İçimizdeki Devlet (III)
Psikolojimizde ikisinin de derin kökleri bulunan, otorite ve anti-otorite ikileminin gerilimi, çocukluğumuzdan başlayarak ömrümüz boyunca sürer gider. Bizi sunulana hayran bırakan, ötekiyle kaynaşmamızı sağlayan ve ihtiyaçlarımızı karşılayan, “iyi” ve hayal kırıklığına uğratan, yalnız ve çaresiz bırakan ise “kötü” arasında salınır dururuz. Otoriteyle ilgili yaşantımızı, neye otorite diyeceğimizi ve ona nasıl tepki vereceğimizi belirleyen şey, işte bu “iyi” ve “kötü” imgelerin amalgamından oluşan genel otorite imgesidir.
Bireysel psikolojimizdeki genel otorite imgesinin “kötü” ve “iyi” yanları, içimizdeki “anti-otorite”nin harekete geçirici gücüdür. Otoritenin (ve devletin) tutumları bireysel psikolojimizdeki genel otorite imgesiyle uyuşmuyorsa, iç dünyamızdaki “anti-otorite” yanları uyarılır; tasdik, eleştiriye ve isyana dönüşür. Sağlıklı işleyen bir devlet yapısı, kendisine yönelik eleştiri ve isyanı, gerekli önlemleri alarak, kendisini bu eleştirileri ortadan kaldıracak biçimde düzelterek, ailede ve toplumsal yaşamda bireyin zedelenen adalet duygusunu, iyi bir ebeveyn gibi tamir ederek, sindirir. Devlet, böyle sağlıklı bir tutum almak yerine, yurttaşlar topluluğunun taleplerine kulak tıkarsa, yalnızca kendi hükümranlığını gözeten ve zorla itaat ettiren bir “dış güç” haline gelirse, bir başka deyişle yurttaşlar topluluğunun büyük çoğunluğunun genel otorite imgesindeki “iyi”yi geliştiremezse, kendi aleyhine işleyen bir süreci de başlatmış olur. Otoriteryanizm, otorite ve anti-otorite; daha genel olarak söylersek devletle toplum arasındaki diyalektiğin bozulduğunun habercisidir. Bozulan denge baskı, zor ve manipülasyona dayalı dayatmalarla sağlanma yoluna gidilmektedir.
Otorite iyidir otoriteryanizm berbat!
Otorite”nin baskı ve zorbalıkla yönetim demek olan “otoriteryenizm”le bir ilişkisi yok, sanılanın aksine, müspet bir muhtevaya sahip. Bilim ve düşünce dünyasında, tıpta konuyu en iyi bilenlere “alanında otorite” deniyor.
“Otorite”, “otoriteryenizm”le benzer ya da aynı olmaktan ziyade zıt. Otorite, karşı tarafta saygı ve minnet hissettiriyor. Otoriteryenizm ise körü körüne itaate ve bağnazca bağlanmaya dayanıyor, bu arzusu karşılanmadığı takdirde baskıyla tehdit ediyor. Otorite, ötekinin hüküm vermede kendisinden üstün olduğunu ve kendisine takaddüm ettiğini kabul ve tasdik etmekten geçiyor, ancak bu şekilde hak ediliyor. Böyle kavrandığında, kimsenin kimseye otorite hediye edemeyeceği ancak “diyalog” içerisinde kazanılacağını da kolayca anlaşılıyor. Aynı şekilde, hakiki manadaki otoritenin, hiçbir şekilde irrasyonel ve keyfi olamayacağı da hemen fark ediliyor. İrrasyonellik ve keyfilik, otoritenin değil otoriteryenizmin işaretleri…
Otorite; düşünce, bilgi tecrübe ve yetenekten kaynaklanan yetki ve itibar ile bağlantılı. İnsan, insan ilişkisiyle kaimdir, varoluşsal olarak diyalog ister. Otorite de diyalog sırasında ortaya çıkıyor ve “kendini zorla dayatan” değil, “ortaya seren” bir özellik gösteriyor. Taraflar kimin hangi alanda otorite olduğunu zorlama olmaksızın, kendiliğinden biçimde kabul ediyor.
Devlet-toplum ilişkisinde de otorite bakımından aynı özellikler geçerli. Devlet, son tahlilde, toplumun kendi içinden üretebildiği genel otoritedir. Bu nedenle bir toplumun devlete sahip olması, kolektif bir akla ve kendi içinde sağlıklı işleyen bir diyaloga sahip olduğunun da ispatı. Ama tıpkı insan ilişkisinde olduğu gibi, devletin otoritesi de ancak hak edilmişse ve toplumun gönüllü rızasına dayanıyorsa sağlanabilir. Yöneticiler, mevkilerine liyakatle gelmişlerse, toplumla uyum içinde, onların organik temsilcisi gibi hareket ediyorlarsa, toplum da onların otoritesini tasdik eder. Ama yönetimleri toplumun gönüllü rızasına dayanmıyorsa, hukuki değil keyfi davranışlar gösteriyorlarsa ve mütemadiyen toplumun üstünde olduklarını vurguluyor, büyüklenmeci bir tutum içine giriyorlarsa, gerçek bir “otorite” değil “despot” ve “otoriteryen” olurlar.
Otorite, hak edildiği ve hasbi bir zeminde inşa olduğu için, sağlam ve kalıcıdır oysa otoriteryanizmde bunun zıddı bir seyir söz konusu. Gerek insanlar arası ilişkilerde, gerek devlet-toplum ilişkisinde despotlukla, baskı, tahakküm ve manipülasyonla ila nihai egemenlik sürdürülemez. Otoriteryanizme tahammülsüzlüğümüz, doğrudan doğruya psikolojimizin varoluşsal karakteriyle alakalı. Fiziksel baskı ve tahakkümle insanların hayatlarına kalıcı bir biçim veremez, insanlık haysiyetini boyunduruk altına alamazsınız.
Kimi zaman açık şiddet ortamlarında, saldırgandan korunmak için onunla özdeşleşmek gibi psikolojik bir savunma yolu seçilebilir ama “Stockholm sendromu” da denilen bu tablo, insan psikolojisi için kısmi ve arızi. İnsanın benliği kendisini ilk fırsatta yeniden restore eder, eski halini alır. İnsan, sadece insan olma hususiyetiyle zalimi her zaman alt edemese bile reddedecek potansiyeli barındırır. “Zulümle abad olanın ahiri berbat olur” sözü, söylediklerimizin, tarihi bilince yerleşmiş en kısa ifadesi…
Peki, vesayet nedir?
Otoritenin en çok karıştırıldığı konulardan birisi de “vesayet”… Otorite ve vesayet, birbirine yakın görünmelerine rağmen aslında çok farklılar. İnsan yavrusu, diğer canlılardan farklı olarak, uzun bir bağımlılık dönemine sahip… Bebekliğimiz, çocukluğumuz boyunca, ebeveynimizin bakımına, vasiliğine, vesayetlerine muhtaç ve mecburuz. Bilmediğimizi bilen, yapamadığımızı bizim için yapan, ihtiyaçlarımızı bizden iyi tanıyan ebeveynimiz, hem vasimiz hem de hayatımızdaki ilk otorite figürleri. Başlangıçta ebeveynin otoritesi, vasiliği de içerir ama biz, akıl baliğ oldukça, yetkin bir “kişi” haline geldikçe vasilik ortadan kalkar, çocukluğumuzdan geriye sadece ebeveynimizin otoritesinin izi kalır. Akıl baliğ olduktan sonra ebeveynimizle ilişkimiz (şüphesiz onlara karşı minnetimizin ve hürmetimizin baki kalması şartıyla) eşit insanlar arasındaki bir ilişkiye dönüşür. Biz yetişkin, hür bir fert olurken otoritenin hayatımızdaki hakiki anlamı yerli yerine oturmaya başlar.
Demokrasiyi, modern zamanlarda devlet işleyişinde yurttaşların otoriteyi gönüllü devir işlemleri için bulunabilmiş en iyi yöntem kabul edersek, otoriteryen yönetimleri bunun tam karşısına koymak mümkün. Bu durumda vesayetçi devleti de, akıl baliğ olduğu halde onun varlığını ciddiye almayan, sözünden çıkmasını istemeyen otoriteryen ebeveyne benzetebiliriz…
Sosyal psikolojideki dayanaklar
Sosyal psikolojide otorite ve itaatle ilgili olarak yapılmış olan ünlü Milgram deneyleri, şimdiye kadar söylediklerimizi destekliyor. Bakalım. Bunlardan birisinde “denek A’dan gerçekte bir deney öznesi rolünü oynayan bir aktör olan başka birine, denek B’ye, bir görevi yerine getirmesi için emirler vermesi ve eğer verilen görevi lâyıkıyla yerine getirememişse onu cezalandırması istenir. Ceza denek B’ye 15 volttan öldürücü olduğunu bildiği 450 volta kadar değişen elektirik şoku uygulamaktan ibarettir. Deney başlamadan önce, denek A’ya 45 voltun insanı nasıl etkilediği gösterilmiştir. Deneyin içinde denek A’nın denek B’ye verilmesine karar verdiği elektirik şoku gerçekten uygulanmıyor, denek B’i oynayan aktör kendisine elektirik şoku vermiş gibi yapıyordu.
Milgram’ın bulgularına göre, deneylerinde kullandıkları kişilerin büyük bir bölümü, bazen kendi inisyatifleriyle, sıklıkla deneyi düzenleyenlerden gelen hafif bir işaretle, denek B’lere çok yüksek elektirik vermiştir. Göründüğü kadarıyla onlar ne yaptıklarını biliyorlardı; aynı zamanda, öteki deneklere öldürücü şoklar uyguladıklarını da biliyorlardı ya da bildiklerini düşünüyorlardı. Cezaların yalnızca eğitim ve öğretim hakkındaki bir deneyin parçası olduğunu da biliyorlardı.”
“Hakikat Oyunları” (Ayrıntı Yayınları) yazarı John Forrester’a göre, “Milgram, Nazilerin Yahudileri yok etme planlarının nasıl uygulamaya konulduğuna duyduğu ilgi yüzünden bu deneyleri başlatmıştı. Ancak Milgram’ın deneyleri çok geçmeden, otoriteye boyun eğmenin deneysel bir örneği olmaktan çok farklı bir nedenle de meşhur olmuştu: Deneyler aynı zamanda deneklerini baştan sona aldatmakla meşgûl olan sosyal bilimcilerin sorgulanabilir etiklerinin bir örneğini oluşturuyordu…. Milgram’ın deneyleri otoriteye boyun eğme konusunda değil, aldatma konusunda bir ders haline geldi.”
Bize göre ise Forrester’ın yerinde saptamalarından ayrı olarak Milgram deneyleri, otoriteryenizmin kökenlerinin belirsizlik ve manipülasyonda bulunduğunu göstermektedir. Toplumla arasındaki dengenin bozulduğu zamanlarda, yani zayıf olduğu hallerde devlet, baskı, zor ve manipülasyona başvuruyorsa, benzer koşullar, bireysel psikolojide de otoriteryen kabarmalara yol açmaktadır.
Devletin iç-dünyamızdaki yerini böylece ele aldıktan sonra son olarak devletin haricindeki ve devlete rakip olan otorite kaynaklarıyla devam edelim.
Devlet-dışı otorite kaynakları
Diğer otorite kaynaklarının neler oldukları, yaşanan zamana ve toplumsal formasyonlara göre değişiklik gösterir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve geri bıraktırılmış ülkelerde devlet-toplum ve diğer otorite kaynaklarının yerleşimleri, hayli farklıdır.
Kendi ülkemiz için konuşacak olursak, yerinden oynamış devlet-toplum ilişkilerindeki en bariz görünüm, devletin sanıldığı gibi güçlü ve büyük oluşu değil, hantal ve zayıf oluşudur. Bırakın güçlü olmayı, vergi bile toplayamayan, uluslararası finans çevrelerinin isteklerini attığı her adımda kollamak zorunda kalan zayıf devlete, kendi bedeninin ne kadar sağlam olduğuna dair gövde gösterisinden başka bir seçim şansı bırakılmamıştır. Devletin bıraktığı boşluğu, her güç odağı kendi tarzınca doldurmaya çalışmaktadır. Toplum karşıtı sosyopatik çeteler, kendi başlarına adaleti temin işinden gelir temin etmeye çalışırlarken, toplumun en yoksul kesimleri adaletin hiç değilse öbür dünyada gerçekleşeceğini umarak dinsel inançlara tutunmakta, egemen ekonomik çevreler ise, girişim ruhundan yayılacak yardımın topluma refah ve huzur getireceği inancını, özellikle “birtakım medya” aracılığıyla yaymaktadır. Devletin otoritesi, sosyopatinin otoritesi, geleneğin otoritesi ve paranın otoritesi, boş buldukları yeri kapma tarzında toplumun dokularına dağılmışlardır. Toplum hayatında bu çoklu otorite dağılımından kaynaklanan, bizim giriş vinyetinde sunduğumuz acıklı manzaralar görünmekte; tıpkı kaldırımlarına sahip çık(a)mayan belediyelerin yollarından zifos fışkırması gibi, basılan yerden otoriteryenizm fışkırmaktadır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, devletin egemen ekonomik çevrelerle ve sivil toplumla ilişkisi, birçok gerilim hattına rağmen, sözleşmeye dayalı olarak kurulmuş, insan haklarına dayalı bir hukuksal çerçeveye kavuşmuştur. Bu sürecin sonucunda ortaya çıkan, çok güçlü organizasyonel bir yetenektir; organizasyon yeteneğinin kendisi adeta otorite timsali haline gelmiş, otorite içselleşmiştir. Kamu görevlisi de sivil yurttaş da toplam organizasyon yeteneğinin kendilerinden daha güçlü olduğunu bildiğinden, yasalardan, o yasaları üreten sistemden korku duymaktadır; dolayısıyla “otoriteryenizm” bu toplumsal formasyonlarda yakın tehlike olmaktan çıkmıştır. Oralardaki en yakın tehlike, “doğa durumu”ndan türetilen “doğal hukuk” adına, yoksulları, hastaları, marjinalleri, zencileri, son yüzyılın son çeyrek diliminde ise başta Müslümanlar yabancıları, mültecileri ve göçmenleri toplum hayatından geri püskürtmeye hazırlanan liberal despotizmdir. Liberal despotizmin her geçen gün tekno-faşizm biçimine büründüğü de bir başka reel durumdur.
Modernlik trenine sonradan eklenen ve çok farklı bir geçmişten gelen bizim gibi toplumlardaki devlet-sivil toplum ve devlet-dışı otorite kaynaklarının gösterdiği tablo ise, çok ama çok karışıktır. Bu karışıklığa bir de yoksulluk ve emperyalist baskı ve talepler, hızlı ve zorunlu modernleşmenin komplikasyonları da ilave edildiğinde, içinden çıkılmaz bir görünüm ortaya çıkmaktadır.