İnsan Doğasını Geri Getirmek

İnsan doğası, Batı siyaset felsefesinin — dolayısıyla siyasetin — gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. Sokrates, Devlet (The Republic) adlı eserde insana “doğası gereği” ait olanla, yalnızca geleneksel olanın ne olduğu sorusunu ortaya koymuştur. Gelenekler değişebilir ve toplumlar tarafından bilinçli olarak şekillendirilebilir; oysa insan doğası kalıcıdır ve bu kalıcılık, onu insan amaçları açısından öncelikli kılar. Örneğin, insan dilleri kültürler arasında farklılık gösterir; ancak dil yetisi, ister Yunan ister barbar olsun, tüm kültürlerdeki bireylerde ortaktır ve dili kullanma yeteneği, insan aklı ve toplumsal örgütlenmeyle yakından ilişkilidir.

Modern liberalizmin kurucularından biri olan Thomas Hobbes, Leviathan adlı kitabına, insan doğasına dair anlayışı olarak okunabilecek kapsamlı bir insan tutkuları kataloğuyla başlamıştır. Hobbes, doğuştan gelen ahlaki kuralların olmadığını ve “herkesin herkese karşı savaşı”nın, hayatı “iğrenç, sefil, vahşi ve kısa” hâle getiren bir şiddet ve güvensizlik durumuna yol açtığını ünlü biçimde ileri sürmüştür. Bu durum ise iki temel insan tutkusunun ürünüydü: ekonomistlerin sevdiği anlamda “kazanç” ya da kaynak arayışı ve “şöhret” arzusu — yani bir kişinin diğer insanlar tarafından üstün biri olarak değerlendirilme isteği. Hobbes her ne kadar thymos terimini kullanmasa da, aslında tam olarak bundan, daha da özelde megalothymia — diğer insanlara üstün biri olarak tanınma arzusunun — tehlikelerinden söz ediyordu.

Hobbes’un insan doğasına dair açıklaması, doğrudan onun siyaset anlayışına götürür. Doğa durumundaki şiddet, en güçlü doğal tutkuyu — yani şiddetli bir ölüm korkusunu — besler. Bu da Hobbes’un, “doğanın ilk hakkı”nın bireyin kendi yaşamını sürdürme hakkı olduğu yönündeki argümanının temelini oluşturur. Anarşik doğa durumunda insanlar, birbirlerinin hayatını tehdit etmekten kaçınamazlardı. Leviathan, yani devlet, her bireyin hayatını koruyabilmesi için doğal özgürlüğünden bir miktar feragat etmesini öngören bir toplumsal sözleşme oluşturmak amacıyla gerekliydi. Şiddetli ölüm korkusundan duyulan güvenlik ihtiyacı, örneğin keyifli bir yaz tatili ya da 40 saatlik bir çalışma haftası arzusu gibi diğer isteklerden daha güçlü bir tutkuydu; bu nedenle temel haklar hiyerarşisinde öncelikliydi. Hobbes’un “yaşam hakkı”, Thomas Jefferson’un Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ileri sürdüğü “yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı”nın öncüsüydü. Bu, Aristoteles’ten Thomas Aquinas’a, oradan Hobbes, Locke ve Amerikan kurucu babalarına uzanan “doğal hukuk” geleneğiydi. Leviathan bugünkü anlamda bir liberal devlet olarak tanımlanmasa da, Hobbes’un modern liberalizmin kurucularından biri olarak kabul edilmesi yerindedir. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan büyük siyasi tartışmaların çoğu, insan doğasına ilişkin alternatif anlayışlar ve bu anlayışlardan türetilmesi gereken siyasi sistemlerin türleri etrafında dönmüştür. Örneğin, Amerikan kurucu babaları üzerinde büyük etkiye sahip olan John Locke, insan doğasına daha yumuşak bir yaklaşım sergilemişti. Ona göre, bireyde mülk edinmeye ve bu mülkü daha üretken hâle getirmeye yönelik doğal bir eğilim vardı. Özel mülkiyet, insan emeği ile “neredeyse değersiz doğa ürünlerinin” (almost worthless things of nature) birleşmesiyle ortaya çıkmış ve böylece piyasa mübadelesinin, dolayısıyla ekonomik büyümenin temeli hâline gelmişti. Jean-Jacques Rousseau ise Hobbes’a açıkça karşı çıkarak, “doğal insan”ın ne şiddet eğilimli ne de açgözlü olduğunu, aksine içinde mutluluk kapasitesi taşıyan, çekingen ve yalnız bir varlık olduğunu savundu. Hobbes’un betimlediği kaynak ve şöhret arzusu, ancak ilk insanlar toplumlar hâlinde bir araya gelerek birbirleriyle kıyaslamaya başladıklarında ortaya çıkmıştı. Yani rekabet, şiddet ve kıskançlık duygularının kaynağı insan doğası değil, toplumdu. İnsan mutluluğu, ancak dışsal bir “toplum”un yarattığı geleneklerin ve baskıların ardında yatan gerçek “doğal insan”ın yeniden ortaya çıkarılmasıyla geri kazanılabilirdi.

Hobbes ve Rousseau’nun insan doğasına ilişkin farklı varsayımları, günümüzde çevrecilik ve hatta insan mutluluğunun doğası üzerine yürütülen tartışmalar açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Hobbes, Hristiyanlığın “asli günah” doktrinine seküler bir versiyon sunmuştur: İnsanlar doğaları gereği açgözlü, korkak, şiddet eğilimli ve kibirlidir; bu doğal tutkular ancak bir toplumsal sözleşme altında bir araya gelerek kontrol altına alınabilir. Rousseau ise içsel ve dışsal olana atfedilen anlamı tersine çevirir: İnsanlar doğaları gereği iyidir; onları yozlaştıran ve mutsuz eden şey, topluma katılmalarıdır. Günümüzde Rousseaucu bu varsayım, modern sanayi toplumuna kıyasla yerli toplumların daha barışçıl ve çevreye daha duyarlı olduğunu düşünen pek çok antropolog ve çevreci tarafından da paylaşılmaktadır.

Son birkaç yüzyıldır, liberal Batı toplumlarında pek çok insan Rousseau’nun “insanın doğuştan iyi olduğu” varsayımını paylaşmıştır. Bu, onların içsel özgünlüğe (authenticity) değer vermeleri ve bu özgünlüğü bastıran, dolayısıyla doğaları gereği sahip olmaları gereken mutluluğu engelleyen şeyin “toplum”un baskısı olduğuna inanmaları ölçüsünde geçerlidir. Hobbesçu bir dünyada büyümek, insanın her istediğini yapamayacağını kabul etmeyi ve başarılı bir hayatın sosyal kurallara uymayı gerektirdiğini öğrenmeyi içerir. Buna karşılık Rousseaucu bir dünyada, içsel benlik sürekli olarak, ister devlet eliyle ister sadece toplumsal gelenekler aracılığıyla dayatılmış olsun, boğucu toplumsal kısıtlamalardan kurtulmanın peşindedir.

Kendi aralarında farklılıklar olsa da, bu erken modern düşünürlerin insan doğasına dair teorileri modern liberalizmin zeminini hazırlamıştır. Hobbes, Locke ve Rousseau’nun hepsi, doğa durumunun kendi amaçlarının peşinden giden izole bireylerden oluştuğunu ve insan toplumlarının, ancak insanların bu amaçlara ulaşmak için iş birliği yapmayı kabul etmeleriyle daha sonra ortaya çıktığını varsaymışlardır. Doğal olan tek insan toplumu biçimi, cinsel arzunun erkekleri ve kadınları karşılıklı bağımlılığa yönelttiği aileydi. Bu görüş, modern neoklasik iktisadın merkezinde yer almaya devam etmektedir: temel varsayım, insanların rasyonel fayda maksimizasyonu yapan varlıklar olduğu ve birlikte çalışarak bireysel refahlarını artırabileceklerini kavradıklarıdır. Bu, Mancur Olson’un yaygın olarak kullanılan kolektif eylem teorisinin de temelini oluşturur; bu teoriye göre toplumsal iş birliği esasen bireysel teşviklerle yönlendirilir. John Locke’un evlilik ve üreme hakkındaki açıklamasında ise aile, insan doğasından kaynaklanan duygusal bağlara değil, uzun vadeli kişisel çıkarların rasyonel bir hesabına dayanan gönüllü bir birlikteliktir.

İlkel bireycilik (primordial individualism), bu anlamda, modern liberalizmin — hem siyasal hem de ekonomik liberalizmin — merkezinde yer alan insan doğasına dair bir varsayımdır. Bu açıdan liberaller, insanın doğası gereği “siyasal bir hayvan” olduğunu ve yalnızca bir şehirde gelişip serpilebileceğini savunan Aristoteles’in görüşünden kopmuşlardır. Bireycilik varsayımı, özellikle bireylerin değil, kolektif amaçların peşinden giden toplumsal varlıklar olduğunu ileri süren Karl Marx ile başlayarak sol düşünürler tarafından doğrudan saldırıya uğramıştır. Liberal bireycilik, modern kapitalizmin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan, tarihin özel koşullarına bağlı bir olgu olarak görülmüş, fakat insan mutluluğuna dair anlayışları ciddi biçimde çarpıttığı düşünülmüştür.

Liberalizmin bireyci varsayımları yalnızca soldan değil, sağdan da saldırıya uğradı. Büyük İngiliz hukuk kuramcısı Henry Maine, daha 19. yüzyılın ortalarında, erken toplumlar hakkında bilinenlerin bireyci varsayımla çeliştiğini belirtmişti: Tarihsel kayıtlara göre, insan toplumlarının var olmadığı bir dönem hiç olmamıştı. Hobbes, Locke ve Rousseau’nun varsaydığı türden izole bireylerle tanımlanan bir tarihsel dönem hiçbir zaman yaşanmamıştı. Charles Darwin ve evrim teorisinin ardından, 20. yüzyılda insanlığın insan olmayan atalarının da çeşitli karmaşıklıkta sosyal gruplar hâlinde yaşadığı daha da netleşti. Liberal bireyciliğin sol ve sağ kanattaki eleştirmenlerini birbirinden ayıran şey, insanların doğaları gereği çekildikleri sosyal grubun türüydü. Marx ve onun soldaki takipçileri için bu, burjuvazi ve proletarya gibi büyük sosyal sınıflar ya da Marksist tarihin sonunda varılacak komünist devletti. Johann Gottfried Herder’den Oswald Spengler’e ve çağdaş ulusal muhafazakârlara kadar sağ cenahta yer alanlar için ise bu gruplar, kabilelerden milletlere ve medeniyetlere kadar uzanan kültürel topluluklardı. Farklı kültürlerin temelindeki özgül inançlar değişkenlik gösterebilse de, insanlarda kültür üretmeye ve kapalı bir kültürel ufuk (closed cultural horizon) içinde yaşamaya yönelik doğal bir eğilim (proclivity) vardı.

1960’larda DNA’nın ve genetik kodun keşfi, kalıtsal fiziksel ve davranışsal özelliklerin şimdiye dek eksik kalmış olan biyolojik açıklamasını sağladı. Bu gelişme ve insan doğasına yönelik inancın yaygınlığı göz önüne alındığında, tam da bu kavramın kendisine karşı bu denli büyük bir tepkinin oluşması ve bazı ciddi düşünürlerin insan doğasının varlığını açıkça inkâr etmesi şaşırtıcı olabilir.

Bu şüpheciliğin birkaç nedeni vardı. İlk olarak, genetik hakkındaki bilgi arttıkça, genetik mirasımızın sosyal ve fiziksel çevremizle çok karmaşık biçimlerde etkileşime girdiği anlaşıldı. İnsanlar, bazı hayvan türlerinde olduğu gibi belirli biçimlerde davranmak üzere robotik şekilde programlanmış varlıklar değildir. Yetiler insan genomuna kök salmış olabilir; ancak bunların gelişimi, bireyin nasıl yetiştirildiği ve toplumla nasıl etkileşim kurduğuna bağlı olarak gelişebilir, güçlenebilir ya da tam tersine sınırlandırılabilir. Genetikçiler, belirli genlerin yalnızca belirli çevresel sinyallere yanıt olarak ifade edildiğini keşfettiler. Bu nedenle, hangi temel insan yeteneklerinin gerçekten “doğal” olduğu zaman zaman belirsizleşmiştir.

Günümüzden bakıldığında, insan doğası hakkında yalnızca biyolojideki ilerlemeler sayesinde değil; aynı zamanda arkeoloji, karşılaştırmalı antropoloji ve primatoloji alanlarındaki araştırmalar sayesinde de, 18. ya da 19. yüzyıla kıyasla çok daha fazla bilgiye sahibiz. Erken modern döneme ait liberal doğa durumu anlatısının birçok açıdan hatalı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu görüşü, Political Order serimin ilk cildinde sunduğum kanıtlarla destekledim. İnsanlar doğaları gereği toplumsaldır, fakat bu toplumsallık belirli karakteristik biçimler alır. Biyolog William Hamilton’ın kapsayıcı uygunluk (inclusive fitness) teorisi, insanların — hatta yalnızca insanların değil, cinsel yolla üreyen çoğu türün — akrabalarıyla paylaştıkları gen sayısıyla orantılı olarak fedakâr davrandıklarını öne sürer. Ayrıca insanlar, karşılıklı fedakârlık yoluyla — yani yakın çevreleriyle iyilik ve çıkar alışverişi yaparak — sosyal bağlar kurmaya güçlü bir eğilim gösterir. Bu da, sosyal yaşamın en yaygın biçiminin, küçük arkadaş ve aile çevrelerinden oluşan topluluklar olduğu anlamına gelir. Bu nedenle, patrimonyalizm — yani arkadaşlar ve aile tarafından yönetilme — derin biçimde doğaldır. Buna karşılık, görevlilerin liyakate göre seçildiği modern bir devletin gerektirdiği türden kişisel olmayan otorite, siyasi aktörler için doğal değildir. Bu yüzden, yeniden patrimonyalizm (re-patrimonialization), modern siyasi sistemlerde sürekli bir tehdittir. Bugün Donald Trump’ın liyakate dayalı bürokrasiyi zayıflatmaya çalışarak bunun yerine güvendiği arkadaş ve aile çevresine dayanması, bu duruma güncel bir örnektir.

Ancak bu tür küçük ölçekli toplumsallık, insanın topluluk kurma kapasitesini tümüyle karşılamaz. İnsanların bireysel çıkarları olabilir; fakat aynı zamanda doğaları gereği normlara uyan varlıklardır ve akranları tarafından belirlenmiş kurallardan sapmaktan hoşlanmazlar. Bireylerin, büyük hiyerarşiler tarafından konulmuş kurallara uymaya gönüllü olması, yaklaşık 6 ila 8 bin yıl önce devletin icadıyla birlikte devlet otoritesinin temelini oluşturmuştur. Kurallara uyma eğilimi, polislerin diğer yurttaşlara karşı açıkça adaletsiz emirleri yerine getirmeye neden razı olduklarını ya da milyonlarca askerin neden savaşta ölüme gitmeyi göze aldığını açıklar. Thomas Hobbes’un rasyonel kişisel çıkar anlayışı, onu askerlerin düşmanlarla savaşmak uğruna hayatlarını riske atmak yerine mevzilerini terk etmeleri gerektiğini savunmaya yöneltmişti; ancak yüzyıllar boyunca, askerî örgütlerde itaat, firardan çok daha yaygın bir özellik olmuştur.

Daha yakın tarihli veriler de, erken dönem insan topluluklarının şiddete yatkınlığı konusunda Hobbes’un Rousseau’ya kıyasla gerçeğe daha yakın olabileceğini göstermektedir. Rousseau’nun “insanın doğuştan iyi olduğu” varsayımı, ne yazık ki önemli ölçüde ampirik kanıtla çelişmektedir: pek çok avcı-toplayıcı toplumda cinayet oranı, günümüzün Amerikan ya da Meksika şehirlerinden bile daha yüksektir ve kanlı savaşlara dair izler, arkeolojik kayıtlarda geriye doğru oldukça derinlere uzanmaktadır. İnsanlar doğaları gereği toplumsal varlıklardır; ancak bu toplumsallık çoğu zaman şiddeti örgütleme ihtiyacından kaynaklanır. Çevrenin korunması ise çoğu durumda bilinçli bir tercihten ziyade teknolojik kapasitenin yetersizliğine bağlı gibi görünmektedir. Modern insanların yaşadığı bölgelere girişinden sonra, dünya üzerindeki megafauna (megafauna) büyük ölçüde yok olmuştur.

Dolayısıyla insan doğası vardır ve siyaseti şekillendiren güçlü bir kuvvettir. İnsan doğasının varlığı, erken dönem liberal hak anlayışının temelini oluşturmuştur. Öyleyse neden bu kadar büyük bir dirençle karşılaşıyor?

Bu direncin nedenleri ahlaki ve politiktir ve çoğu zaman insan doğasının yanlış anlaşılmasının yan ürünleridir. Yıllar boyunca, neyin biyolojik, neyin çevresel olduğu sorusu büyük siyasi tartışmalara kaynaklık etmiştir. Genel olarak ifade etmek gerekirse, muhafazakârlar çoğunlukla biyolojinin tarafını tutarken, ilericiler davranışların büyük ölçüde çevresel koşullarla — yani “toplumsal olarak inşa edilmiş” biçimde — belirlendiğini savunmuşlardır. Yüzyıllar boyunca muhafazakârlar, milletlerin ortak bir ırk ve soya dayandığını; ırksal bir hiyerarşinin bulunduğunu ve bunun hem kendi topraklarındaki köleliği hem de Avrupa’nın dünyanın geri kalanının büyük kısmı üzerindeki sömürgeci tahakkümünü meşrulaştırdığını; ayrıca kadınların iş gücüne katılmak, oy kullanmak veya siyasi liderlik yapmak için yeterli zihinsel kapasiteye ya da duygusal istikrara sahip olmadığını iddia etmişlerdir. Bu ve benzeri biyoloji temelli siyasi iddialar zamanla kaybeden tezler hâline gelmiştir. Bunun önemli bir kısmı, doğrudan deneysel bilimsel araştırmaların sonucuydu. 1920’lerden kalma meşhur bir örnek, modern kültürel antropolojinin kurucularından Franz Boas’ın çalışmalarını içerir. Darwin’in On the Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı eserinin yayımlanmasının ardından, “bilimsel ırkçılık” (scientific racism) adını taşıyan bir akım ortaya çıkmış ve bu akım, dünya üzerindeki ırkların ortalama zeka düzeyinde farklılıklar taşıdığını, beyaz ve kuzey Avrupalıların en üstün grup olduğunu ileri sürmüştür. 1920’lerde muhafazakârlar, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Amerika’ya gelen göçmen grupların — İtalyanlar, Yahudiler, Polonyalılar ve diğer Doğu Avrupalılar — o dönemde ABD’de baskın olan etnik gruplardan daha az zeki olduklarını iddia ederek göç kısıtlamalarını savunmuşlardır. Bu argüman, ABD Ordusu’nun Avrupa’da savaşmak üzere askere aldığı kişiler üzerinde yaptığı kafa ölçümlerine dayandırılıyordu. Boas, Amerikan diyetiyle beslendiklerinde göçmen çocukların kafa ölçülerinin kuzey Avrupalılarınkine yakınsadığını gösteren bir takip çalışması yaptı. Daha sonra yapılan ve “Flynn etkisi” (Flynn effect) olarak bilinen araştırmalar ise, daha iyi beslenme ve gıda alımı sayesinde, en azından yakın geçmişe kadar, dünya genelindeki nüfus gruplarının ortalama IQ seviyelerinin zaman içinde yükseldiğini ortaya koydu.

1960’larda feminizmin yükselişiyle birlikte, biyolojinin rolüne ilişkin tartışmalar büyük ölçüde yeniden alevlendi. Pek çok feminist, toplumsal inşa (social construction) tezini güçlü biçimde savunarak, kadınlarla erkekler arasındaki gözlemlenen davranışsal ya da toplumsal sonuç farklılıklarının yalnızca kız çocuklarının erkek çocuklara kıyasla nasıl yetiştirildiğine bağlı olduğunu ileri sürdü. Kadınlar, kamyon şoförlüğünden uçak pilotluğuna, polislikten askerî görevlere kadar pek çok mesleğe girmelerini zorlaştıran toplumsal geleneklerden kurtarılmalıydı.

Ancak, kızların ve kadınların neleri yapabileceğine dair biyolojik argümanlar zamanla büyük ölçüde bilimsel olarak geçersiz kılınsa da, erkeklerle kadınlar arasında giderilemeyen bazı temel farklar varlığını sürdürdü. Erkekler ve kadınlar, yalnızca farklı üreme organlarına sahip olmakla kalmaz; boy, üst vücut gücü, yaşam süresi ve benzeri fiziksel özellikler açısından da belirgin biçimde farklıdır. Bu özellikler her iki cinsiyet için de normal dağılım gösterebilir ve dağılımın uç noktalarında, diğer cinsiyetin büyük çoğunluğundan daha iyi performans gösteren bireyler olabilir. Ancak bu dağılımların ortalamaları birbirinden farklıdır. Yani herhangi bir kadın, herhangi bir erkekten daha uzun ya da daha güçlü olabilir; ancak cinsiyetlerin özellikleri toplu olarak aynı olmayacaktır. İşte bu nedenle, erkek ve kadın sporları günümüzde hâlâ birbirinden ayrı tutulmaktadır.

Bu farklılıkların psikolojik özelliklere de uzanıyor olması kuvvetle muhtemeldir. 1980’lerde evrimsel psikologlar, yalnızca insanlarda değil, cinsel yolla çoğalan pek çok türde de erkek ve dişi üreme stratejilerinin farklılık gösterdiğini savunmaya başladılar. Erkekler, genlerini bir sonraki nesle aktarmanın en uygun yolu olarak daha çok eş değiştirmeye meyilliydi; buna karşılık kadınlar, çocuklarını yetişkinliğe kadar büyütebilecekleri istikrarlı ev ortamlarına ihtiyaç duyuyordu. Ergenlik çağındaki kadınlar ayrıca risk almaya daha az yatkındır; bu da, dünya genelindeki kültürlerde suçların büyük çoğunluğunun neden genç erkekler tarafından işlendiğini açıklar.

Herhangi bir davranış özelliğinin biyolojik olarak açıklanabileceği fikri, birçok feminist için kabul edilemezdi. Cinsiyet farklılıklarının biyolojik temelli olduğunu savunan sosyobiyolog Edward O. Wilson, bir konferansta bir aktivist tarafından başından aşağı sürahiyle su dökülerek protesto edilmiş, aktivist “Tam anlamıyla saçmalıyorsun!” (You’re all wet!) diye bağırmıştı.

İlerici liberallerin insan biyolojisine önem vermeye direnmesinin daha temel başka bir nedeni daha vardır: biyoloji, insan özerkliği üzerinde aşılması güç bir sınır temsil eder.

Modern liberalizmin özünde, insanların evrensel bir seçim kapasitesine sahip olduğu varsayımına dayanan insan onurunun eşitliği iddiası yatar. İnsanlar zeka, güç, ten rengi ve cinsiyet açısından farklılık gösterebilir; ancak hepsi, kendi hayatları hakkında seçim yapma yeteneğine ve hakkına sahip ahlaki varlıklar olarak kabul edilir — ifade, inanç, örgütlenme gibi haklara sahip bireyler. Bu özerkliği korumak, liberal bir toplumun ahlaki özü olarak görülmüştür. Erken modern Avrupa’da özerklik, önceden var olan ahlaki çerçeveler içinde seçim yapma hakkı olarak anlaşılmıştı; bu çerçeveler genellikle çeşitli dinî gelenekler tarafından belirlenmişti. Bu nedenle din özgürlüğü, ABD Anayasası’nın Birinci Ek Maddesi gibi düzenlemelerle korunan temel değerlerden biri hâline gelmişti.

Zamanla ise özerklik alanı durmaksızın genişledi ve sadece mevcut bir dinî geleneğin tanımladığı ahlaki yasa içinde seçim yapma hakkını değil, kişinin kendi çerçevesini seçme ve hatta kendisi için ahlaki kurallar koyma yetkisini de kapsar hâle geldi.

Bu durumun en açık şekilde görüldüğü alan, cinsellik, toplumsal cinsiyet ve aile hayatıdır. Birçok ülke kürtajı yasallaştırmıştır; bu da genellikle, kadınların kendi bedenleri üzerindeki denetimlerini koruma yoluyla özerkliklerini savunmanın bir aracı olarak çerçevelenir. Ancak biyolojinin öneminin inkârındaki son sınır, çağdaş trans hareketidir. Tıp camiasının önemli bir kesiminin de desteklediği birçok trans aktivist, toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetle — yani örneğin bireyin XX ya da XY kromozomlarıyla — hiçbir şekilde ilişkili olmadığını iddia etmektedir. Aksine, bu durum tıpkı yeni bir isim ya da yaşanacak bir yer seçmek gibi, bireysel bir tercih meselesi olarak görülmektedir. Genetik donanımlarının toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerinde güçlü etkiler yarattığı söylenmesini kabul etmek istememektedirler.

Biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet kimliği arasında güçlü bir ilişki olduğu fikri, 2010’lu ve 2020’li yıllarda bazı liberal çevrelerde neredeyse “söylenmesi yasak” fikirlerden biri hâline gelmiştir ve bu yasak birçok trans aktivist tarafından sıkı biçimde uygulanmaktadır. Ancak bu fikir çok makul bir fikir değildir. İnsanların yüzyıllar boyunca yalnızca toplumsal baskı nedeniyle toplumsal cinsiyet kimliği seçtiğini düşünmek akla yatkın değildir; insanın biyolojik cinsiyetine kök salmış olması, üreme ve aile hayatının gerçekleşmesi için gerekli bir ön koşuldur. Bu durum, yalnızca Darwin’in doğal seçilim teorisini değil, onun tüm cinsel seçilim kuramını da geçersiz kılar. Liberal bir toplum, trans bireylerin seçimlerine saygı göstermeli ve haklarını korumalıdır; ancak bu, biyolojik gerçeklerin toptan reddini dayatmaya çalışan daha aşırı taleplerden oldukça farklıdır.

Son olarak, teknoloji insan doğasının sınırlarını ortadan kaldırma vaadinde bulunsa da, bu sahte bir vaattir. Bence burada tehlikeli bir alana giriyoruz. İnsanlar, uzayda süzülen ve istedikleri şekil ya da formda var olmayı seçebilen bedensiz iradeler değildir. İnsan deneyimimiz — ve dolayısıyla peşinden gittiğimiz amaçlar ve değerler — fiziksel bedenlerimiz ve onların taşıdığı güçler ile sınırlamalar tarafından derinden şekillendirilmiştir. İşte bu nedenle 2004 yılında Our Posthuman Future: Consequences of the Biotechnology Revolution (Post-insan Geleceğimiz: Biyoteknoloji Devriminin Sonuçları) adlı kitabımı yazdım.

İnsanlar tarih boyunca fiziksel ve zihinsel kapasitelerini geliştirmek için teknolojiyi sürekli olarak kullanmışlardır. Gözlüklerden otomobillere ve aşılara kadar çeşitli teknolojiler sayesinde daha hızlı koşuyor, daha güçlü oluyor, daha iyi görüyor, daha uzağa seyahat ediyor ve daha uzun yaşıyoruz. Biyomedikal teknoloji, hâlihazırda ameliyatlar, ilaçlar ve diğer müdahaleler yoluyla davranışları ve sonuçları şekillendirebilmektedir. Ancak CRISPR-Cas9 gibi teknolojilerin mümkün kıldığı genetik mühendisliğin ortaya çıkışı, bu temel yetilerde çok daha köklü değişiklikler vaat etmektedir ve bu değişiklikler bir gün siyasi haklara dair anlayışımızı dahi dönüştürebilir.

Gerçekten de temel doğamızı özgürce değiştirme yetisine sahip olmak istiyor muyuz? İnsanları daha az ya da daha fazla saldırgan, daha az ya da daha fazla şefkatli, daha zeki ya da daha itaatkâr hâle getirmek… Risk alma ve şiddete eğilim gibi yönelimleri sevmeyebiliriz; fakat bunları insan soyundan bütünüyle ayıklamaya yönelik bir çabanın ne tür öngörülemeyen sonuçlar doğurabileceğini biliyor muyuz? Peki, bu konularda karar verme gücünü kim kullanacak? Bu kararlar yalnızca bugünkü bireyleri değil, onların tüm torunlarını da etkileyecek. Bu yetkiler, gelecek yüzyıllarda torunlarına toplumsal rekabette avantaj sağlayabilecek zengin elitler tarafından mı kullanılacak?

 

Liberallerin şunu kabul etmesi gerekir: Özerklik bir insanî değer olsa da, insanların seçtiği tüm diğer amaçların önüne geçen tek insanî değer değildir. İnsan deneyiminin bir parçası, hem bireyler olarak bize özgü sınırlılıklarla, hem de tür olarak tüm insanlara ait olan sınırlarla yüzleşebilme becerisinde yatar. Aslında, bizi topluluklar içinde birbirimize bağlayan şey tam da bu sınırlılıklardır. Pek çok insan, bireysel özgürlüğünü kısıtlamasına rağmen, kendisini bir topluluğa bağlayan dinî ya da kültürel bir geleneğin içinde yaşamayı özellikle tercih eder.

 

Latin şairi Horatius’un dediği gibi: “Doğayı dirgenle kovsan da, o yine koşarak geri gelir.” Biz asla tanrılara dönüşmeyeceğiz — ve bu dersi belki de ancak iki yüzüncü doğum günümüze, beş yaşındaki bir çocuğun zayıflamış yetileriyle ulaştığımızda öğreneceğiz.

 

Kaynak: https://www.persuasion.community/p/bringing-human-nature-back-in