İrtidad Çağının İlk Kazısı
Bu metinde, hiper-çağdaş çağ olarak tanımlanan dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile günümüz arasına konumlandırılmıştır. Önceki çağlarda olduğu gibi, bir çağın bir sonrakine bıraktığı şeyler toz ve molozla örtülüdür ve ancak sonradan yapılan kazılar sayesinde geçmişten neyin miras kaldığını ve bunun ne anlama geldiğini bilebiliriz. Şu anda içinde yaşadığımız dönemde, elimden gelen tek şey, tozu ve molozu tanımlamak ve benden sonra gelecek olanlara nerede kazı yapmaları gerektiğini göstermektir. Bu çağın sona erdiğine dair birçok işaret var. Bu işaretleri, irtidad kavramı altında topluyorum. İrtidad, dini kökenli bir terimdir ve bir dinden kopmayı, terk etmeyi veya onu reddetmeyi ifade eder; ancak bu kavram her türlü inanç sistemine genişletilebilir. Günümüz çağının sonuna işaret eden belirtiler, bu çağın temelini oluşturan inançların gitgide daha aktif veya pasif şekilde terk edilmesinde yatmaktadır. İşte hiper-çağdaş çağın terk edilen başlıca inançları:
Barıştan savaşa.
Bu çağ, özellikle iki dünya savaşı ve yaklaşık 80 milyon ölüyle anılan savaş dehşetinin hatıralarıyla başladı. O dönemde ortaya çıkan tüm uluslararası kurumlar, sözleşmeler ve antlaşmalar, yeni savaşları önlemek amacıyla özel olarak tasarlanmıştı. Soğuk Savaş kavramı, gerçek savaşla arasındaki farkı belirtmek için icat edilmişti. Gerçek savaşların, özellikle iç savaşların, dünya sisteminin periferisinde devam ettiğini biliyorduk; fakat barışın savaş üzerindeki üstünlüğüne olan inancın egemenliği, bu silahlı çatışmaları yerel olarak görmemize ve onları sona erdirmek adına uluslararası dayanışmayı teşvik etmemize yardımcı oldu.
Artık biliyoruz ki, Soğuk Savaş’ın 1991’de (Sovyet bloğunun çöküşüyle) sona ermesi, ABD tarafından yeni sıcak savaşların hazırlıklarının başlangıcı oldu. NATO ortadan kaybolmak yerine genişledi; Irak ve Afganistan’a uzandı, 1990’larda Balkanlar’ı bombaladı ve 2022’den itibaren Ukrayna’daki savaşın devamını körükledi. Tüm bunlar, çatışmaların barışçıl yollarla çözülmesine olan inancın, savaşın üstünlüğüne olan inançla yer değiştirmesine katkıda bulundu. Askeri bütçeler artık çoğu ülkede en hızlı büyüyen kalemdir ve Avrupalı liderler açıkça Avrupa’nın, dünyanın şiddeti en vahşi kıtası, Üçüncü Dünya Savaşı’na hazırlıklı olması gerektiğini söylüyor. ABD tarafında ise, Japonya, Güney Kore, Filipinler, Guam ve Tayland’daki askeri üslerle Çin’i askeri olarak kuşatma stratejisi, kutuplaşmayı ve savaş ihtimalini artırıyor. Bu milenyumun başına kadar milyonlarca aktivisti seferber eden barış hareketi artık can çekişiyor. Büyük güçler arasında savaşın üstünlüğü fikri artık konsolide olmuş durumda ve medya yoluyla yapılan beyin yıkama, bu fikri yeni bir ortak fikre dönüştürüyor.
Antifaşizmden faşizmin normalleşmesine.
Demokrasinin siyasal bir rejim olarak üstünlüğü, Müttefiklerin, Nazizm’e karşı kazandığı zaferden sonra güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Hatta Avrupa’nın Sovyet bloğundaki diktatörlükleri bile halk demokrasisi ve kalkınmacı demokrasi gibi kavramlar üzerinden kendilerine demokratik meşruiyet kazandırmaya çalıştı. Faşist ve Nazi örgütleri birçok ülkede gizli veya yarı gizli olarak ancak daima siyasi yelpazenin dışında kalarak varlıklarını sürdürebildiler. Avrupa’da İspanya, Portekiz ve Yunanistan, 1970’lerin ortasında sona erecek olan istisnai birer sapma olarak görülüyordu. Avrupa dışında ise askeri ve sivil-askeri diktatörlükler vardı, ancak “Faşizm, bir daha asla!” sloganının meşruiyeti ve demokrasinin üstünlüğü hakkındaki fikir birliği sorgulanmıyordu. Demokrasiye yönelik eleştiriler, esas olarak liberal demokrasinin sınırlarına karşı çıkan ve hem sosyal haklar hem de yurttaş katılımı açısından daha güçlü bir demokrasiden yana olan ilerici güçlerden geliyordu.
Her şey, 1980’lerin sonlarında ortaya çıkan Washington Uzlaşısı (asgari devlet, piyasayı ekonomik ve sosyal düzenleyici olarak yüceltme, özelleştirme, finans piyasalarının serbestleştirilmesi, küreselleşme) ve onun küresel olarak dayattığı neoliberal inanç sistemiyle değişmeye başladı. Demokrasi, kapitalizme olan işlevsel bağımlılığını bütünüyle kabul etti. İşçi örgütlerine ve sosyal-ekonomik haklara karşı sınıf mücadelesi, sosyal eşitsizliklerin artması, kamuoyunun özellikle medya ve sosyal ağlar aracılığıyla kapitalizm tarafından kontrol edilmesi, demokrasiye olan inancı özellikle emekçi sınıflar arasında zayıflattı. 2008 mali krizinden sonra, faşist örgütlerin gizlendikleri yerden çıkmalarını teşvik eden, toplumsal kutuplaşmayı meşrulaştıran ve demokrasiyi iktidar kullanma aracı olmaktan çıkarıp, iktidara gelmenin bir aracı haline getiren aşırı sağ partilerin oluşumuna ideolojik alan yaratan otoriter bir siyasal söylem ortaya çıktı. Bugün bu partiler birçok ülkede hükümette ve bazı yerlerde iktidarın bütün kontrolünü ellerine almış durumdalar. Solun liberalizme yönelik eleştirisi, sınıf mücadelelerinin yerine sınıf içeriğinden yoksun kimlik mücadelelerini koyarak çökmüş, bunun yerine de sağın liberalizme yönelik eleştirisi gelmiş ve sağ ise amacına ulaşmak için liberal olmayan demokrasi kavramı ortaya çıkmıştır. Demokratik bir maske takan faşizm artık normalleşti; bu maske, yeni bir antifaşist direniş ortaya çıkmazsa, artık tamamen çıkarılabilir.
Sömürgesizleşmeden yeniden sömürgeleştirmeye.
Hiper-çağdaş dönemin ayırt edici özelliği, sömürgeci güçlerin iradesinden değil, sömürgeleştirilmiş halkların özgürlük mücadelelerinin güçlenmesinden kaynaklanan politik sömürgesizleşmeydi. Yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler, daha en başta politik bağımsızlığın sınırlı olduğunu (neokolonyalizmi) fark ettiler, ancak bu bağımsızlığı derinleştirme arzusu, Bağlantısızlar Hareketi’nden (1961) Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen’e (1974) kadar birçok uluslararası girişime ilham verdi. 1980’lerden itibaren, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, çok taraflı ekonomik kurumlar (IMF ve Dünya Bankası) ve finans kapitalinin küreselleşmesi, neoliberalizmin dayattığı ekonomik düzene karşı çıkma yönündeki tüm girişimleri etkisiz hale getirdi. Periferi ülkelerin merkez ülkelere bağımlılığı daha da derinleşti. Bu dönüşümlere, sömürgeci halklar için sömürgeciliğin avantajlarını vurgulamayı amaçlayan bir tür tarihsel revizyonizm yoluyla tarihsel sömürgeciliğin ideolojik olarak yeniden meşrulaştırılması eşlik etti. Son on yılda teknolojik devrim ve sözde “enerji dönüşümü”, büyük güçler arasında özellikle nadir metallere erişim üzerinde yeni bir doğal kaynak kontrolü mücadelesi yarattı; bu metallerin çoğu eski sömürge ülkelerinde bulunmaktadır. İstihraççılığın yoğunlaşmasına, bilgi teknolojileri, eğlence endüstrisi ve en nihayetinde yapay zeka tarafından desteklenen dil kontrolü ve sinsi beyin yıkama yoluyla zihinlerin yeniden sömürgeleştirilmesi eşlik etti. Sömürgesizleşme düşüncesinin hoşgörüyle karşılandığı, ancak fiilen yeniden sömürgeleştirmenin uygulandığı bir çağda yaşıyoruz.
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki rekabetten Çin ile ABD arasındaki rekabete
Bahse konu çağ, birbirine zıt ideolojik ve politik-ekonomik sistemlere sahip iki blok arasında bölünmüş bir dünyayla başladı: kapitalizm ve sosyalizm. Bu bölünme, birçok ülkede siyasi kutuplaşmanın, yani sol ve sağ ayrımının, temel direklerinden biriydi. 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte sosyalist dünya o zamanlar periferi olarak değerlendirilen birkaç ülkeyle (Çin, Kuzey Kore, Vietnam ve Küba) sınırlı kaldı. Sol ile sağ arasındaki kutuplaşma bir krize girdi ve hâlâ bu krizden çıkmış değil. Bu süreçte Çin, köklü dönüşümler geçirdi, küresel ekonomik piyasaya entegre oldu, ABD’nin kalkınmasına büyük katkı sundu, dünyanın ikinci büyük ekonomisi hâline geldi ve yeni İpek Yolu aracılığıyla birçok ülkenin kalkınmasına da aynı şekilde büyük katkıda bulunuyor.
Çin’in ekonomik sisteminin niteliği tartışmalıdır. Bu sistem, sosyalizm midir yoksa devlet kapitalizmi mi? Ancak önemli olan, bugün kutuplaşmanın öncelikle ekonomik olmasıdır; oysa ABD’nin egemen olduğu kapitalist dünya, demokrasi ile otokrasi arasındaki kutuplaşmayı ısrarla vurgulamaya devam ediyor. Ancak yukarıda bahsedilen demokrasilerdeki dönüşümler göz önüne alındığında, bu ısrar giderek daha az inandırıcı hâle geliyor. Her şey, yüksek gerilimli bir siyasal-ideolojik rekabetle başlayan bu dönemin, çokuluslu şirketler ve küresel finans kapitalin merkezde olduğu bir kapitalizm türü ile finansal kapitalin ve stratejik ekonomik kararların devlet kontrolünde olduğu bir kapitalizm türü arasındaki rekabetle son bulacağını gösteriyor.
Holokost, Bir Daha Asladan Soykırımın Normalleşmesine.
Söz konusu çağ, Holokost’un dehşeti olmadan düşünülemez. Oysa gözden kaçırılan şey, Nazi Almanyası’nın Yahudi halkı için geliştirdiği nihai çözüm sürerken (özellikle 1941-1945 yılları arasında), bu dehşetin, hedef alınanlar dışında yoğun biçimde yaşanmadığı (hatta bilinmediği) gerçeğidir. Yahudi halkının özgürleşmesi ve onurlandırılması, yeni dönemi belirleyen gelişmelerden biri oldu. Ancak bu durum, Avrupa’nın bu iğrenç suçunun bedelinin başka halklara ödetilmesiyle gerçekleşti. Böylece İsrail Devleti kuruldu ve Filistin halkının ilk Nekbe’si yaşandı.
O günden bu yana, bu acılarla yoğrulmuş halk, istemeden de olsa, mevcut çağın onuru ve kaderinin anahtarını elinde tuttu. Bu yüzden Gazze’deki soykırım özel bir anlam taşır. Bu soykırımla birlikte, savaş sonrası dünya, Nazizm üzerindeki zaferinin onurunu kutlamak için elinde kalan son fırsatı da kaybetmektedir. Gazze’deki soykırımın kurbanı olmayanlar, Avrupa halklarının toplama kamplarının görüntüleri ve hayatta kalanların anlatıları yayılmaya başladığında öne sürdüğü cehalet bahanesine bile sığınamaz. Gazze’deki soykırım, neredeyse tamamen duyarsız kalınmış bir şekilde, her gün canlı yayınla gözler önüne seriliyor. Kötülüğün sıradanlaşması, bir çağın sonudur.
İlk Kazılar
Bir çağ, ancak başka bir çağın başladığına dair işaretler belirdiğinde sona erer. Bu, büyük çaplı bir şiddetle sona erebilir; bu şiddet, Üçüncü Dünya Savaşı veya yoksullaşmış kitlelerle elitler arasındaki sınıf mücadelesi biçiminde sivil savaşların oluşturduğu devrimci bir dalga olabilir. Ya da toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamın birçok alanında gerçekleşen geçişlerle barışçıl bir biçimde de sona erebilir. Ve bu sona eriş, zaman ve mekân açısından simetrik olmayan biçimlerde de gerçekleşebilir. Tüm bu ihtimaller mümkündür. Dolayısıyla elimizden gelen tek şey, tozu üflemeye başlamak ve kazı yapılmaya en uygun yerleri belirlemeye çalışmaktır. Temel işaretler, şu sorular biçiminde ortaya çıkıyor:
- Yeni barış nereden başlayacak? Bu çağdan sağ çıkacak olanlar, tıpkı mevcut irtidad çağının başında yaşamış olanlar gibi, barışı aramada büyük bir titizlik gösterecek. Yüzyıllar süren ülkeler arası bağımlılık ilişkilerinin ardından barış, dünyanın çok kutupluluğuyla birlikte başlamak zorunda. Mevcut çağ da bu şekilde başlamıştı; ancak çok kutuplu birlikte yaşamayı terk ederek, tehlikeli biçimde tek kutuplu imparatorluk hegemonyasında ısrar ettiği için sona ermektedir. Çok kutupluluğa dair tüm işaretler, barışın işareti olacaktır.
- Bugün doğanın hakları olarak adlandırdığımız şeyin nihai biçimi ne olacak? Ekolojik çöküş derinleşiyor ve doğa bir noktada siyasi sahneye zorla girecek. O anda (ki bu an belki sadece yukarıda bahsedilen büyük çaplı şiddetten sağ kalanlar tarafından yaşanacaktır), artık kutsallaştırılmış olan sonsuz ekonomik büyüme ilkesi sona erecek ve onunla birlikte mevcut tüketim kalıpları da son bulacaktır. “Doğanın hakları”, bir geçiş fikirdir; çünkü yeniyi hep eski üzerinden düşünürüz. Ancak doğaya insan hakları atfetmek bile başlı başına bir paradigma değişimidir.
- Yeni toplumsalcılığın isimleri ve içerikleri ne olacak? Sonsuz büyüme olmadan kapitalizm olmaz. Refah yalnızca insanlar arasında değil, insanlarla doğa arasında da paylaşılacaksa, kapitalizm tarihsel olarak yok olacaktır. Bu denli geniş bir paylaşım, kapitalizmde düşünülemez. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca var olan sosyalizm için de durum farklı değildir; her ne kadar paylaşım ilkesi kapitalizmin izin verdiğinden çok daha kapsamlı olsa da. Bu, yeni tür bir toplumsal paylaşım, yani toplumsal-doğal bir dayanışmanın yeni biçimi olacaktır.
- BRICS’in rolü ne olacak? BRICS ve Çin’in Afrika, Latin Amerika ve Karayipler (CELAC) ülkeleriyle kurduğu ilişkiler, bugün hâlâ süren tek kutuplu imparatorluk egemenliğinin yerini alacak olan yeni çok kutupluluğun en önemli işaretidir. Büyük olasılıkla birinci gösterge-soruya (barış) yanıt vereceklerdir. Ancak sadece çok kutupluluğa odaklanırlarsa, ikinci ve üçüncü soruların varsaydığı alternatiflere yönelmezlerse, bu sorulara yanıt verebilecekleri şüphelidir.
- Çin, ABD’yi dizginleyebilir mi? Şu anda ABD’nin hâkim olduğu Batı siyasal söylemini takip eden herkes, en büyük tehlikenin Çin’in küresel etkisinin artması olduğuna ve esas sorunun Çin’in nasıl dizginleneceği sorusu olduğuna inanır. Ancak benim gibi birinci soruya (barış) yanıt arayanlar için soru tam tersidir: Çin, ABD’yi dizginleyebilir mi?
- Yeni çağın “Adolf Eichmann”ı kim ve nerede yargılanacak? Yeni çağ, tıpkı eski çağın Yahudi soykırımının hatırasıyla doğmuş olması gibi, Filistin halkına karşı işlenen soykırımla keskin bir kopuşla belirlenecektir. Büyük savaş suçluları çoğu zaman kurtulur. Ama dehşeti teknik bir sıradanlığa dönüştürmekle görevli olan bürokratlar için durum farklıdır. Elbette şu anda bir “Adolf Eichmann” Filistin halkının yavaş yavaş soykırımının normal şekilde devam etmesini sağlıyor, İsrail’de iktidarda bulunanlara en az rahatsızlık ve siyasi maliyetle her gün Filistinlilere ilişkin tasarladıkları nihai çözümlerine ulaşmak için gerekenden daha fazla veya daha az insan öldürülmüyor. Kimdir bu kişi? Arjantin’de mi bulunacak, yoksa başka bir ülkede mi? Nasıl yargılanacak? Bu sorulara verilecek yanıtlar, yeni çağın temel işaretleri olacaktır.
*Boaventura de Sousa Santos, Portekiz’deki Coimbra Üniversitesi’nde emekli olarak çalışan bir sosyoloji profesörüdür. En son kitabı: Üniversiteyi Sömürgecilikten Kurtarmak: Derin Bilişsel Adaletin Mücadelesi.
Tercüme: Ali Karakuş