir iştir: İsrail’in her iki hedefi aynı anda gerçekleştirebilmesi nerdeyse imkânsızdır çünkü her bir hedef (kimi zaman her ikisi) bölgedeki diğer aktörler tarafından şiddetli bir şekilde muhalefet görecektir.
Şüphe etmek için var olan iyi birkaç gerekçeden ikincisi; Arap rejimlerinin geçen bir yıl boyunca sergiledikleri pasifliğin İsrail’in ana hedeflerinin, İran yanlısı iki politik İslam öncüleri olmasıydı. Onları yok ederek İsrail, Arap rejimlerinin de kendileri için çok ciddi tehlike olarak gördükleri düşmanlarını vurdu. Eğer İsrail’in faaliyetleri, çıkarların bu tesadüfî yakınsamasının ötesine geçerse Arap pasifizmi aniden ortadan kaybolabilir. Filistinlilerin komşu ülkelere sürülmesi girişimi, siyasi istikrarsızlığın önemli bir kaynağı olarak değerlendirilip özellikle ciddi bir muhalefetle karşılaşacaktır. İsrail’in Levant bölgesine bir tür siyasi hâkimiyet dayatmaya yönelik girişimleri, Mısır, Suudi Arabistan ve diğer olası bölge hegemonları tarafından kabul edilebilir bulunmayacaktır.
Bu gerekçelerden üçüncüsü ise; aşırı güç kullanımının İsrail’in düşmanlarını öfke halinde tutmasıdır: İsrail taktik kazanımlar biriktirebilir ancak onları dengeli bir hegemonyaya dönüştüremez. Temel meselelere çözümler bulunmadığı sürece Hamas (veya sonrasında kurulacak bir örgüt) ve Hizbullah önümüzdeki yıllarda kendilerini herhangi bir zamanda yeniden oluşturabilirler ve onların son zamanlardaki aşağılanmaları bir caydırıcı işlevi görmekten çok bir teşvik işlevi görebilir (buna inanmak için pek çok neden var, cehennem ateşi gibi darbeler yerlerken bile her iki örgüt de yeni katılımlar çekebilme becerisi gösterdiler).
Bölgedeki kırılgan devletler, İsrail karşıtı hareketlerin suç ortakları olmamakla birlikte, bu hareketlerin derin kültürel kökler ve söz konusu bu kırılgan devletlerin meşru bir dava olarak kabul ettikleri bir dava ile yeniden doğuşlarını engelleyemeyeceklerdir. Öyle görünüyor ki Filistin Davası İncil’de anlatılan yanan çalılık rolünü oynamaya devam edecek, hemen sonrasında yeniden canlanmak için yanıp kül olacaktır.
Söz konusu gerekçelerden dördüncüsü; bir İsrail hegemonyası katıksız, çıplak ve küstah güç üzerine inşa edilecektir. İsrail’in bütün komşuları hâlihazırda savunmada, Suriye bilfiil işgal edilmiş durumda, Irak “özgürleştiğinden” bu yana ne ulusal birliğini yeniden kurabildi ne de güçlü, şeffaf kurumlar tarafından organize edilebildi, Ürdün Batı Şeria’nın ilhakından ve kendisinin alternatif bir Filistin devletine dönüştürülmesinden korkuyor (bu dönüşüm onlarca yıl boyunca Netanyahu’nun partisi Likud’un programının bir parçasıydı ve son zamanlarda Tel Aviv’in ve muhtemelen Mar-a-Lago’nun gündeminde yeniden canlandırıldı).
Ülkem Lübnan’a gelince, finansal olarak iflas etmiş, siyasi olarak paralize olmuş (başkansız, sınırlı güçlere sahip bir hükümet ve cansız bir meclis) ve iç savaşın tekerrürü tarafından tehtid edilmekte olan bir ülkedir. Bir İsrail hegemonyası eğer kurulursa çok kolay bir zafer olacaktır ancak hiçbir zaman pasifize edilemeyecek dengesiz, baskılanmış ve öfkeli bir alana kurulmuş olacaktır. Savaş bu gün dursa bile Lübnan’ın toparlanmak için yıllara ihtiyacı vardır. İsrail böylesi bir ortamda kendisine bilgi veren satılık muhbirler bulabilir ancak müttefik ve vekiller için ümitsizce aranıp duracaktır.
Bu durum, İsrail’in kurmaya giriştiği bölgesel hegemoni türünün Gramsci tarafından tanımlanan hegemoni türünün tam zıddı olması dolayısıyla böyledir: İsrail, yenilenleri entegre etmenin tam tersine onları dışarıda tutma arayışındadır. Onun kurtarıcı yayılmacılığı, sadece bu yayılmacılıkta kendilerine hiç yer olmadığı için bölgenin en az kavgacı olan insanları için bile sindirilmesi zor bir şeydir. Onlar kendilerini Avrupalılar tarafından Yahudilere uygulanan soykırımdan bütünüyle ayırıyorlar ve bu yüzden bir kez daha Avrupa’nın yanlışlarından dolayı maliyet ödemeye gönülsüzler. Antonio Gramsci veya ondan çok uzun süre önce (muhtemelen sürdürülebilir hegemonyanın ön şartı olan, zayıfların yönetici ağının parçaları oldukları sürece ikinci derece konumu kabul etme süreçleriyle ilgili yazan) ulu İbn-i Haldun tarafından analiz edildiği gibi güçün tahakkümüne zayıfların entegrasyonu bu şartlar altında imkânsızdır.
Bu bakımdan İsrail’in iç evrimi bir aynadır. 1967 savaşındaki zaferinden bu yana İsrail değişti. Bu değişim geleneksel olarak İsrail ordusunun orantısız bir şekilde kaynağı olan Dürzü toplumunun konumlarını ikinci sınıf vatandaşlar olarak pekiştiren İsrail’in yeniden tanımlanmasına yönelik giderek artan hoşnutsuzluklarında açıkça görülebilir. Benzer şekilde bu durum, yargının otonomisini sınırlama anlamına gelen Netanyahu hükümetinin “reformlar”ına karşı İsrailli liberallerin yüzbinlercesinin gösteri yaptıkları 2023 baharı ve yazı boyunca gerçekleştirilen gösterilerde de açıkça görülmekteydi.
Başka bir deyişle, siyasette yerleşimcilerin artan etkisi veya subay sınıfında büyük oranda artan dindar militanların artışı tarafından resmedildiği gibi İsrail’in dini bir entite olarak yeniden yapılandırılması onu daha fazla dışlayıcı hale getirdi: liberal Yahudiler ve özellikle devletin Arap vatandaşları hoş karşılanmamaktadırlar. İsrail devleti yönetim biçiminin sık sık haberleştirildiği gibi sadece “sağa doğru kaymak” olmayan bu dönüşümü İsrail’in bölgesel hegemoni girişimiyle at başı gitmektedir. Dışlayıcılık ve hegemoni arayışı; İsrail toplumunun geniş segmentlerini veya bölgedeki komşu ülke halklarını rahatlatmayacak bir kombinasyondur.
Tanrıların kibri başlarına bela ettikleri insanlar, kendilerini akıldan yoksun bırakırlar. Sadece İsrail’in de uluslar arası insani hukuka tabi olduğunu hatırlattığı için BM Genel Sekreteri Antonio Guterres istenmeyen şahıs ilan edildi. Emanuel Macron, İsrail’e silah sevkiyatının durdurulması gerektiğini belirttiği için cehenneme layık görüldü. İşlenen savaş suçlarından bahseden Uluslar arası Ceza Mahkemesi şeytanlaştırıldı, mahkemenin İsrailli liderler hakkında tutuklama kararı verip vermeyeceklerini henüz bilmiyoruz. İsraille ilişkilerini normalleştiren ülkelerin bile İsrail tarafından kendi güvenliğine ilişkin yapılan elastik tanım ve başkalarının kendileri için duydukları endişeyi aşağılaması karşısında kafaları karışmış durumda.
Benzer şekilde İsrail’in barbarlığa karşı medeniyetin siperi olduğu düşüncesi batıda elbette ABD kongresinde bir yankı buluyor ancak ne barbarlık tabiri bölgenin kadim medeniyetlerini tanımlıyor ne de medeniyet siperi olma vasfı İsrail ordusunun Gazze’de yaptıklarını yansıtıyor. Gerçeğe en yakın tanımlama, İsrail’in batı için gelişmiş bir askeri istihkâm olma girişimi ve batıdaki pek çok kişinin İsrail’in bu rolünden memnun olduğudur. Ancak gelişmiş ileri bir karakol bölgesel bir hegemon olamaz hele medeniyetin feneri, asla!
Bu yıpratılmış, tedirgin edilmiş, parçalanmış bölgede en kötüsünden kaçmak için hala bir yol var. Bu yol; sorunun kalbi olan meseleyi, 150 yıllık çatışmayı ve pek çok İsraillinin unutmak istedikleri meseleyi ön plana çıkarmaktır: bu yol; Filistinlilerin temel politik haklara sahip olmalarının sağlanmasıdır. İsrail’in bölgesel maceraları sıklıkla her zaman var olmuş bu acı verici gerçekten kaçış gibi görünmektedirler. İsrail’in yanıbaşında Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olma hakları tanınıp bu söz konusu devlet kurulmadığı sürece Filistinliler kendilerinin ve komşularının hayatlarını imkânsızlaştıracak şekilde karmaşanın bütünüyle meşru kaynağı olmayı terk etmeyeceklerdir.
Hevesli hegemon, eğer güç Filistinlileri ve onalara samimi bir şekilde veya onları küçümseyerek destek verenleri pasifize etmiyorsa, çözüm daha fazla güç kullanımındadır diyor. Eğer tarihin bir faydası varsa o da karşık siyasi sorunların çözümünde güç kullanmanın her zaman kısır ve verimsiz olduğunu bize öğretmesidir. Herhalukarda İsrail’in Lübnan’ı bombalayarak ortada bıraktığı yıkıntılar Romalıların ve Bizanslıların köyümde kalan kalıntıların çekiciliklerinin hiç birine sahip değiller: İsrail’in Lübnan’da bıraktığı kalıntılar sınırlandırılmamış ve tahammül edilmez bir kibrin işaretidirler.
*Yazar, Paris Politik Çalışmalar Enstitüsü, diğer adıyla Sciences-Po Üniversitesinde Uluslar arası İlişkiler fahri profesörü ve BM Genel Sekreterinin eski kıdemli danışmanıdır.