İran Daha Ne Kadar Çirkinleşebilir?
Sosyal medyada önüme düşen bir videoda, omuzunda Filistin kefiyesi olan İranlı bir kadın şöyle diyordu: “Bush zamanında Irak’ı, Obama zamanında Suriye’yi, Biden zamanında Yemen’i aldık. Trump ise bize Filistin’i verecek.” Bu sözler son 20-25 yılın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesine neden oldu.
29 Kasım akşamı Suriye’nin direnişçi güçleri sürpriz bir şekilde Halep’e girdi ve adeta rejim ve İran tarafından işgal edilmiş şehri kurtardı. Şok etkisi yaratan bu hamle sonrasında rejim güçleri ve İran’ın işgalci yerleşimcileri apar topar kaçarken direnişçi güçler, ABD-Rusya destekli YPG/PKK işgalindeki Tel Rıfat’ı da özgürleştirdi ve ardından Hama, Humus ve Şam’a yöneldi.
Bu birkaç günlük beklenmedik hamle, Ukrayna’da sıkışmış olan Rusya ve geçiş dönemi yaşayan ABD’nin temkinli sessizliğiyle karşılandı. Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün’ün batı destekli sultanlıkları panikledi. İsrail ise sessiz görünmekle birlikte Esed rejiminin yıkılabileceği korkusuyla arka kapı diplomasisine yöneldi.
Suriye halkının meşru gücü olan Muhaliflerin kendi ülkelerini özgürleştirme amaçlı bu harekâtı en çok İran’ı panikletti. Suriye’yle sınırı olmayan, hiçbir tarihsel ve sosyal bağı bulunmayan İran’ın mezhepçi Şii Hilali politikasıyla işgale yeltendiği Suriye’de hak iddia etmesi ve bu meşru direnişi de Türkiye’ye yazıp ABD-İsrail hamlesi gibi propaganda yaparak öfkelenmesi oldukça tuhaftı.
İran medyası ve İrancı mahfillerin günlerdir Türkiye ve Muhalif güçlere öfke kusmasının yanında, İran Dini Lideri Ali Hamaney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti’nin Türkiye’yi suçlayan açıklamasıyla İran resmi olarak da bu tavrı sürdürdü. Velayeti özelde Türkiye’yi ABD ve Siyonist rejimin maşası olmakla suçlayarak bildik İran tezviratına devam ediyordu.
Son derece çirkin ve küstah bir dil kullanarak hem Türkiye’yi hem Suriye’nin asıl sahibi olan meşru muhalif güçleri ABD-İsrail piyonu olmakla suçlayan İran’ın siciline artık daha açık sözlerle bir göz atmamız gerekiyor.
Nedir bu İran? Nedir bu direniş ekseni? Nedir bu ABD-İsrail düşmanlık tiyatrosu? Kimdir asıl işbirlikçi? Kimdir asıl işgalci? Kimdir asıl haçlı piyonu?
Bizler saf ve tertemiz duygularla İran’ın Büyük Şeytan Amerika’ya karşı çetin bir mücadele verdiğini düşündüğümüz yıllarda, aslında perde arkasında mezarlarımızın kazıldığını bilmeden yıllarımızı heba etmişiz. Mahmud Ahmedinejad’ın “Afganistan ve Irak’ta Amerika’ya yardım ettik. Ancak yine de İran’ı şer ekseni ilan ettiler” sözleri ve yine 2009 yılında “Amerika İran’ın şer ekseni olduğunu söyledi. İran Afganistan ve Irak’ta kendileriyle en çok iş birliği yapan ülke olmasına rağmen böyle bir hakarette bulundular” demesi bile uyanmamıza, bir dakika kardeşim ne oluyoruz dememize yetmemiş. Aslında bütün bu olan bitenler hep gözümüz önünde olmuş, bizi ayakta uyutmuşlarda haberimiz olmamış.
Mezhepçi Siyasetin Gölgesinde: İran’ın Ortadoğu Politikası
1979 İran İslam Devrimi’nden itibaren Amerika ile kanlı bıçaklı görüntü veren İran, ABD’nin istikrarsızlaştırdığı her ülkeye adeta buldozer gibi girip pervasızca katliamlar yaparak, Sünnileri katletti ve sürdü; demografileri kökünden değiştirdi. Gelin coğrafyamızda yaşanmış somut örneklikler üzerinden geçmişi biraz kurcalayalım.
ABD-İran ilişkilerinin ilk olarak 1986 yılında patlak veren İran-Kontra Skandalı’yla ortaya çıktığını görüyoruz. ABD, o dönemde resmen düşman olarak tanımladığı İran’a Saddam’ın Irak’ını saldırtmış ama el altından İran’a da silah satışı yapmıştı, hem de İsrail üzerinden.
Ama asıl sürpriz 1991’de, ABD’nin devrimden sonra düşman ilan ettiği İran’a değil, Irak’a saldırmasıydı. Bu bile İran’ın sözde anti ABD propagandasına inanmamızı engellememişti.
1990’lı yılların ortalarında ise İran, Afgan cihadının kazanımlarına ve Taliban’ın yükselişine karşı Şii ve Fars kökenli etnik unsurlarla Kuzey İttifakı’nı destekliyor, Şii Afgan gruplarına destek olarak iç savaşı kışkırtıyorlardı.
2000’li yıllarda İran, Taliban karşıtı güçlere askeri eğitim ve lojistik destek sağlarken, aynı zamanda ABD’ye kritik istihbarat paylaşımlarında bulundu. Bir toplantı sırasında İranlı yetkili, ABD’li Ryan Crocker’a Taliban güçlerinin konumunu gösteren bir harita verdi. “İşte tavsiyemiz: Önce burayı vurun, sonra da burayı vurun” dedi. Şaşıran Crocker, “Not alabilir miyim?” diye sordu. Müzakereci, “Harita sende kalabilir” diye cevap verdi.
11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesi, İran için tam bir fırsat olmuştu. Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi, İran için mükemmel bir fırsattı.
Iraklı Şii liderler, işgal sırasında sözde “tarafsızlık” çağrısı yaparak Amerikan işgalini apaçık destekliyordu. Şii mollalar, “Irak halkının Saddam Hüseyin’in güçleri ve ABD liderliğindeki işgal güçleri arasında bir seçim yapmaktan kaçınması gerektiğini” vurguluyordu.
Amerikan işgalinin ardından, İran destekli Şii gruplar Irak siyasetinde hızla güç kazandı. 2003 yılında kurulan Irak Yönetim Konseyi’nin 25 üyesinden 13’ü Şii’ydi. Abdulaziz el-Hakim, bu dönemin önde gelen isimlerinden biri olarak öne çıktı. Bedir Tugayı’nın lideri olan Hakim, İran’ın askeri desteğiyle güçlenmiş ve ABD’nin desteğiyle ise Irak’ın yeni siyasi yapısında önemli bir konum elde etmişti. Bu iş birliği, Nuri el-Maliki’nin 2006-2014 yılları arasında başbakanlık yaptığı dönemde daha da güçlendi. Maliki, uzun yıllar İran’da yaşamış bir Şii lider olarak, İran’ın Irak’taki etkisinin simgelerinden biri haline geldi. İran destekli Bedir Tugayı, bu dönemde Irak’ın iç güvenlik güçlerinin tamamını kontrol eder hale geldi. İran, Irak’ı işgal ederek proxy güçleri ile dünyanın gözü önünde Sünni katliamları yaptı.
2011 yılında başlayan Suriye halk devrimi ise İran’ın ikiyüzlülüğünün en açık turnusolü oldu. 1979 İran devrimi gibi, zalim bir diktatöre karşı sivil halk ayaklanması şeklinde başlayan Suriye direnişine karşı İran, Esed diktatörlüğünün yanında yer aldı. Nusayri azınlığı mezhebi nedenlerle destekledi. Suriye’yi de Akdeniz’e açılan kolonisi olarak görüyordu. Bu politikasını ise sözde Kudüs’ü kurtarma amaçlı direniş ekseni kılıfıyla maskeliyor ve güya Baas rejiminin ABD ve İsrail’e karşı direnen bir set olduğu propagandasını yapıyordu. Oysa 40 yıllık Baas rejimi, İsrail’e Golan tepelerini hediye ederek Suriye’de darbeyle iktidar olmuştu ve bu süre boyunca İsrail’e karşı tek bir silah bile atmamıştı. Nusayri çetelerin 1982 yılında Hama katliamında on binlerce Müslümanı katletmesini bile destekleyen İran’ın 2011 de başlayan halk devrimine karşı da bu zalim rejimin yanında durması, hatta katil General Kasım Süleymani’nin Rusya’yı ve Hizbullah denilen Lübnan Şii çetelerini de Suriye’ye sokması aslında sürpriz değildi.
Suriye iç savaşında, İran, sadece Rusya’yla değil, ABD ile de birlikte hareket etti. Hem de birlikte kurup hem batı kamuoyunda İslamofobi’ye malzeme veren hem de Suriye direniş gruplarını vuran IŞİD-DEAŞ isimli proxy örgüt üzerinden bu iş birliği sağlandı.
2014 yılında Suriye’de muhalifler ülkenin büyük bir çoğunluğunu kontrol altına aldıkları ve Esed rejimini köşeye sıkıştırdıkları bir dönemde birdenbire IŞİD ortaya çıkmıştı. Irak ve Suriye’de çok kısa zamanda hızla ilerlediler. 2014 Ocak’ta Irak’ta Felluce, Suriye’de ise Rakka’yı aldılar. Haziran ayına gelindiğinde ise dünya adeta bir şok yaşadı. IŞİD Musul’u ele geçirmişti. Türk konsolosluğunu da basarak görevlileri rehin almıştı. Irak ordusu adeta tek kurşun atmadan geri çekilmiş, elindeki bütün silah ve mühimmatı, hatta bankalardaki yüzlerce milyon doları IŞİD’e bırakmıştı. Kamuoyunda ise ilginç bir şekilde IŞİD’i Türkiye’nin kurduğu ve desteklediği propagandaları yayılmaya başladı. Hatta IŞİD’in Yezidileri katletmesi ve ardından Kobani’ye girmesiyle birlikte bunu Türklerin yaptırdığı propaganda edildi. Oysa IŞİD yayınladığı fetvalarda Türkiye Cumhuriyeti’ni kafir ilan etmiş ve hedef olarak seçmişti. Nitekim 2014 ten sonra defalarca Türkiye’de bombalı saldırılar düzenlemişti. Ama ne İran güçlerine ne ABD’ye ne de rejime karşı hiçbir eylemi, olmamıştı.
Sonra birden ABD ve İran oyuna dahil oldu. ABD havada IŞİD’i bombalıyor ve ardından boşalan yerlere İran destekli Şii örgütler giriyordu. ABD apaçık İran ve onun Şii militanlarına destek veriyordu. Lübnan’dan Hizbullah, Irak’tan Şii örgütler Suriye’de Esed bölgesinin tamamına konuşlandılar.
Devrim Muhafızları’nın öncülüğünde organize edilen gruplar arasında Haşdi Şabi, Fatimiyyun Tugayı, Zeynebiyyun Tugayı, Hizbullah Nuceba Hareketi ve Kudüs Tugayı gibi 50’den fazla Şii örgüt vardı. İran, bu grupları kullanarak Esed rejiminin ayakta kalmasını sağlarken, aynı zamanda Afganistan, Pakistan, İran ve Irak’tan transfer ettiği Şii nüfusu boşalan yerleşim yerlerinde iskân ediyordu. Suriye’de katledilen, sürgün edilen Sünni halkların şehirlerinde tam anlamıyla bir işgal politikası yürüttü. Hem de İsrailli yerleşimciler gibi, sürülen Sünni nüfusun evlerine işyerlerine zorla yerleşiyorlardı.
Halep, Suriye İç Savaşı’nda en yoğun yıkımın yaşandığı şehir olarak tarihe geçti. Rusya ve Esed’in hava kuvvetleri havadan şehri yerle bir ederken Kasım Süleymani’nin liderliğinde Şii militanlar şehri işgal etti. Sadece Halep’te katledilen sivil sayısı 350.000 kişiydi.
İran’ın Suriye’deki suçları
2016’da İran destekli güçler Halep’in kontrolünü ele geçirirken, Süleymani bu “zaferi” İran’ın bölgesel gücünün bir kanıtı olarak sundu. İran ve Esed şebbihaları yüzbinlerce Suriyeliyi işkencelerle öldürürken Rusya da uçaklarla şehirleri bombalıyordu. Rejim güçleri doğu guta da kimyasal silahlar kullanarak çoluk çocuk on binlerce sivili katlederken bile Batılı güçler sessiz kalıyor, İran ve Rus katliamlarına göz yumuyordu. İsrail ise durumdan memnundu ve arada bir Suriye ile ve İran’la savaşıyormuş gibi operasyonlar yapıp direniş ekseni yalanına katkı sunuyordu. Bütün bu vahşetin asıl sorumlusu olan Baas rejimi, Nusayri diktatörlüğü ve Beşşar Esed’in adı bile unutturuldu ve sadece Suriyeli mülteciler sorunu konuşulmaya başlandı. Haçlı güçleri, Müslüman katleden güçleri görmezden gelerek adeta devem edin diyordu. İran bin yıl önce Haşhaşiler gibi, yine Haçlı güçlerine destek veriyor, ama sanki İsrail’le savaşıyormuş gibi de propaganda yapıyordu.
2016 yılında İran gazeteleri “Halep Özgür Oldu” manşetleriyle zafer çığlıkları atıyordu. Yıllar sonra ise aynı gazeteler Halep’ten sürülürken “büyüyüp şehrimizi geri alacağız” sözleriyle hafızalara kazınan iki çocuğun Halep’e dönüş haberlerini, “Siyonistlerin desteklediği teröristler Halep’i işgal etti” diye manşet attılar. İran, daha ne kadar çirkinleşebilirdi.
İran, ABD’nin istikrarsızlaştırdığı her ülkede boşluğu doldururken, mezhepsel siyasetin ağır bedelini tüm İslam coğrafyasına yaydı. ABD ise, bölgedeki varlığını dolaylı yollardan sürdürerek İran’la olan aşk-nefret ilişkisini devam ettiriyor.
Sadece Suriye’de yaşananlar bile insanlık adına utanç verici:
- 1 milyondan fazla insan katledildi
- 3.5 milyon insan yaralandı
- 12 milyon insan ülkesini terk etti
- Halk açlık ve yoksulluktan öldü
- On binlercesi Avrupa’ya göç yolunda hayatını kaybetti
- Binlerce kadın fuhuş mafyasınca kullanıldı
- On binlerce çocuk organ mafyası tarafından kaçırıldı ve bir daha bulunamadı
- Üstelik her türlü ırkçılık ve nefrete maruz kaldılar
İran, Irak ve Suriye gibi, Yemen’i de istikrarsızlaştırdı ve Husi denilen Şii eğilimli güçlere destek vererek Yemen de iç savaş başlattı. İran gibi bölgede batılı güçler adına politika yürüten Suud rejiminin desteklediği rakip güçlerle İrancı Husilerin iç savaşında yüzbinlerce Yemenli katledildi, açlık ve sürgüne mahkûm edildi.
Bütün bu süreç boyunca ne İran ne Suud ne de İslam toplumlarına batı tarafından musallat edilen Ürdün, Mısır diktatörleri, kendi ülkelerinin hayrına bir kazanım elde edemedi. Hiçbiri huzur bulamadı. Ama çıkardıkları mezhepçi ve etnikçi fitnelerle milyonlarca Müslümanın katledilmesini sağladılar.
Bu vahşet politikası, bakalım yanlarına kalacak mı?
Türkiye: Bölgenin tek barış limanı
Türkiye daima kardeş halkların sivil, demokratik bir yönetime kavuşması, huzur, güvenlik ve refah içinde komşu ve kardeş halkların dayanışması için uğraştı. Ama bu şeytani politikaların, dikta rejimlerinin, ABD, İsrail, Rusya, İngiltere, Avrupa destekli Şii, Nusayri, Vahhabi veya etnikçi sosyalist maskeli katliamcı çetelerin yıkıcı tahribatına karşı hep yalnız kaldı. Ama sonuçta tarihte olduğu gibi, bugün ve yarın da daima bu coğrafyada varlığıyla adalet ve barışı, yokluğuyla yıkım ve savaşları üreten o derin Türk ruhu, o tanzim edici irade, sakin, makul ve düzen kurucu gölgesini hissettirmeye başladı.
Al bayrağın dalgalandığı her yer, emin belde olarak huzur ve güvenliğe kavuşmaya başladı.
Kendi halkını bile özgürlüklerden mahrum, yoksul ve muhtaç durumda esir gibi yöneten İran rejimi ise, tarihe bir kez daha Haşhaşiler gibi, münafık ve haçlıların işbirlikçisi olarak yazıldı.