İçimizdeki Devlet (II)

Devletin birey psikolojisiyle ilişkisini biraz daha netleştirme umuduyla, yeni bir patikada, bu kez otorite ve anti-otoritenin ne olduğu üzerinden yürümeye koyulalım.

Otorite nedir?

Heidegger’in tilmizi Has Georg Gadamer, yalnızca modernliğin pratik aklı ve onunla birlikte moraliteyi ve siyaseti geri plana itmesinin yol açtığı sorunlarla ilgilenmez. Heidegger’in hermenötik dairesi ve geleneğin belirleyiciliği tezlerini öyle bir ilerletir ki, “gelenek hermenötiği” adı altında önyargıları ve otoriteyi meşrûlaştıran ve kendisine “Aydınlanma ve bilim düşmanı gerici” yaftaları asılmasına neden olacak bir tutum takınır. İyi bir Gadamer okuması, ona bu yaftaların asılmasındaki haksızlığı kolayca anlayacaktır, lâkin “Tarih, bize ait değildir tersine biz ona aitiz. Kendimizi inceleme süreci aracılığıyla kendimizi anlamamızdan çok daha önce, biz kendimizi, apaçık bir biçimde, içerisinde yaşadığımız ailenin, toplumun ve devletin içerisinde anlarız. Bireyin kendini fark edişi, tarihsel yaşamın fasit dairesinde titreşir durur” diyen Gadamer, dilsel-kavramsal materyallerini Hegel’in sistematik bağlamından aldığını gizlemeyecektir.

Gadamer, tarihsel bilinç ve gelenekle birlikte otoriteyi ve devleti de meşrûlaştırmaktadır. Hegelci mirasla bağlantısını reddetmese de, siyaset felsefesiyle yoğun olarak ilgilenmemesi Hegel’in devlete bakışıyla ortaklığının yeterince üzerinde durmamasına, dolayısıyla bizim “pratik akıl” ve devlet ilişkisinde kendisinden fazla yararlanamamamıza neden olmuştur. Oysa onun temel önem atfettiği Aristoteles’in moralitenin kaynağını pratik akılda görmesi ve insanı “politik hayvan” olarak nitelemesiyle, Hegel’in devleti “nesnel ahlak”ta (Sittlichkeit) kökleştirmesi ve “uygar cumhuriyetçilik” görüşü arasındaki bağ, görenlerin gözünden kaçmamaktadır. Bu bağlantı noktalarına dikkat kesilirsek, Gadamer, devlet ve birey psikolojisi ilişkisini anlamamızda bize biraz daha ışık tutabilir.

Gadamer’in gelenek hermenötiğinde otoriteyi ve devleti savunmasına neden olan şey, onun “otorite” ile “otoriteryanizm”i ve körü körüne itaati birbirinden ayırmasıdır. Gadamer’e göre, otoritenin özünde sanılanın aksine baskı, saldırganlık ve körü körüne itaat bulunmamaktadır. Otorite, ötekinin hüküm vermede kendisinden üstün olduğunu ve kendisine takaddüm ettiğini kabul ve tasdik etmekten geçmektedir. Otorite, kimseye hediye edilemez, diyalog içerisinde kazanılır ve kazanılmak zorundadır; itaate değil tasdike dayanmaktadır; irrasyonel ve keyfî olamaz. Gelenek hermenötiğinde birincil önem verdiği, anlamanın yapısıyla ve pratiğin önceliğiyle birleştirerek öne sürdüğü önyargıların kaçınılmazlıklarından otoriteyi meşrulaştırmaya doğru yol alan Gadamer, buradan da otoriteyi gelenek ile ilişkilendirmeye yönelir. Gelenek ve göreneklerimiz, adı konmamış olsa bile bir otoriteye sahiplerdir. Onların bizim tutum ve davranışlarımızın üzerinde yer alan güçleri, temellerimizi oluşturmakla kalmayıp gelecek nesillere de aktarılırlar. Davranış ve tutumlarımızı akıl ölçütleri dışında büyük ölçüde onlar belirler. Geleneğin korunması, en azından devrim ve yenilik kadar, kişinin özgür seçimine dayalı olduğundan, gelenek, tarihin ve özgürlüğün bir ögesi olmakla akılla bağlantılıdır.

Tüm bunlardan siyasî ve ahlâkî davranışın (pratik aklın) devletin ve birey psikolojisinin ortak zemini olmasının dışında, çıkaracağımız sonuç; devletinki de dâhil olmak üzere her türlü otoritenin bireyin tasdikine ve akli seçimine dayalı olduğudur. Hiçbir otorite, öteki üzerinde uygulanan baskı, tahakküm ve manipülasyonla ila nihai varlığını sürdüremez, hatta kendisine otoriteryanizmi var olma biçimi olarak seçen otoriteler, böyle yapmakla otoritelerinin ömrünü kısaltmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Çünkü gerçekten de insanlık onuru her dönemde işkenceyi yenecek güçte olmuştur; fiziksel baskı ve tahakkümle insanların “iyi hayat” sorununa yeni ve kalıcı bir biçim veremezsiniz. Verildiğini iddia edenler, hangi insan malzemesiyle nasıl bir dünya kurma peşinde oldukları konusunda derin düşüncelere dalmalıdırlar. Şüphesiz her insanın fiziksel zora bir dayanma noktası vardır, ama onun dayanamayarak pes etmesi, zihninin zalimin hizmetine girmesi anlamına gelmez.

Kimi zaman açık şiddet ortamlarında, saldırgandan korunmak için onunla özdeşleşmek gibi psikolojik bir savunma yolu seçilebilir, ama bu yetişkin insan psikolojisi için kısmi ve arızi bir durumdur, benlik (self; nefs) ilk fırsatta yeniden restore edilir. Açık şiddet ortamlarına erken çocukluktan itibaren maruz kalanlarda ise, otoriteryen kişilik yapılarının da içerisinde yer aldığı daha kalıcı benlik patolojileri gelişir; yeni zalimler, çoğu kere bu kıyıcı ortamlarda yetişenler arasından çıkarlar. Ama bu istisnai halleri de bir insanlık durumu olan otorite ile ilişkiye genelleyemeyiz.

Otorite, doğrudan doğruya düşünce, bilgi ve hayat deneyiminden kaynaklanan yetki ve itibar ile bağıntılıdır, zaten birçok dilde etimolojik olarak eserin yazarı ve yaratıcısı ile aynı anlama gelmesi bu nedenledir. Her “diyalog”ta açık veya gizli bir otorite vardır. Otorite, diyalogta kendini zorla dayatan değil, ortaya seren bir özellik sergiler. Nietzsche’nin keşfettiğini sandığı “güç istemi”, otoritenin sapkın bir biçimidir, çünkü henüz bir diyalog kurulamamış, otorite sağlanamamıştır ve taraflar bu amaçla potansiyellerini birbirleri üzerine boca ederler ve güç kullanmaktan çekinmezler. Ta ki, diyalog kurulana ve otorite sağlanana kadar… Habermas’ın “ideal iletişim ortamı” da, otoriteyi ortadan kaldıran değil, otoritenin nasıl sağlanması gerektiğiyle ilgili bir öneri olabilir.

Devlet, toplumun üstelik gücü tek meşru kullanma yetkisini de içerecek tarzda kendisinden üretebildiği genel otoritedir; toplumun kendine özgü genel bir diyaloğa sahip olduğunun ispatıdır, toplumun onayladığı pratik akıldır. İşte bu yüzden “hak ettiğiniz biçimde yönetilirsiniz” veya “bu, sizin devletinizdir”. “Siyaset ve ahlâk” da bu anlamda diyaloğun ve otoritenin kamusal alanda sağlanma biçimleri olarak görülmelidirler.

Özetleyecek olursak:

  1. Devlet ve birey psikolojisinin aralarındaki bağı sağlayan ortak zemin, siyaset ve ahlâktır. Devlet ve birey, her ikisi de faaliyetlerinde “pratik akıl”la, “öteki”ni ve “ilişki”yi gözetmeyi esas alırlar.
  2. Otorite, diyaloğun ortaya çıkardığı doğrudan bir sonuçtur; her diyalogta bir otorite vardır, ama zorla ve baskıyla değil, tasdike dayalı olarak kazanılır, irrasyonel ve keyfi biçimde kullanılamaz.
  3. Bir otorite olarak devletin siyasî faaliyetlerinin meşruluğu, topluluğun nesnel ahlâkında, topluluğun genel diyalog tarzında kökleşmiştir. Bu meşrulaştırma, devletin ideolojik bir manipülasyonu değildir, tam tersine devlet, kendisini topluluğun tasdikine göre ayarlamak durumundadır.

Anti-otorite nedir?

Şüphesiz otoriteye ve devlete böyle bir bakışın açık bıraktığı birçok nokta var. Bunların en önemlileri, “devletin baskı ve ideolojik aygıtları” ve devlete muhalif girişimlerdir. “Devlet, bu kadar ontolojik ve rasyonel bir zemine oturuyorsa, hatta en baskıcı yönetim biçimleri bile o topluluğun nesnel ahlâkı tarafından meşru görülüyorsa, neden varlığının idamesi için bir baskı ve ideoloji üretme yoluna gidiyor ve neden bu kadar açık olan zemine rağmen kimileri devlete muhalif girişimlerde bulunuyor?” Bu sorulara “dış mihraklara” dayanarak verilen cevaplar, insanları genellikle “sağcı”, “toplumun ve devletin yapısal özelliklerini olumsuzlamaya” dayanarak verilen cevaplar ise insanları genellikle “solcu” yapıyor. Biz ise “sağdan” ve “soldan” verilen cevapları dikkate almakla birlikte, onların yeterli olamadıklarını düşünüyoruz. Bu açık kalan noktaların, yukarıda sunduğumuz bakışın, insan varlığının ve ilişkisinin irrasyonel boyutlarını yeterince hesaba katmamasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Eğer bu açıklar, “ideoloji eleştirisi”, bireysel ve sosyal psikolojinin sağladığı imkânlar sayesinde giderilirse pek sorun kalmayacağı kanaatindeyiz.

İnsan varoluşu, aklı ve ahlak gibi müspet potansiyelleri barındırır ama başlangıçta ve aynı zamanda irrasyoneldir ve her türlü rasyonalitenin kökenleri, irrasyonalite içerisinde mayalanmıştır. İnsanın başlangıçta irrasyonel oluşu, rasyonalitenin belli bir nöropsikolojik ve toplumsal gelişimi gerektirmesi nedeniyledir. İnsanın rasyonel yanının yanı sıra aynı zamanda irrasyonel olması, adına içgüdü, dürtü ne dersek diyelim “arzulayan varlık” olması dolayısıyladır.

Yukarıda pratik akılla (siyaset ve ahlâk) bağlantılandırdığımız otorite, asıl olarak insanın irrasyonel yanlarından türer. İnsanın diğer canlılardan en önemli farkı, uzun bir bebeklik dönemi yaşamaya zorunlu olmasıdır. Uzun bir bebeklik dönemi, uzun bir bağımlılık dönemi demektir. Otoriteyi ilk kabullenişimizin kökleri, kaçınılmaz uzun bebeklik dönemi yaşantısında bulunmaktadır. Bize bizden iyi bakacak başkaları olmasa olamayacağımız gerçeği, psikolojimize, bir daha çıkmamacasına kazınır. Otoritenin iyi ki var olduğunu daha ilk diyaloğumuzda yaşarız. Bu anlamda otoriteyi, psikolojide hep kaynaşmayı bozan, “üçüncü” olarak bilinen “baba”yla değil de, anneyle başlatmak çok daha uygun gibi görünmektedir zaten, “süperego” çalışmalarının onun ortaya çıkışının ilk belirtilerini Freud’un sandığından çok daha önceki bebeklik dönemlerinde saptamaları da bunu desteklemektedir. Kendimizi güvenli kollarına bıraktığımız, üstelik istesek de, istemesek de bıraktığımız “yeterince iyi anne”, iç dünyamızdaki olumlu otoritenin ve olumlu devlet imgesinin de kaynağıdır. Anneyle yaşantımız boyunca ortaya çıkan kaçınılmaz hayal kırıklıkları da olumsuz otoritenin ve olumsuz devlet imgesinin kaynağı…

Bu ikilem, sonraki yaşantılarımız boyunca sürer gider, bizi sunulana hayran bırakan, ötekiyle kaynaşmamızı sağlayan ve ihtiyaçlarımızı karşılayan “iyi”yi; hayal kırıklığına uğratan, yalnız ve çaresiz bırakan ise “kötü”yü besler durur. Otoriteyle ilgili yaşantımızı, neye otorite diyeceğimizi ve ona nasıl tepki vereceğimizi belirleyen şey, işte bu “iyi” ve “kötü” imgelerin amalgamından oluşan genel otorite imgesidir. Genel otorite imgesindeki “kötü” ve “iyi” yanlar, içimizdeki “anti-otorite”nin harekete geçirici gücüdür; otoritenin ve devletin uygun bulmadığımız tutumlarıyla karşılaştığımızda bu yanlar uyarılır; tasdik, eleştiriye ve isyana dönüşür. Bir muhalif hareketin içerisindeki bireyler, ya genel otorite imgelerindeki “iyi” yanlarla uyuşmadığından ya da genel otorite imgelerindeki “kötü” yanları çağrıştırdığından otoriteye tavır alma yolunu seçmişlerdir.

Genel otorite imgesinin toplumdaki çocuk yetiştirme ve “annelik” pratikleriyle doğrudan bağlantısı nedeniyle devlete “ana” denmesi, bizce daha uygun görünüyor. Devlete “ana” denmesi, otoriteye karşı hemen tüm bireysel ve sosyal psikolojik çalışmalarda saptanan iki-değerli duygu ve tutumlarımızı oldukça açıklayıcı bir niteliğe sahiptir.

Arzunun içeriğine değil de dolaşımına baktığımızda, özellikle grup psikoterapisi deneyiminden elde edilen ampirik bilgilere dayanarak, otorite ve anti-otorite hakkında şunları söyleyebiliriz. İnsan arzusu, ortak bir kültüre duyulan ihtiyaç ve grup içinde kaybolup gidileceğinden korkulan bireysel özerklik ihtiyacı yani özgürlük ve dayanışma arasında salınmaktadır. Otorite konusunda iki-değerli bir tutuma sahip oluşumuzun bir diğer nedeni işte bu salınımdır. Bazen ortak kültürü bazen bireysel özerkliği koruması için otoriteden yardım dileriz; aynı şekilde bazen ortak kültürü bazen bireysel özerkliği korumak adına otorite karşıtı bir tutum alırız.

Sonuç olarak devletin toplum ahlâkında ve insan ilişkisinin diyalojik doğasında derin kökleri var ama bireysel ve sosyal psikolojide onun otoritesine yönelik aynı derinlikte kökler bulunduğu da gerçek. İnsan psikolojisinin bu ikili tabiatı, devletin savunma tepkisine ve ideolojik bir “beka” mücadelesine yol açıyor. Güç kullanması meşru tek otorite olarak devletin savunma tepkisi ve baka mücadelesi, bir dereceye kadar elbette anlaşılabilir. Ama savunma tepkilerinin ve ideolojik “beka” mücadelesi, devletin asıl faaliyet alanı haline gelmişse, o “bir dereceye kadar” diye ifade ettiğimiz istiap haddi dolmuş, otorite, otoriteryanizme dönüşmüş demektir.  Devletin varlık nedeni hiç de o olmamasına rağmen, bir süre sonra özellikle “anti-otorite” mücadelesini sürdürenler tarafından devlet, yalnızca “savaşın karşı tarafı” olarak algılanacaktır. Ancak toplum hala bir devlet tarafından yönetilmeyi hak ediyorsa, bunun ahlaki ve siyasi zeminine sahipse, savaşın neticesi ne olursa olsun, eninde sonunda otoriteryanizm bitecek meşru otoritenin sahibi olarak devlet tekrar ufukta belirecektir.