Homo Stultus: Kendimizi Yeniden Adlandırma Gereği
Homo sapiens adı — Latince’de “bilge adam” anlamına gelir — her zaman bir tür kendini kutlama havası taşımıştır. Modern taksonominin babası Carl Linnaeus, bu terimi 1758 yılında ortaya attığında, kendi türünün zeka ve akıl sayesinde diğerlerinden ayrıldığına emindi. Ancak ya bilgelik, öngörüyle ve ahlaki kısıtlamayla hareket etme kapasitesi olarak doğru şekilde tanımlandığında, insanlığın ayırt edici özelliği değil, en büyük yanılgısı olduğunu kanıtlamışsa? Kitlesel yok oluş, iklim çöküşü ve ekolojik çözülme çağında — her biri bizzat kendi eylemlerimizle tetiklenmişken — belki de gerçeği açığa çıkarmanın zamanı gelmiştir.
Geçici bir konfor uğruna kendi evini yakan, kâr için suyunu zehirleyen ve kolaylık adına paylaştığı gezegenin diğer sakinlerini yok eden bir tür, artık Homo sapiens olarak anılmamalıdır. Daha uygun bir isim Homo stultus’tur — “aptal adam”.
Aptallığımız yalnızca hatalarda değil, kalıplardadır. Her büyük teknolojik zaferin ardından bir ekolojik trajedi gelmiştir. Modernliğin şafağı olarak müjdelenen Sanayi Devrimi, bugün atmosferimizi boğan karbon çağını başlatmıştır. Açlığı sona erdirdiği için kutlanan Yeşil Devrim, gezegenin toprak ve sularını sentetik zehirlerle doyurmuştur. Bağlantı ve aydınlanma vaat eden Dijital Devrim ise gözetim kapitalizmini ve devasa miktarda elektronik atığı doğurmuştur. Mucizeler yaratıyoruz, ancak ölçülülüğü beceremiyoruz.
Bozmaya devam ettiğimiz doğal sistemlerin aksine, medeniyetimiz döngüsel değil, doğrusaldır: çıkarır, sömürür, tüketir ve atar. Dünya’ya, kendi sınırları olan yaşayan bir organizma değil de, sonsuz bir envanter deposuymuş gibi davranıyoruz. Filozof Hans Jonas, The Imperative of Responsibility (Sorumluluk Buyruğu, 1979) adlı eserinde, teknolojik gücün etik olgunluğu geride bıraktığı uyarısında bulunmuştu. O, insan eylemlerinin gezegenin geleceği üzerindeki uzun vadeli sonuçlarını dikkate alan ahlaki bir çerçeve savunuyordu. Ancak aradan geçen kırk yılın ardından bu uyarıya kulak asılmadı. Yarın, hâlâ başkasının sorunuymuş gibi davranıyoruz.
Bilgelik, hatalardan ders almayı gerektirir. Ancak Homo stultus, bu hataları daha büyük ölçekte tekrarlıyor. İklim değişikliği konusunda on yıllardır süren bilimsel uzlaşıya rağmen, sera gazı emisyonları 2023’te rekor seviyelere ulaştı. Biyoçeşitliliği korumak için yapılan küresel anlaşmalara rağmen, ormansızlaşma ve tür kaybı hızlanıyor. Elektrikli araçları överken otoyolları genişletiyoruz. Ağaçlandırma projelerine alkış tutarken, palmiye yağı ve soya üretimi uğruna kadim ormanları yok ediyoruz. Plastik şişeleri geri dönüştürüyoruz, ancak yalnızca çok küçük bir kısmının yeniden doğacağını bile bile.
Cehaletimiz kasıtlıdır. Bilmediğimizden değil, bilmemeyi tercih ettiğimizdendir. Filozof Günther Anders’in sözleriyle, insanlık “kıyamet körlüğü”nden muzdariptir — yıkıcı gücümüzün boyutunu kavramayı reddetmektedir. Kanatları alev almış İkarus gibiyiz: denize doğru düşerken yüksekliğimize hayran kalıyoruz.
Aptallığımızın kökü, insan istisnacılığı mitinde yatar — doğal dünyadan ayrı ve onun üzerinde olduğumuza dair inançta. Bu mit, bir zamanlar kendini tanrının suretinde yaratılmış sayan bir türün teolojik tortusudur. Bu inanç, “hakimiyet” kavramını doğurmuştur: Yeryüzü ve tüm canlılar bizim kullanımımız içindir. İncil’in “Yeryüzünü boyun eğdirin” buyruğu, sömürücü kapitalizmin ve sömürgeci fetihlerin felsefi temeli haline gelmiştir.
Ancak biyoloji başka bir hikâye anlatır. Biz yaratılışın efendileri değiliz; evrimin ürünüyüz — şempanzelerin akrabaları, mercanların kuzenleri, şu anda çözülmekte olan yaşam ağının katılımcılarıyız. Primatolog Christine Webb’in The Arrogant Ape (Kibirli Maymun) adlı 2025 tarihli kitabında savunduğu gibi, insan ve hayvan zekâsı arasındaki varsayılan uçurum “sistemli olarak bizim lehimize kurgulanmıştır.” Yüzyıllar boyunca araştırmacılar, ayrıcalıklı, iyi beslenmiş insan denekleriyle, sosyal ve çevresel zenginlikten yoksun bırakılmış tutsak hayvanları karşılaştırmış ve bu sonuçları kendi üstünlüğümüzü kanıtlamak için kullanmıştır. İnanmak istediğimiz şeyi doğrulayan deneyler tasarlarız: benzersiz, yüce ve eşsiz olduğumuzu. Bu, bilgelik kanıtı değil; kibir kanıtıdır.
Bu kibir bile öğrenilmiş bir şeydir. Webb, çocukların hayvanlarda doğal olarak irade ve duygu varsaydıklarını, ta ki bu düşünceden “eğitimle uzaklaştırılana” kadar, belirtir. Başka bir deyişle, antropomerkezcilik bir tür eğitimdir — empatinin yerine hiyerarşiyi koyan kültürel bir koşullandırmadır. Hayata bir akrabalık hissiyle başlarız ve sonunda hâkimiyeti savunur hale geliriz. Homo stultus’un canlı dünyadan uzaklaşması içgüdü değil, modernliğin kibrinin bir belirtisi olan bir beyin yıkamadır.
Eğer Homo stultus’un kibrinin bir çağı varsa, bu modern endüstriyel çağdır — evrimsel zamanın bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen anında, Dünya’yı son buzul çağından bu yana herhangi bir doğal güçten daha köklü biçimde dönüştüren dönem. Hayvanları makine olarak görmeyi bize öğreten evrim değil, felsefeydi: Aristoteles’in “doğanın merdiveni”, Descartes’ın otomatları, Aydınlanma’nın soğuk akılcılığı. Val Plumwood’un Feminizm ve Doğanın Hakimiyeti (Feminism and the Mastery of Nature) adlı eserinde savunduğu gibi, insanlığın “efendi modeli”, “ötekini radikal biçimde ayrı ve aşağı görmek… onun iradesini reddetmek ya da en aza indirmek” üzerine kuruludur; bu reddediş, canlı dünyayla olan etik ve varoluşsal bağımızı koparır. Başka bir deyişle, doğayı yok etmek, kendimizi zayıflatmaktır. Homo stultus, hayatta kalışımızın biyosferin hayatta kalışından ayrı düşünülemeyeceğini hâlâ kavrayamamıştır.
Antroposen — kendi kendimize adını verdiğimiz çağ — hem bir anıt hem de bir mezar taşıdır. Egemenliğimizi anar ve yok oluşumuzu haber verir. 2022 yılında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, birçok “geri döndürülemez eşik noktasına” yaklaştığımızı uyardı: buz tabakalarının çöküşü, mercan resiflerinin ölümü, ormanların istikrarsızlaşması. Eşiğini aştığımız her sistem, diğerlerinin çöküşünü hızlandırır. Gezegenin dokusu yırtılmaktadır.
Yine de inkâr sürüyor. Politikacılar hâlâ harekete geçip geçmemeyi tartışıyor; şirketler gecikmeden kâr elde etmeye devam ediyor. Sonsuz büyüme arayışı — sınırlı bir gezegenle bağdaşmayan ekonomik bir hayal — kutsal bir dogma olmaya devam ediyor. Çevre filozofu Timothy Morton, bunu modernitenin “hiper-nesnesi” olarak adlandırıyor: o kadar geniş ve girift bir olgu ki, onu tam olarak kavrayamıyor ya da ondan kaçamıyoruz. Bizim açmazımız şu: Bilgeliğimiz için fazla güçlü, gücümüz için fazla aptal hale geldik.
Kendimizi Homo stultus olarak yeniden adlandırmak yalnızca bir alaycılık değildir. Bu, ahlaki gerçekçiliğin bir eylemidir. İsimler kimliği şekillendirir, kimlik ise davranışları. “Bilge adam” olmak, bilgelik özelliğinin zaten bizde var olduğunu varsaymaktır; “aptal adam” olmak ise bunun böyle olmadığını kabul etmektir. Böyle bir kabul, gerçek bilgelik için bir başlangıç olabilir — kibirden değil, alçakgönüllülükten doğan bir bilgelik. Her okul çocuğunun insanlığın bilimsel adının “aptal adam” anlamına geldiğini öğrendiğini hayal edin. Bu, kader anlayışımızı nasıl etkilerdi? Belki sağlıklı bir utanç duygusu aşılayabilirdi — empati içermeyen zekânın yıkıcı, dizginsiz aklın ise delilik olduğunu hatırlatan bir utanç. Belki de bize hayatta kalmak için egemenlik değil işbirliği, tahakküm değil alçakgönüllülük gerektiğini gösterebilirdi.
Yerli dünya görüşleri bu alçakgönüllülüğü çoktan somutlaştırmıştır. Lakota dilindeki Mitákuye Oyás’iŋ — “tüm akrabalarım” — ifadesi, derin bir ekolojik akrabalık duygusunu dile getirir. Maoriler, toprak ve kaynaklarının koruyuculuğunu ifade eden kaitiakitanga kavramından söz eder. Bu geleneklerde Dünya bir mülk değil, bir akrabadır ve her eylem tümü için sonuçlar doğurur. Bu tür bakış açılarını benimseyerek Homo stultus, sonunda sapiens unvanını geri kazanma hakkını elde edebilir.
Durumumuzda trajik bir ironi vardır: Mercan resiflerinin güzelliğini algılamamızı sağlayan bilinç, aynı zamanda onları yok etmemize de izin verir. Bizi Ay’a gönderen zekâ, Dünya’daki herkes için temiz su sağlayamaz. Aynı anda hem hayranlık hem de zulüm gösterebiliyoruz. Filozof Albert Camus, gerçekten ciddi tek felsefi sorunun hayatın yaşamaya değer olup olmadığı olduğunu yazmıştı. Bugün bu soru türümüze kadar genişliyor: Yaşayan dünyaya verdiğimiz zarar göz önüne alındığında, korunmaya değer miyiz?
Belki de cevap, teknolojik değil, ruhsal olarak değişip değişemeyeceğimize bağlıdır. Sorun makineler değil, onların arkasındaki zihindir. Aptallığımızla yüzleşmek, zekânın ahlaki boyutunu yeniden kazanmak demektir. Aldo Leopold’un 1949 tarihli A Sand County Almanac adlı kitabında yazdığı gibi, “Bir şey, biyotik topluluğun bütünlüğünü, istikrarını ve güzelliğini korumaya hizmet ediyorsa doğrudur. Aksi yönde ise yanlıştır.” Bu ölçüte göre, Homo stultus çok uzun süredir yanlıştadır. Bilgelik, yapılmaması gerekeni bilmekse, o zaman bugün bilgece olan yol kısıtlamadır: eşikler aşılmadan önce durmak, ormanların yeniden büyümesine izin vermek, okyanusların iyileşmesine izin vermek, havanın temizlenmesine izin vermek. Ancak kısıtlama, hayal gücü gerektirir — kârın ötesindeki değeri ve insan ömrünün ötesindeki zamanı görebilme yetisi.
Bu hayal gücünü bulup bulamayacağımız ve Homo stultus’un tekrar evrimleşip evrimleşemeyeceği — biyolojik olarak değil, etik olarak — henüz belli değil. Linnaeus, adını verdiği türün bir gün gezegenin kendisine tehdit oluşturacağını öngöremezdi. Ancak eğer yansıyamıza dürüstçe bakacak cesareti gösterirsek, hâlâ umut var. Kendimize Homo stultus demek, umutsuzluğu kabullenmek değil, onunla yüzleşmektir. Sadece aptallığımızı kabul ederek bilgelik kazanabiliriz. O zamana kadar, Homo sapiens’in mezar taşında şöyle yazmalı:
“Biliyordu, ama yine de yaptı.”
Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/homo-stultus-the-case-for-renaming-ourselves/