İslamcılık, Cemaleddin Afgani Ve Yahya Kemal

Saldırgan bir açlık, doyumsuz-teskin olmayan bir tatminsizlik veya sebepsiz bir bıkkınlık-sıkılma eseri olmayan 9 kitabı aynı anda okuma itiyadı bir dert ve çırpınışın tezahürüdür. Elimdeki 9 kitabın 2’si bitti.

Pınar Yayınları’ndan çıkan Enver Muazzam’ın Cemaleddin Afgani ve İstanbul Fetih Cemiyeti yayını olan ve Mehmet Samsakçı’nın hazırladığı Son Keşifler-Yahya Kemal kitapları kitap satın alma, okuma tercihlerimin de isabetine bir karine hatta delil oldu.

Pınar Yayınları’nın Dücane Demirtaş tercümesiyle okurla buluşturduğu bu kitap, yayınevinin tanıtım yetersizliğini de gösteriyor çünkü adeta tüketircesine Afgani okuyan râkımü’-lhuruf, bugüne kadar yazılmış en kaliteli Afgani kitabının bu olabileceğini zannetmektedir.

Afgani sevilsin veya sevilmesin söyledikleri ve eyledikleri ile son 3-4 asırda kendisi ayarında ikinci bir tesir sahibine tesadüf edilmeyen biridir. İslamcılık kitabımın bu kadar gecikmesinin sebebi Afgani hakkında görmediğim bazı eserleri de okuma arzumdur.

Afgani müspet ve bazı menfî yönleri çatışan, çarpışan ama tesirini İslam dünyasının iliklerine kadar hissettiği biridir. Afganî dikkate hatta merkeze alınmaksızın modern dönem dinî hayat ve tarih pek anlaşılamaz.

Afganî gibi Yahya Kemal okuyan biri de okuma fiilinin dar bir sahaya hapsedilmediğini görür. Yahya Kemal ve Cemil Meriç imanları tartışmalı, Necip Fazıl kadar olmasa da fikir ve his dünyamızda hayli müessir olmuş iki münevver Müslümandır.

1980 öncesi Akıncı aile büyüklerinin duvarlarında Yahya Kemal’in beyitleri asılırdı. Her Müslüman Türk gibi bende de fetih düşü ve Akıncılık aşkı olduğundan zamanla Yahya Kemal’e onu derinden tetkik etmekten bir alaka göstermeye başladım ancak yakınlarından Sermet Sami Uysal’ın Yahya Kemal’in ahirete inanmadığını onun sözleriyle kayda geçirmesi canımı sıktı. Benim İtikadî Müslüman, Kültürel Müslüman ve Sosyolojik Müslüman tasnifimin ilham kaynağı Yahya Kemal’dir. İman şüphe kaldırmaz;bir mü’min bilâ-şekk ü şüphe inanır. Ahirete inanmayan mü’min olamaz.

Sermet Sami Uysal’ın yazdıklarına sorgulamaksızın itibar etmedim, Uysal’ı yakından tanıyan ve Kitap Sevenler Partisi münasebetiyle bir ara düzenli toplantı yaptığımız ve muhtelif vesilelerle görüştüğümüz Eczacı-TSM sanatçısı Boşnak asıllı halis bir Türk olan Memduh Cumhur’a müracaat ettim ve maalesef tekzip beklerken teyide muhatap oldum. Meğerse Uysal, Yahya Kemal’den dinleyip not aldığı sayfaları daha sonra Yahya Kemal’e gösterir ve Yahya Kemal de o sayfaları imzalarmış.

Yine de İslam’a ve Müslümanlara Yahya Kemal kadar hizmet eden ikinci bir Kültürel Müslüman’a (Cemil Meriç hariç) rastlamadığım gibi onun kadar müessir fazla İtikadî Müslümana da tesadüf etmediğimi söylemeliyim.

Yahya Kemal, çok-yönlü bir münevverdir. Yazılarındaki zenginlik başka türlü izah edilemez. Cemil Meriç de Yahya Kemal gibi bilâ-şekk ü şüphe iman eden biri değildi. Kendisi ne kadar iman ettiğini kendisinin de merak ettiğini ifade ediyordu, onunki Yahya Kemal’den daha üstteydi en azından ahirete inandığını istihraç edebiliriz.

Rumeli mevzubahis oldukta ise Yahya Kemal Leskofça muhaciri Üsküplü bir etnik Türk olarak Dimetoka muhaciri başka bir etnik Türk olan Cemil Meriç’ten daha dertli idi. Meriç’te Rumeli asla bir dert değildi.

Yahya Kemal, Üsküp’te değil Meriç gibi Antakya’da doğsa bile Rumeli’yi hiçbir zaman unutmazdı.

Gelelim bu zincirin İslamcılık ile ilişkisine…
İslamcılık, modern dönemde Müslümanların maruz kaldığı aşağılayıcı muamelelerin tevlit ettiği bir  tepki, telakki ve tavırdı.

Batı karşısında Müslümanların maruz kaldığı muamele iki şekilde tezahür ediyordu: Biri işgal ve sömürü, diğeri de Osmanlı’nın toprak kaybı ve ertesinde yaşananlar.
Her iki muamele şekli de silah ve sanayi teknolojisi vasıtasıyla icra olunuyordu.

Osmanlı bir devlet olmak haysiyetiyle daha farklı bir tepki veriyordu ancak Osmanlı’ya hiç bağlı olmamış veya ondan daha önce ayrılmış ya da fiilen değil hükmen bağlı topraklarda işgal ve sömürü çok daha farklıydı. Afganî, çare ararken Osmanlı dışı topraklardaki acıyı daha yakından hissediyor ama çare için Osmanlı’ya bel bağlıyordu.

Afganî zannımca kendisinden pek yazılı delilin  en azından eli mahsulü belgenin olmadığı 1892-97 arası İstanbul hayatında Osmanlı’nın beklediği güçte olmadığını görmüştü. İstese o da bazı Jön Türkler gibi kaçabilirdi ancak bunu istemedi çünkü kaçması hilafete ve İttihad-ı İslam davasına zarar verirdi, bu sebeple Abdülhamid’e harice çıkmasına izin verilmesi için yalvardı ama netice alamadı.

Afganî, daha serbest kalacağı bir yere gitse hiç olmazsa literatüre çok fazla görüş ve belge bırakırdı.

Abdülhamid’in Afganî’ye reva gördüğü  hayat, 5 Yıldızlı, şatafatlı bir hapishane hayatıydı oysa Afgani gibi serazad, emir ve itaate gelmez adamlar için en büyük nimet istediği gibi yazabilmek ve konuşabilmek özgürlüğü idi.

Abdülhamid devrinde düşünce hayatı ölüydü. Ulema başta hiç kimse siyaset ve idareye taalluku olan bir husus hakkında kalem oynatamıyordu. Eleştiri hiç yoktu, eleştirinin hiç olmadığı yerde salt itaat ve sükut beklenir ve böyle bir ortamda da hiçbir düşünce filizlenip yeşermez.

Afgani bir aksiyoner olmasına rağmen onun düşünce ve eylem adamlığında ahiret inancı merkezî bir yer tutar. Ahirete inanan birinin kötülük yapmayacağını öne çıkarır.

Bu mevzuları İslamcılık kitabımda genişçe ele alacağım.