İbn Haldun Neden Hâlâ Önemli?
TAKDİM/Cengiz Sözübek
Delaware Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü profesörü Muktedar Han aynı zamanda Washington’daki İbn Haldun Merkezi’nde çalışmalar yapmaktadır. Muktedar Han, “İbni Haldun Neden Hâlâ Önemli” başlıklı yazısında; Haldun’un şehir, medeniyet ve asabiyet kavramlarını bugünün küreselleşme, kentleşme, göç, megaşehir, yapay zekâ gibi kavramlarıyla yeniden okuyor.
Artık çözülmeye başlayan konvansiyonel ulus devlet yapılarının ve yazarın da işaret ettiği Vestfalya Düzeni’nin aşılması için “şehir merkezli dünya”nın yapı taşlarını, harcını-asabiyesini, mimarisini, mühendisliğini ve elbette “ruhu”nu tüm detaylarıyla analiz etmemiz gerekiyor.
Şehir devletin artan önemini anlatırken, İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinde yaşanan büyük mücadeleyi de örnek gösteren Muktedar Han’ın “devasa akıllı şehirlerin belediye başkanlarının, ulusal güvenlik danışmanlarından daha fazla güce ve erişime sahip olacak güvenlik danışmanları atamaları çok uzun sürmeyecek” cümlesi bir komplo teorisi değil, adeta “yaklaşıyor yaklaşmakta olan”ın işaret fişeği.
Bir kaç bin yıllık “derin şehir aklı”nın çok da yabancısı olmadığı bir “küreselleşme”yi yaşıyoruz aslında. Belki iki yüzyıl önce kaybetmeye başladığımız “ruh”u “asrın idrakine” söyletebilsek, “yeni şehirleşme”ye yarım yüz yıl önce geçeceğiz.
Yazıyı ilginize sunuyoruz:
……………………………………..
İbn Haldun Merkezi, İbn Haldun’un fikirleri ve mirası hâlâ önemliymiş gibi kamu politikalarını incelemeyi amaçlamaktadır. Büyük Müslüman alim, filozof, hukukçu, sosyolog ve tarihçinin ufuk açıcı eserlerini karakterize eden bazı unsurların kamu politikasına rehberlik etmek için hâlâ geçerli olduğuna ve çağdaş kamu politikasının etkinliğini ve normatif değerini değerlendirmek için bir çıkış noktası olarak hizmet edebileceğine inanıyoruz. İbn Haldun’un çalışmalarını karakterize eden unsurlar, benzersiz olmamakla birlikte, geleneksel İslam düşüncesinden önemli bir ayrılıştır ve Müslüman düşüncesine yeni bir sosyolojik ve ampirik boyut getirmiştir.
İnsani gelişimin bir ölçüsü olarak medeniyete, ampirik gerçekliğe, rasyonel düşünceye ve tarihsel perspektife gösterdiği ilginin, iyi bir sosyal bilim ve kamu politikası için gerekli olan kilit unsurlar olduğunu düşünüyoruz. Son yıllarda, ilk kez İbn Haldun tarafından “Mukaddime”sinde bu kadar düşünceli ve titiz bir şekilde ileri sürülen bu fikrin dayanıklılığının altını çizen medeniyet devletleri söyleminin ortaya çıktığını gördük. İbn Haldun, medeniyetlerin ortaya çıkışı ve çöküşü üzerine yaptığı çalışmada tarihsel perspektifi, ampirik gerçekliği ve normatif analizi bütünleştirmiştir.
Günümüzdeki hızlı kentleşme ve yeni dijital teknolojilerin büyümesi, yeni egemenlik ve kolektivite biçimleri üreten akıllı şehirler yaratıyor. İbn Haldun’un asabiyet fikri – dayanışmayı ve nihayetinde devletlerin, şehirlerin ve medeniyetin oluşumunu sağlayan kolektif kimlik ve amaç duygusu – bağlanabilirliği yeni kolektivite kaynağı ve kalkınma ve büyüme için dayanışmanın itici gücü olarak yeniden hayal etmemize olanak tanıyor.
Dördüncü Sanayi Devrimi
Yapay zekadaki büyüme atağı ve yapay zeka tabanlı uygulamaların yaygın farkındalığı ve kullanımı sayesinde hem hızlı hem de güçlü olan dördüncü sanayi devrimi çağında yaşıyoruz. Değişimin hızı emsalsiz ve ihtimaller sınırsız. Artık milyarlarca insanın, cihazlarının ve depolanan bilginin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu ve üretkenliği katlanarak artıran bilgi işlem gücüyle güçlendirildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Dijital devrim dramatik ve dönüştürücü olsa da, iyi yönetişim taleplerini tamamen altüst eden kademeli, küresel, on yıllar süren bir başka değişim daha yaşanıyor: kentleşme. Her yerde şehirler hızla büyüyerek mega şehirler yaratıyor; birçoğunun nüfusu bazı ülkelerden daha büyük. Küreselleşme, ulaşım, liberalleşme ve dijital devrimin sağladığı bağlanabilirlik sayesinde bu mega şehirler aynı zamanda küresel şehirler haline gelmiştir. Bu şehirler teknoloji, yatırım, diplomasi, inovasyon ve güç merkezleri haline gelmektedir. Kentleşme dijitalleşmeyle buluşunca da akıllı şehirler ortaya çıktı.
Bu devasa akıllı şehirlerin belediye başkanlarının, ulusal güvenlik danışmanlarından daha fazla güce ve erişime sahip olacak güvenlik danışmanları atamaları çok uzun sürmeyecek. Daha şimdiden şehirlerin federal hükümetlerinden bağımsızlaştığına ve devletler ile Birleşmiş Milletler’i hayal kırıklığına uğratacak şekilde uluslararası ortaklıklar kurduklarına tanık oluyoruz. Dünya Ekonomik Forumu kısa bir süre önce şehirlerin dış politika ve diplomasi yapma biçimimizi nasıl dönüştürdüğünü kabul etti.
Egemenlik ve gücün devletlerden şehirlere kayması, federal hükümet ile sığınak şehirler arasında sınırlar ve göçmenlik politikaları üzerine yaşanan siyasi ve hukuki mücadelelerde çarpıcı bir şekilde vurgulanmıştır. Şehirlerin artan gücünün bir başka çarpıcı örneği de New York polis teşkilatının sahip olduğu ve birçok orta ölçekli Avrupa ülkesinin gıpta edeceği kapsamlı terörle mücadele, istihbarat toplama ve gözetleme kabiliyetidir. Bu örnekler Amerika Birleşik Devletleri’nden olsa da, şehirlerin artan gücü küreseldir ve her yerde mevcuttur.
Birleşmiş Milletler bu değişimin farkında. Uluslararası kuruluş, kentlerin devletleri atlayarak ve hatta bazen merkezi hükümetlerin isteklerine rağmen binlerce ulus ötesi girişim başlatması ve yüzlerce kent ağı oluşturması nedeniyle kent diplomasisinin gücünden yararlanmayı düşünüyor. BM, yönetişimin kentlere kaydığını kabul etmek ve bununla birlikte çalışmak üzere BM Kentsel adında alternatif bir organ oluşturmayı düşünüyor.
Şehirlerin Gücünü Ne Sağlıyor?
Hızla kentsel bir gezegen haline geliyoruz. 1800 yılında dünya nüfusunun sadece yüzde 3’ü şehirlerde yaşıyordu. 2008 yılında dünya nüfusunun yüzde 50’si şehirlerde yaşıyordu ve 2050 yılında bu oran yaklaşık yüzde 70 olacak. Güncel rakamlar Pakistan nüfusunun yüzde 10’unun Karaçi’de yaşadığını ve GSYİH’nın yüzde 20’sine katkıda bulunduğunu göstermektedir. Benzer şekilde Fas nüfusunun yaklaşık yüzde 11’i Kazablanka’da yaşamakta ve ülke GSYİH’sinin yüzde 32’sine katkıda bulunmaktadır. İran nüfusunun yüzde 10’unun yaşadığıTahran’ın GSYH’deki payı yüzde 30’dur. Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinin yaşadığı İstanbul, Türkiye’nin GSYH’sine yüzde 31 oranında katkıda bulunuyor. Sadece 35 ülke 350 milyar dolarla İstanbul’dan daha büyük bir GSYH’ye sahip; bu şehir İsrail ve Malezya gibi ülkelerle aynı seviyede. İstanbul’un siyasi kontrolü için yapılan seçimlerin her zaman bu kadar çekişmeli geçmesine şaşmamalı.
Büyük şehirlerin kontrolü ve yönetimi kritik önem taşır çünkü ekonomiyi, kültürü ve dolayısıyla ulusların siyasetini devletlerin kendilerinden daha fazla şekillendirirler. Bu durum Müslüman dünyasının da ötesinde küreseldir. Örneğin New York’un yıllık GSYH ‘si 1.75 trilyon doları aşarak Avustralya, İspanya, Suudi Arabistan ve diğer 170 ülkenin GSYH’s ini geride bırakmaktadır. Sadece 12 ülkenin ekonomisi Büyük Elma’dan (New York şehri için kullanılan bir ibare – çn) daha büyüktür.
Kentsel ekonomilerin genişlemesi, iş potansiyeli ve işçi ihtiyacı kentlerde nüfusun katlanarak artmasına yol açıyor. Ancak bu ekonomik büyüme iki kritik ekonomik eğilimden kaynaklanmaktadır: teknoloji sektöründe inovasyon ve hızlı gelişim ile hizmet sektörünün – özellikle de finans sektörünün – genişlemesi. Hızlı kentleşme, demografi ve üretim araçlarındaki dramatik değişimlerle birlikte yönetişim de teknolojiye, büyük veriye ve “nesnelerin internetine” giderek daha bağımlı hale gelmekte ve böylece kamu mallarının nasıl tanımlanacağı ve sunulacağı konusunda yeniliklere devam etmektedir. Kentleşme ve akıllı şehir yönetimine olan talep yeni bir yaşam biçimi yaratmaktadır ve bu da küresel siyaset, küresel ekonomi, ticaret ve göç, uluslararası güvenlik, savaş ve barış hakkında düşünmenin ve bunlarla başa çıkmanın yeni yollarını gerektirecektir.
Bağlantılılık ve Sosyal Adalet: Yeni Asabiyet
Uluslararası siyasetin eski Vestfalya ulus devleti temelli modellerini aşmak için, ortaya çıkan şehir merkezli dünyayı İbn Haldun’un merceğinden incelemeliyiz. İbn Haldun siyasete ve siyasi gelişime şehirler düzeyinde bakmıştır. İbn Haldun’a göre şehirleşme medeniyetin başlangıcıydı; şehirler sanatın, bilimin ve kültürün meyve verdiği yerlerdi. Ancak daha da önemlisi, böylesine güçlü şehirlerin ancak asabiyetin ya da kolektif bir kimliğe – genellikle etnik, kabilevi veya dini – dayalı dayanışmanın ortaya çıkmasından sonra ortaya çıkacağını savunmuştur.
Ancak küreselleşmenin yeniden dengelendiği bu çağda, bu egemen şehirler çeşitlilik ve çok kültürlülük içermelidir. Geleneksel asabiyet temelli politikalar onların baş düşmanıdır.
Peki bu şehirler dünyanın dört bir yanından yetenekleri çekerken ortak bir kimliği nasıl koruyabilir? Şehirlerin büyümesinin arkasındaki itici güç olan teknolojik yeniliğe dayalı yeni bir asabiyeye ihtiyaçları olacak. Bağlanabilirlik yeni erdem ve dayanışmanın yeni temelidir. Bu şehirler şimdiden teknoloji, yani sosyal medya üzerinden yürütülen sosyal adalet kampanyaları aracılığıyla ortak bir amaç yaratıyor. (Örneğin, Filistin yanlısı “uncommitted” kampanyası öncelikle WhatsApp üzerinden organize ediliyor). Ağ teknolojisi, şehirleri ortak değerler etrafında birleştirerek asabiyenin en yeni versiyonunu yaratıyor. 2030 yılına kadar 500 milyar cihaz nesnelerin internetini kullanarak birbirleriyle iletişim halinde olacak. Bu şehirlerin vatandaşları ve akıllı nesneleri birbirlerine bağlanacak ve daha fazla şehir egemen şehir ağları oluşturacak. Akıllı şehirlerin yeni dünyası, bağlanabilirlik yoluyla kolektiviteye dayanacaktır.
Ancak bu yeni kolektivite bile, kültürleri – hatta farklı dini gelenekleri ve siyasi ideolojileri – aşan bir anlam ve amaç sağlamak ve bu kentsel toplulukları oluşturmak için bir tutkal görevi görmek üzere bir tür ortak değerlere ihtiyaç duyacaktır.
Bu normlar Londra, New York ve Dubai gibi çok kültürlü şehirlerde yaşama pratiği sayesinde ortaya çıkmıştır. Bunlar, kimlik temelli farklılıkların üstesinden gelen bağlanabilirliği kolaylaştırmaya dayalı normlardır. Özgürlüğe, bireyin özerkliğine, sosyal adalete, hem coğrafi hem de sosyal hareketliliğe ve çok kültürlülüğe öncelik veren evrensel değerlerin bir biçimidir. Ancak özünde, bağlanabilirliği kolaylaştırmak ve ticaret ve inovasyonun engellenmemesini sağlamak için gerekli olan minimalist bir sosyal adalet fikri vardır.
Mesele şu ki, yeni şehrin gelişmesi için gerekli olan ortak değerler, adil bir ortam sağlama ve böylece bağlantı yoluyla ticareti en üst düzeye çıkarma dürtüleri tarafından yönlendirilen şehirdeki yaşamdan organik olarak ortaya çıkacaktır. Şehirler, hayatta kalmaları ve büyümeleri için gerekli değerleri doğurur ve İbn Haldun’a göre medeniyetler bu şekilde ortaya çıkar. Asabiyet, bağlayan dayanışma, içeriden ortaya çıkar. Burada, ortaya çıkan kolektivite ile iyi yönetişim arasındaki bağlantı gerekli hale gelmektedir. Bu şehirlerin yönetimi, bu kolektifin normları tarafından bilgilendirilmelidir ve bu normlar küresel ve çeşitli kökenlere sahip olsalar bile yereldir. Dolayısıyla, İbn Haldun gibi geçmiş filozofların özellikleri zamanımıza ve mekanlarımıza taşınamaz olsa da, bazı fikirleri – ve düşünme biçimleri – hâlâ önemlidir.