Hunhar Yeni Dünya

(Not: Bu yazının hazırlanmasında “İnternet ve Psikolojimiz” (Kapı Yayınları) kitabımızdan yararlanılmıştır.)

Banka, ihtiyaç sahipleri arasında basit bir aracı olarak ortaya çıktığı ilk zamanlarda, mali oligarşiye dayalı yenidünya sisteminin habercisi olduğunu kimse anlamamıştı. Kökenleri, matbaa, telefon ve fotoğraf makinesinin icadına kadar giden bilgisayarın keşfiyle müthiş bir ivme kazanan gelişmelerin, teknomedyatik dünyayı kuruyor olduğunu sezmek de pek kolay değildi. Bir süreden beri, artık eski kavram ve anlayışlarla anlayamayacağımız yepyeni bir dünyanın inşasına tanık oluyoruz. Bu dünya üzerine kafa yormadan, dijital teknolojilerle basit keşif ve kuruluş amaçlarını aşarak hayatlarımızı şekillendirecek bir güce ulaşan internetin psikolojimize etkileri üzerine fikir yürütemeyiz. İnternet, son elli yıl içinde dünyamızda olan devasa değişimin temel unsurlarından sadece bir tanesi…

(İnternet fikri ilk olarak, soğuk savaşın hız kesmeye başladığı 1960’lı yıllarda ABD Savunma Bakanlığı ve bazı ABD üniversitelerinin geliştirdiği projelerde dillendirmeye başlandı. İki nokta arasındaki haberleşme ve mesaj gönderme amaçlanıyordu. Soğuk savaşın sona erdiği yıl olarak kabul edilen 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, internet fikri sivil alana taşındı. 1991 yılında internet sayfalarına dünyanın her yerinden ulaşılmasını sağlayan World Wide Web (www) terimi tanımlanarak bugünkü gelişmeler için ilk dev adım atılmış oldu. İnternet, Türkiye’ye Nisan 1993’te ODTÜ bünyesinde ve dar bir kapsamda geldi. Geçen kısacık sürede e-devleti, akıllı evleri, akıllı kentleri ve aklımızın almayacağı ağları ve sistemleri konuşmaya, hayatımızda bunları yaşamaya başladık.)

Mühendislik bilimleri, enformasyon teknolojileri ve biyoteknoloji, o kadar hızlı bir biçimde gelişiyordu ki, psikolojik ve beşerî bilimlerde üretilen bilgi, çok kısa sürede geçersiz hale geliyor ve hatta komik duruma düşüyordu… Örneğin psikolojik bilimlerdeki gelişim ve insan ilişkileri teorileri, bırakın bilgisayarı, radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarını bile göz önünde bulundurmadığı için bir süre sonra, adeta zamanın dışında kaldı. Beşerî bilimler ise “post-modern ve post-yapısalcı düşünce” adı altında geçerli ve güvenir bilgi arayışı görevinden firar edeli zaten epeyce zaman oluyor.

Nereye böyle?

Mühendislik bilimlerinde, enformasyon teknolojilerinde ve biyoteknolojide ortaya çıkan gelişmeler, bazılarını insanın tür özelliklerinin aşıldığı, eski “insan”ın ve ona bağlı oluşan insanlık söyleminin sonuna gelindiğini söyletecek düzeye geldi. Modern zamanlar boyunca hayalini kurduğumuz hiçbir ütopya gerçekleşmedi. Beklendiği gibi “cesur” olmayan, artık “insan”dan değil “insan-ötesi”nden (transhumanism), “insan-sonrası”ndan (posthumanism) bahsedilen “hunhar” bir yenidünya ortaya çıktı. Hunhar, kan dökücü demek; bunu bilerek kullanıyorum bu sözü. Sorun, sadece enformasyon teknolojilerindeki gelişmeler ve internet olmuş olsaydı, bu kadar kesin yargılı bir kavram kullanmayabilirdim ama olup bitene toplu olarak baktığımda kaygı duymaktan kendimi alıkoyamıyorum.

“İnsan hakları” ve “demokrasi” gibi kavramların, bu “hunhar yenidünya”da ne kadar kullanışsız olduklarını, egemenlerin çıkarlarını korumak için her yolu deneyeceklerini, birbirleriyle savaşmak yerine vekâlet savaşları yürüteceklerini çoktan anlamış bulunuyoruz. Bu gidişle dünya üzerindeki adaletsizliklerin, zengin Kuzey-yoksul Güney arasındaki uçurum düzeyindeki eşitsizliklerin daha da artacağından neredeyse eminiz. Anlamamız gereken olgulardan birisi de teknomedyatik dünyanın “insan” ve “toplum” tanımlarının da tamamen farklı olacağı; iletişimimiz, ilişkilerimiz, anlayışlarımız ve algılarımız dâhil olmak üzere her şeyin değişeceği… Biz ancak kendimizi ve toplumumuzu koruma noktasında müdahil olabiliriz bu hunhar yenidünyaya. Ancak olanı biteni anladıktan sonra itirazlarımızı, umudumuzu yeşertecek alternatiflerimizi ortaya koyabiliriz.  Umut, şimdilik tohum halinde ama onu büyütmek, bu hunharlığın karşısına dikmekle de mükellefiz.

“Eski” tartışmaları bir kenara bırakıp bir an önce “posthumanism”, “transhumanism” tartışmalarında yerimizi almak durumundayız. Zira inançlara kökten karşı yeni saldırgan seküler kimliğin temeli olan militan maddecilik artık yakıtını büyük ölçüde buralardan sağlıyor ve hızla yaygınlaşarak teknomedyatik dünyanın hâkim ideolojisi haline geliyor. Teknomedyatik dünyaya barış, huzur ve vicdanın kaynağı olan maneviyat, gelenek ve insanlık mirası adına yapıcı bir müdahale gerekiyor. Yeniliklerden, teknolojiden kaçarak kurtulmak mümkün değil, hele hele “bağımlılık” diyerek hastalık etiketi yapıştırıp üstümüzden atmaya çalışmak gülünç ve çocuksu bir çaba. Olanı biteni kavramak için çaba göstermeli, değerlerimize sahip çıkmak adına yapabileceklerimize, alternatif olarak sunabileceklerimize, şerleri hayra tebdil etmek için üzerimize düşün vazifelere odaklanmalıyız.

Toptancı yaklaşımlar zararlı

Enformasyon teknolojilerinin tıptan mimariye şehircilikten arşivciliğe, üretim süreçlerinden satış ve pazarlamaya, silah sanayiinden otomotive, kütüphanecilikten istihbarata kadar nasıl devasa değişikliklere yol açtığını biliyoruz. Onları bir kenara bırakıp sadece gündelik hayatımızda olanlara baksak bile, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacağımız bir panorama var ortada. Her geçen gün biraz daha dijital ortam olmadan elimizin kolumuzun bağlanacağı, akıllı telefonumuzun en önemli parçamız haline geldiği bir ağ oluşuyor. Birçok işi internet sayesinde kolayca hallediyor, hızın büyüsüne kapılıp “vay be!” nidalarıyla hayranlığımızı ortaya koyuyoruz. İnternet; alışveriş, bankacılık, hastane randevusu ve yolculuk işlemleri gibi konularda giderek ilk seçenek haline geliyor. Medya; gazete, dergi ve kitap okuma, televizyon izleme, sohbet etme, oyun oynama, eğlenme hatta ödev yapma, ders dinleme, sınav sonucu öğrenme, haberleşme alanlarında çoktan olmazsa olmaz durumunda.

Hayatın böylesine dijitalleşmesi, sanallığın her gün biraz daha fazla gerçeğin yerine ikame olması dilimizi de “dil” olmaktan çıkarıyor. Ciltler dolusu kitaplardansa sosyal medya cıvıldaşmaları bize daha çekici geliyor. “Bir yere gitmek”, “gezinmek”, “yolculuk”, “sörf yapmak”; “siteler”, “sayfalar”, “adres”, “yerleşimler”, “dünyalar”, “odalar”, “alanlar” dediğimizde artık yirmi yıl öncesinden bambaşka şeyler kast etmiş oluyoruz. Blog, emoji vs. gibi ilk defa şimdi kullanmaya başladığımız kelimelerden; “canlı yayın” sözünün yerine “gerçek zamanlı” denmesinin nedeninden hiç bahsetmeyelim isterseniz…

Kötü mü tüm bunlar? Kesinlikle, toptancı bir yaklaşımla “evet” ya da “hayır” diyemem, dememeliyiz. Bütün bu değişimlerin hayatımıza getirdiği kolaylıkları, faydaları reddetmek nankörlük olur. Ama teknolojiye nankör olmayalım diye yaşananlara eleştirel bir tutum takınmamak da kendimize, inançlarımıza, değerlerimize, insanlığımıza ihanet… Kaldı ki, görünüşte faydalı olduğu tartışmasız birçok olgunun pekâlâ şimdi fark edemediğimiz zararları, yan etkileri, komplikasyonları da olabilir. Mesela internet iletişiminde yaşanan sorunlar, şimdiden bizi canımızdan bezdirmiş durumda. Siber suçlarla ilgili bir güvenlik birimi açıldı ama yetmiyor, siber alana yeni bir etik, yeni bir hukuk gerekiyor. İnternet ilişkileri, önceki insan ilişkisi biçimlerinden çok değişik… Bu yenidünyanın acemileriyiz, neyin nasıl olacağını bilemiyoruz, karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışıyoruz.

Uzmanlar, çocukların internet bağımlığından nasıl kurutulacağı, nasıl yasaklar konacağı gibi işlerle uğraşadursun, çocuklarımızla giderek daha fazla farklı dünyaların insanları oluyoruz. Çünkü çocuklarımız bizim gibi bu yenidünyanın acemisi falan değiller bizatihi o dünyanın içine doğuyorlar. İnsan, önceden anasının kucağına, bir dilin, bir geleneğin içine doğardı, şimdiki çocuklar fazladan olarak dijital teknolojinin de içine doğuyorlar. Dijitallik, onların adeta ana dili gibi bizim içinse öğrenmeye, kekeleyerek konuşmaya çalıştığımız bir yabancı dil. O yüzden ilgili literatür, çocuklarımıza “dijital yerli”, bize ise “dijital göçmen” diyor.

Oradasınız değil mi? Belagate, hamasete başvurmak yerine böyle konuşup duruyorum, kusuruma bakmıyorsunuzdur umarım. Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu.

Teknoloji düşmanı ve teknofobik değilim, tam tersine yenilik korkusunun sağlıksız ve beyhude olduğunu düşünüyorum. Ama teknolojinin insanın ve değerlerin denetimini hiçe sayarak yüceltilmesine de karşıyım… Bu düşüncelerim inancımdan köken alıyor: “And olsun ki Biz, insanları mükerrem/haysiyetli kıldık. Onları, karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel rızıklar verdik; onları, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” (İsra, 17/70). Mükerrem olmak demek, Allah’ın halifesi olarak yeryüzünü yönetmek (Bakara, 2/30); arzda, arzı imar etmek için var olmak (Hud, 11/61) demektir. Allah’ın eliyle (Sad, 38/75) yarattığı varlık demektir.  Göklerin ve yerin çekemediği ağır yükü sırtlanmak; ilahî emaneti yüklenmek demektir (Ahzab, 33/72). Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ilahî bir rahmet olarak insana verilmesi, her şeyin onun emrine müsahhar kılınması demektir (Casiye, 45/13).  Ahsen-i takvim sırrına ermek demektir (Tin, 95/4). Allah’ın topraktan yaratıp kendi ruhundan nefh ederek (Hicr, 15/29; Secde, 32/9) onurlandırdığı varlık olmak demektir.

Bu ilahi esinlerden düşünceleri beslenen Müslümanların, “insan-sonrası” (post-human) denilen, günümüz akademisinde egemen olan teknolojiye tamamen boyun eğmiş fikriyata karşı çıkmaları gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki Gazze vahşeti sırasında soykırımcılardan yana tavır alan Jürgen Habermas, “İnsan Doğasının Geleceği” adlı yapıtında günümüzün biyo-teknolojik ve genetik gelişmelerinin insan doğasının geleceği üzerinde nasıl bir etki yaratacağını konu ediniyor. Bence Habermas’ın bu kitapta ele aldığı konuları Müslüman düşünürler ele almalı ve soruları cevaplamaya çalışmalılar.