‘İkinci Cumhuriyet’ Şimdi Gerçek Mi?
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
(Ece Ayhan)
Söylemek için erken susmak için geç bir vakitteyiz. Dolayısıyla ne telaşlı bir durumda ne de umursamaz bir tavırda olamayız. Ancak gayet serinkanlı bir biçimde ‘Terörsüz Türkiye’ sürecinin yorumlanmasında dikkat çekici birkaç noktayı Türkiye’nin siyasi tarihi içerisinde bir yere konumlandırabiliriz.
Evvela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en ilgi çekici ifadesi olarak medyada yer alan “AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi, DEM, biz en azından üçlü olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdik” sözlerini değil de, Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinde konuşmaya ilişkin yüklenen haberin başlığı ve spotunda yer alan ifadeleri değerlendirerek başlamak istiyorum. “Büyük ve Güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor” başlığı ile sitede yer alan haberin spotunda ise “Bugün Malazgirt ruhu, Kudüs İttifakı, Kurtuluş Savaşı’nın nüvesi yeniden şekilleniyor.” İfadeleri yer alıyor. Bu cümleler adeta yeniden kuruluşun ilk habercisi olarak yorumlanabilir. Nitekim bir süredir muhalif isimler tarafından seslendirilen “rejim değişikliği” ve yine karşıt bir argüman ile kurulan “Kemalizm ile hesaplaşma” söylemleri daha da alevlendi. Bir taraftan da ülkenin ana muhalefet partisi tarafından bu ifadeler “Sünni İslam endeksli bir ittifak” olarak tanımlandı ve “Ümmetçilik üzerinden hesap yaptırmayız” denilerek bir anlamda yeni sürecin kendileri açısından yorumu ortaya konmuş oldu. Bu durumda aşılamaz ve anlaşılamaz bir dikotominin körükleyicisi olmaktansa sakinliği kaybetmeden gerçekleri anlamaya çalışmak herhalde sürecin en arzu edilen tarafı olacaktır.
Ana muhalefetin yaptığı gibi vasat ve kendi cephesini tahrik edici bir okuma yapmaktansa hem yeniden kuruluşu açık bir şekilde ortaya koyacak hem de ‘rejim değişikliği’ ve ‘Kemalizm ile hesaplaşma’ söylemlerini boşa düşürecek kavramlardan bir tanesi; Türk siyasi hayatının hiç de yabancı olmadığı “İkinci Cumhuriyet” kavramı olacaktır. Şüphesiz geçmiş tecrübelerin kavramla ilgili hafızalarda çok da iyi izler bırakmadığı belli. Bu kavram; ne darbeci zihniyetin ne de açık toplum kandırmacası ile küresel kozmopolit projenin Türkiye’deki temsilcilerinin yorumladığı biçimiyle ele alınmamalı ve yeniden yorumlanmalıdır. Ancak konunun daha iyi anlaşılması için kavramın ortaya çıktığı, süreçleri ve neden tekrar yok olduğunu iyi anlayarak yeniden ‘2. Cumhuriyet’ derken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de ortaya koymalıyız. ‘2. Cumhuriyet’ ilk defa 1950’li yıllarda Demokrat Parti esas alınarak, daha geniş bir demokratik hattı tarif etmek için kullanılmış olsa da esas olarak 27 Mayıs darbesinin ardından yeni kurulan düzeni tanımlamak için kullanılmıştır. 27 Mayıs darbesinin hemen sonrasında basının kullandığı, akabinde hükümet kurulurken meclis kürsüsünden ifade edildiği biçim ile ikinci cumhuriyet yeni bir düzenin kurulmasını imliyordu. Buradaki esas vurgu ne bir ilk cumhuriyet ile hesaplaşmayı ne de yeni bir devlet kurmayı nitelemekteydi. Daha ziyade yeni yapılacak anayasa çerçevesinde kurulması planlanan yeni düzeni işaret etmekteydi. Bu anlamıyla Fransızların 4. ve 5. Cumhuriyetlere geçişine benzetilebilirdi ki Fransa’nın 5. Cumhuriyeti henüz 3 yaşındaydı. Ancak kavramın uyandırdığı anlamlar özellikle Milli Birlik Komitesi üyeleri tarafından zamanla pek de hoş karşılanmadı, bir süreklilik olarak yorumlanmadı, bir kopuşun kast edilebileceği tehlikesi ile ‘tek ve ebedi cumhuriyet’in tarafında saf tutuldu. Nitekim her dönemde rejim mi değişiyor evhamı yine haklı çıktı. 60’ların 2. Cumhuriyet söylemi kendisini bir anayasa ile özdeşleştirmiş olsa da hem siyasi tarafta (CHP ve AP’de) hem de toplum nezdinde pek bir karşılık bulmadı. Nitekim yalnızca anayasal bir düzeni işaret etmesi ve 1. Cumhuriyeti tehlikeye atması itibariyle popülerliğini kaybetti. Sonraları 3. Cumhuriyet ve türevleri de seslendirilse de hiçbir zaman yerleşik bir söyleme dönüşemedi.
Nitekim 2. Cumhuriyet söylemi 90’ların başında Mehmet Altan’ın bir yazısı ile yeniden hortlayıverdi. Bu sefer ilk anlamından tersine gerçekten bir hesaplaşmayı içeriyor, kemalizme esaslı eleştirileri ile yeni ve demokratik bir anayasaya olan ihtiyaç vurgulanıyordu. 2. Cumhuriyet’in ilk 11’i bile oluşturulmuş, memlekette yerinden yurdundan edilmiş, yersizyurtsuzlaştırılmış yerlilerin yeniden mevzi kazanması ile yeni bir hegemonik dönemin başlangıcı arzulanıyordu. Ne var ki 90’ların ikinci cumhuriyetçilerinin devlete bakışı açısı herhalde sürecin en talihsiz noktalarından birisiydi. Kutsal devlete itiraz ediliyor, sivrileşen radikalleşen noktalarında bir anlamda milli devlet ile de mücadele ediliyor, bir anlamda neoliberalizmin devlete çizdiği çerçeve esas olarak kabul ediliyordu. Nitekim 90’ların 2. Cumhuriyetçiliği, Cengiz Çandar (Ki kendisi DEM Partisi Milletvekili olarak, terör örgütü PKK’nın 11 Temmuzda sembolik olarak silah bıraktığı anlarda oradaydı.) üzerinden Neo-Osmanlıcılık yani ‘Yeşil Kuşak Teorisi’nin bir anlamda yerlileştirilmiş modeli ile dirsek temasında idi. Bu gerçeklik de bugün yeniden konuşulan tartışmalara ışık tutması açısından önemlidir. 90’ların ikinci Cumhuriyetçiliği de aslında 60’larda yaşanan durum ile benzer bir biçimde ne arkasında güçlü siyasi bir irade bulabildi ne de güçlü toplumsal bir mutabakat sağlayabildi.
“İkinci Cumhuriyet” söyleminin her iki dönemde de yeni bir anayasal süreçle irtibatlı olduğu açıktır. Aynı zamanda sönümlenme süreçleri de göz önüne alındığında her iki dönemde de, güçlü bir siyasi irade, güçlü bir toplumsal mutabakata erişememiş söylem ve ideallerdir. Kurulacak yeni bir “2. Cumhuriyet” de şüphesiz yeni bir anayasa çerçevesinde konuşulacak ve tartışılacaktır. DEVA Partisi Mersin ve Yeniyol Grup Başkanvekili Milletvekili Mehmet Emin Ekmen’in açıklamalarından anladığımız kadarıyla; komisyon ile ilgili görüşmeler esnasında CHP’nin bir rezerv koyduğu, komisyonun anayasa yapım komisyonuna dönüşürse bu komisyonda yer almayacaklarını belirttiği de kayıtlara geçmiş durumda, herhalde süreç bir anayasasız ilerlemeyecektir, CHP bu yaklaşımı ile de yeni kurulan tarihsel blok içerisinde nasıl bir tavır takınacağını göstermiş oldu.
Her iki “İkinci Cumhuriyet” denemesinde de anayasa iddiası gündemde olmuş ancak ilkinde askeri tahakkümün geçerli olduğu sivil bir anayasadan uzak, ikincisinde de o imkanı sağlayacak siyasi iradeden mahrum bir tablo oluşmuştur. Halbuki bugün hem güçlü bir siyasi yapı ( AK Parti 272 Mv, DEM Parti 56 Mv, Milliyetçi Hareket Partisi 47 milletvekili ile 3/5’i aşan bir çoğunluk) hem geniş bir toplumsal mutabakat hem de sivil bir inisiyatif bulunmaktadır. Bu da yeni dönem için diğer iki dönemden farklı bir tablonun ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır.
Yeni tarihsel blok sürecinin en önemli ayaklarından bir tanesi de özellikle devlet kavramı ile kurulan ilişkide yatıyor. Özellikle 90’lı yılların ikinci cumhuriyetçilerinden görülen genel tutumun aksine bugün oluşan blok bir Milli devlet ilkesi çerçevesinde pek ala ortaklaşabilir. Bu anlamda Milliyetçi Hareket Partisi’nin buradaki duruşu ve katkısı yadsınamaz. Nitekim milli devlet içerisindeki unsurlardan ‘Milli Birlik’ ilkesi ki alt kategorilerinde; Milli moral, politik istikrar ve sosyal düzeni kapsaması ile öne çıkmaktadır. Özellikle ‘milli moral’ kavramı yeni dönemin yapıtaşlarından bir tanesi olmaya adaydır.
İçeride vakti zamanında yerinden edilmiş yerliler, mevzilerini elde etmiş yeni tarihsel blok inşası içerisindeki yerlerini almışlardır. Geçmiş dönemde yapılan hataların aksine, milli devlet çerçevesi ve şemsiyesi altında, evrensel ya da küresel kozmopolitik projeye karşılık bu tarihsel blokun unsurları; her biri kendi indirgenemez söylemsel kimliğini koruyarak, radikal bir biçimde ‘demokratik misakın’ inşa edilmesinin parçası olacaktır. Bu süreç ne cumhuriyet ile mücadele ne Neo-Osmanlıcılık altında imparatorluk söylemi inşa etmek ne de yeni bir devlet kurmaktır. Yeni bir anayasa çerçevesinde yeni bir düzenin kurulması sürecidir. Sürecin adı ve ya kendisi “İkinci Cumhuriyet” olarak adlandırılsın ya da adlandırılmasın; bir şekilde kurulacak olan düzen bu toprakların ‘Nomos’undan ilham alan milli, demokratik bir misak olmalıdır.
Bu sürecin en nihayetinde bizi götüreceği yer dünyanın içinde bulunduğu post-politik hale karşın, karar verme edimini esas alan egemenlik formunu; dost ile düşmanın kararının içeride var edilen demokratik misakın bir çıktısı olarak toplumsal mutabakat ile var edilmesi ve bunun en azından bölgesel düzeyde kabul ettirilmesi, umut edilen ya da beklenen olacaktır.