İslamcılar ‘Kemal’ist Olur mu?

Bugün için artık tartışmasızdır ki Osmanlı Devleti’nde İslamcılık denilince akla ilk gelen hareket “Yeni Osmanlılar”, ilk İslamcılar da Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavî’dir.

Sosyal ve kültürel yaşamda görülen sekülerliğin ve daha ziyade hukukta görülen laikliğin amansız muhalifi hatta hasmı olan Yeni Osmanlılar son nefeslerine kadar İslam’ın hayatın her sahasında esas ittihaz edilmesini savunmuş, dans etmek, açık-saçık giyinmek gibi Batılı yaşam tarzının benimsenmesine; Şeriat dururken, İslam fıkhı çağa uyarlanarak kanunlaştırma cihetine gidilmesi gerekirken Batı’dan kanun tercümeleri yapılmasına bugün için hayli ağır bulunabilecek sözler sarf etmişlerdir.

Namık Kemal, laiklik uygulamalarına belki de en sert tepki gösteren Yeni Osmanlıdır: “Şimdiye kadar mütenevvi[değişik]mahkemeler ve türlü türlü kanunlar yapıldı; bunlardan Şeriat-ı Ahmediye’nin kadrini kırmaktan başka ne faide hâsıl oldu? Bu mahkemeler şeriat mahkemelerinden daha adil ve bu kanunlar ahkâm-ı şer’iyeden daha mükemmel mi zannolunuyor?”; “Bize ârız olan[musallat olan]uygunsuzluk hükümetimizin esas ve mebnâsı[temeli]olan şeriatın ahkâmına riâyetsizlikten husûle geldi ve her ne zaman biz bu esası bırakır isek muzmahill oluruz[yok oluruz]”; “Hülâsa-i kelâm devletimiz muammer[uzun ömürlü] olmak isterse şeriat-ı Ahmediye’ye ittibâdan[uymaktan] ve devlet-i İslamiye hâlinde kalmaktan ayrılamaz. Demektir ki şeriat devletimizin canı ve mâyeü’l-hayatıdır[hayat kaynağı/özü/servetidir]. İşte bizim bildiğimiz ilaçların en müessiri budur”; “Şeriat gibi tagayyürden masûn bir esas var iken niçin inkılâbı zaruriyetten olan ef‘âl-i insaniyeye isnâd-ı hukuk eyleyeyim?”.

Din üzerine tesis-i müddeâ

Namık Kemal, laikliğe sadece hukukî hükümlerde değil, siyasî rejim ve hükümlerde de açıkça cephe alır: “ ‘Yeni Osmanlılar müddeâlarını din üzerine tesis ediyorlar. Onlardan hayır me’mul olunmaz’ derler. İşte zuhurumuzdan beri efkârımızca[fikrimizce]bize bulabildikleri kabahat budur. Evet, biz din üzerine tesis-i müddeâ ederiz. Dinin ahkâm-ı siyasiyesinde mani-i terakki olacak bir şey görmedikten başka şuna layıkıyla yakin hâsıl ettik ki vatanı kurtaracak, hürriyet-i âmmeyi hâsıl eyleyecek bir çare var ise zikrolunan ahkâma müracattır. Bu bâbda her kimin bir şüphesi var ise meydana koysun, Yeni Osmanlılar halline müsâraat[hemen başlar/acele eder]eder”; “[Birilerinin]nice masum kanlar dökerek hâsıl ettikleri usul-i hürriyeti biz hükm-i şeriatle ele geçiririz”. Namık Kemal belaya uğramamızın sebebinin de “urvet-i vüska-yı şer’i elimizden kaçırmak” olduğunu yazar.

‘Bin kere istemeyiz’

Namık Kemal’in sekülerlik vadisinde yazdıkları da nettir: “Eğer sizin medeniyet zannettiğiniz şeyler karıların açık saçık sokağa çıkması ve meclislerde dans etmesi ise onlar ahlakımıza mugâyirdir. Biz istemeyiz, istemeyiz, bin kere istemeyiz”. Ziya Paşa’nın Müslüman kadınların açık-saçık gezmeleri, yabancılarla dans etmeleri gibi hususlarda yazdıkları ise buraya derce cesaret edemeyeceğimiz kadar ağırdır.

İhtilafı ve tenkidi emr-i şer’î telakki eden Namık Kemal, kendilerine yöneltilen “ulu’l-emre itaatsizlik” iddialarına da çok sert cevap vermiş, Batılı büyük devletlerin kuklası gibi gördükleri Âli Paşa ve Fuad Paşa ile tecessüm eden Bâb-ıâli’nin Kur’an’a ve Sünnet’e mugayir yani şer’î hükümlere açıkça aykırı işler yapan emir sahipleri olduğunu, ayet-i celilenin “minküm”(sizden olan) şartına uymadığı için onlara itaatin farz olmadığını, bilakis böyle İslam’a aykırı işlerde sükût etmenin “ulü’l-emre itaat değil emr bi’l-maruf, nehy ani’l-münker farizalarından gaflet” olduğunu yazmıştır. “Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat edilmez” hadis-i şerifi iktizasınca Tanzimat paşalarına itaatin Cenab-ı Hakk’a isyanı intaç edeceği inancındadır.

Namık Kemal’e göre Yeni Osmanlılar, Allah’ın ve Hz. Peygamberin emri mucibince hareket ettikleri için bu paşaların gazabına uğramış ve bu sebeple “vatandan hicret bahsinde ise bir eser-i Nebevî’ye ıktifa et”mişlerdir[uymuşlardır]. Kaldı ki kendileri, Âli ve Fuad Paşa gibi bürokratların değil, halife olan padişahın ulü’l-emr ve itaatin de ancak ona farz olduğunu yazarlar. Namık Kemal’in şu ifadeleri gayet sarihtir: “Her kim padişahın emr-i meşru‘una itaat etmezse asi ve mücrim olur. Lakin herkesin malumu olan türlü desâis[hileler]ve vesâvis[vesveseler]ile padişahı kastının hilafında emretmeye mecbur edenlerin ve makam-ı hilafete mahsus olan şeref-i istiklal ve nüfuzu bu vechile yedd-i iğtisâblarına alıp[gaspedip]ağrâz-ı zâtiyeleri[kötüniyetleri] için suistimâl etmekte Allah’tan korkmayanların evâmir-i keyfiyelerine mütâbaat etmemek[keyfi emirlerine uymamak] ve onların zararı bedihiyü’l-sübut[açıkça ortaya çıkan] olan mesleklerine muhalefet göstermek ulü’l-emre itaatsizlik neden olsun? Eğer bu zatlar ulü’l-emr iseler padişah kimdir ve nicedir..? Ve bir de ol takdire göre bunları ulü’l-emr olmak için efrâd-ı ümmetten kimlerin intihâb ettiği bilinmek iktizâ eder. Zira bey‘at-ı umumiye Sultan Abdülaziz Han hazretlerinin zatına idi. Emanât-ı celile-i hilafet Sultan müşarunileyhin mevdû-ı yedd-i müeyyedleridir. Cevâmi ve menâir-i İslamiye’de[cami ve minarelerde] hutbeler o Padişahın nam-ı celiliyle tevşih olunur[süslenir]; bunlarda falan ve filan paşaların müşâreketleri[ortaklıkları] yoktur”.

Vekalet şüpheli

Namık Kemal, “el-vekil ke’l-asil”[vekil, asil gibidir]itirazına da cevap vermekte, vekâletin muteber olması için vekillerin ahkâm-ı şer’iyeye uygun davranması gerektiğini zaten Yeni Osmanlıların da sadaretin şeriata uygun hiçbir emrine muhalefet etmediklerini ayrıca halife padişahın da bu paşaları sadarete/vekalete getirirken özgür iradesiyle hareket edemediğini, onları vekaletten azletme hakkını kullanamadığını bu sebeple vekaletin şüpheli olduğunu söyler. Çünkü Yeni Osmanlılara göre Âli ve Fuad Paşa İngiltere ve Fransa elçilerinin desteğiyle işbaşına gelen/kalan iki isimdir. Namık Kemal’in elçilerle ilgili yazdıkları da şöyledir: “On beş, yirmi senedir bayağı saltanatın kuvve-i maneviyesi sefâretlere geçti denilse becâdır[münasiptir]. Mesela memur nasbı münhasıran imâmetin[halifenin]hukuk-ı sarîhasından olarak, buna hatta ümmetin bile müdahaleye salâhiyeti yok iken sefâretler müdahale eder. Bir elçi milyonlarca sirkati[hırsızlığı]tebeyyün etmiş bir adamı tutar pençe-i kanundan kurtarır. Öteki elçi hiç liyakatsiz bir adamı himaye eder, bir koca nezarete çıkarır. Hristiyan memurların hemen yarısı elçilerin çerâğ-ı inâyetidir. Acaba devlet elçilerinin bu müdahalesine mecburiyetle mi tahammül ediyor? Hayır, müdahalât-ı düveliye[devletlerin müdahalesi] başka, bu elçiler işi başka”. Neticeten “Allah’a ve Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” ayetindeki mutlak itaat, Allah’a ve Resul’edir. Ulü’l-emre ise ancak Allah’a ve Resul’e itaat etmesi halinde itaat farzdır; Batılı elçilerin iradesiyle hükümete gelen vekiller ise asla ve kat’a itaat edilecek emir sahiplerinden değillerdir.

Namık Kemal niyet, gaye ve hedeflerinin isyan olmadığını da şu şekilde ifade eder: “Yeni Osmanlılar ki eski Osmanlı şanının tecdidine çalışanlardır, zulmün ne kadar hasmı iseler fitnenin de o kadar düşmanıdırlar. Sultan Süleyman zamanının feyz ü ikbalini isterler. Ama bunu asrın iktizâ ettirdiği intizam-ı medeniyet içinde ararlar. Buna çare adalettir. Adalet ümmet-i Osmaniye efrâdının müsâvât-ı hukukuyla hâsıl olur. Müsâvât-ı hukuku ise akıl ve nakle mutabakat-ı kâmile ile mutâbık[uygun]olan usul-i meşveret temin eder”.

Bir metrekare dahi vermeyiz

Yeni Osmanlıların ve bahusus Namık Kemal’in İslamcılığında adalet, haysiyet, şahsiyet, metanet gibi mefhum ve hasletler bilhassa göze çarpmaktadır. Onlar devlet idaresinde adil, hakkaniyete riayet eden, ağır vergilerle Rumeli ve Anadolu Müslümanını ezmeyen, fakiri gözeten, askerlik yükü tamamen üzerinde Müslüman ve hele de Türk unsuru erimeye mahkûm etmeyen, “lüzumsuz adamlara ümmetin parasını vermeyen”, idarecilerin ve mütegallibe/zorbaların fenalıklarına müsamaha göstermeyen; yabancı devletlerle münasebetlerde de bağımsız, cesur, millî tavır sergileyen, Batılılara aşağılık kompleksine kapılmayan, onlara taviz vermeyen bir idare anlayışı istemektedirler. Bir metrekare dahi olsa toprak parçası verilmesini, İslam’ın ve devletin hâkimiyetini rahnedar edecek en ufak bir tavizi, Hıristiyan üstelik asi bir unsura imtiyaz tanınmasını devletin çöküşü hükmünde görüp kendini kaybedercesine şiddetli ve ağır eleştirilerde bulunan Namık Kemal, İslamcılığı en doğru şekilde anlayan, İslam’ın hayatın ve devletin her alanında esas ve cari bir değerler ve ilkeler manzumesi olduğunu net bir şekilde ortaya koyan bir Yeni Osmanlıdır. Hükümetin yabancı sefaretlerin gönlünü hoş tutmak için verdiği imtiyazların ticaretimize, sanayimize verdiği zararları sanki gözyaşlarıyla yazar. O imtiyazı veren bürokratlarsa buldukları yüksek faizli borçların en azından bir kısmını kendi konakları için harcayan hamiyetsizlerdir. Namık Kemal’in bunlara yönelik öfkesi teskin edilemeyecek bir şiddettedir. Kısaca o, nereye baksa, neyi tenkid neyi tavsiye etse, esasını İslam’dan almaktadır. Perspektifi ve paradigması sadece ve sadece İslam’dır ya da onun cevaz verdikleridir.

Öyle bid‘atler vardır ki…

Namık Kemal, birilerinin zannettiği gibi İslam’a, Kur’an’a ve Sünnet’e Batılı kurum ve değerleri içselleştirmek, onların transferini kolaylaştırmak için müracaat etmemiştir. O, samimî bir mü’mindir ve Paris ve Londra’da alımlı bayanları görünce yoldan çıkanlar gibi şeytana uymamış, harama uçkur çözmeyişlerini de biraz da iftihar vesile olarak nakletmiştir. Namık Kemal, vahyin mesajını kavramış, özümsemiş ve yüksek genelleme kapasitesine sahip bir entelektüeldir. Onun hem fıkıh hem de çağdaş hukuk bilgisi yaşına nazaran hayret edilecek zenginliktedir. Namık Kemal, İslam’ın genel ilkelerini, o ilkelerden günün ihtiyaçlarına göre çıkarımlar yapılması gerektiğini bilen biridir ve kendi yaptığı şeylerin ne olduğunu tavsif ve tesmiye ederek değil izah ederek yapmaktadır. “Dünyada öyle bid‘atler vardır ki bid‘at-ı hasene değil, bid‘at-ı bedîa[yeni ve güzel bir bidat]denilse sezâdır[uygundur]. Mademki şer‘an usul-i meşveret mukarrerdir, esas mevcut olduktan sonra icraatta olan teferruatını icmâ-ı ümmet tayin eder. İcmâ-ı ümmetle yapılan şeyler bid‘at değil, usul-i dinden olur”.

Ali Suavî ve Ziya Paşa gibi Namık Kemal de Kur’an okuyan, genellemelerini ayetlerin ve onların mesajından istihraç eden, İslam tarihini ana kaynak olarak kullanan biridir. “Tevekkül ve kazâya rıza bahislerinde avamın aldığı manaların hükm-i Kuran-ı Mübîn’e muhalif olduğunu bildiğimizden, bu hatadan bir büyük dâhiyenin[felaketin]tevellüd edeceğini dahi hissediyoruz. Eğerçi hayır ve şer irade-i İlahiye ile meydan-ı hudûsa geldiğinde şüphe olmazsa da, insan elindeki irade-i cüziyesini sarf ve istimâl ile memur olduğundan, görünen bir tehlikenin def ve izâlesine sarf-ı ihtiyâr etmeyip mütevekkilen muntazır durmak için bir emr-i şer‘î bilmeyiz. Kesâlet[tenbellik]ve dûn-ı himmetin[gayretsizliğin]adına tevekkül ve rıza demek bütün evâmir ve nevâhî-i İlahiye’yi[İlahî emir ve yasakları] tatil etmek olacağından, bundaki hata bedîhîdir[açıktır]. Halife-i Sânî Ömerü’l-Faruk hazretleri ahd-i hilafetlerinde asker-i İslam ile Şam’a gelip memlekette taun olduğunu haber alınca duhûlden ictinâb ettiği[şehre girmekten çekindiği] ve bazı ashâb kendisine ‘Etefirru min kazâillah?’[Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun?”] diye ta‘rize kıyam etmekle ‘Belâ, efirru min kazâillah ilâ kaderihî’[“Bilakis, Allah’ın kazasından kaderine kaçıyorum”] cevab-ı savâbını verdiği kütüb-i muteberâtta mesturdur[yazılıdır]”.

Garabetin şahikası

Şimdi gelelim sadede: “İslamcılar Kemalist oluyor” yavesi garabetin şahikasıdır. İslamcılar, Kemalist olacaksa söz konusu Kemal, olsa olsa Namık Kemal olur. Her kim İslamcılığa eleştiride bulunmak, düşman olmak hatta hakaret etmek istiyorsa buyursun ancak şayet zerre miskal ilim ahlakına sahip biriyse de İslamcılığın doğuş gerekçesinin, şiarının, gayesinin sekülerliğe ve laikliğe karşı bir hat oluşturarak Müslümanların hayatlarını Namık Kemal’in de vurguladığı adalet, hakkaniyet, eşitlik, bağımsızlık, haysiyet-şahsiyet sahibi olmak, öyle hareket etmek, günceli dikkate almak gibi “İslamî esaslara” göre idame ettirmek, bu vadideki tehlikelere karşı çare arayışlarına girmek olduğunu; herhangi bir devir, grup, cemaat, iktidar ve ülkeye hasredilemeyecek genellikte, bağımsızlıkta olduğunu, her şeyin İslamcılığa boca edilemeyeceğini, her önüne gelenin İslamcı tavsif ve telakki olunamayacağını da hatırdan çıkarmamalıdır.

[email protected]