Hitit Mirası ve Erken Cumhuriyet İdeolojisi

Ulus devletlerinin inşası sürecinde arkeoloji önemli bir rol oynamıştır. Milliyetçiliği merkeze alan ulus devletler, vatan olarak ilan ettikleri sınırlar içindeki varlıklarının tarihsel geçmişini kanıtlama ihtiyacı duymuşlardır. Ulus devletler bu yolla işgalci güçlere ya da hak talebinde bulunan komşu ülkelere karşı uluslararası kamuoyunda meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmışlardır. Ayrıca toprak ile millet arasında güçlü bağlar kurarak milli bir bilinç yaratmaya gayret etmişlerdir.

Hayali bir geçmiş inşa etmeyi hedefleyen milliyetçiliğin bu talebini gerçekleştirmek için çoğunlukla seçmeci bir tarih anlayışına başvurulmuş ve söz konusu ulus devletlerin ideolojileri doğrultusunda önem verilen yönler ön plana çıkarılmıştır. Bunun için arkeoloji önemli bir rol oynamış ve ideolojilerin kökenini destekleyici bulgular sunması beklentisiyle fonlanmıştır. Aslında bu yönüyle bakıldığında arkeoloji gibi kazı ve laboratuvar giderlerinin hayli yüksek olduğu dikkate alındığında bu durum daha anlaşılır bir hâle gelmektedir. Günümüzde ise arkeoloji projelerinin desteklenmesinde ideolojik kaygıların yanında en önemli etkenin turizmden elde edilecek muhtemel gelir beklentisi olduğu söylenebilir.

Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti de diğer ulus-devletler gibi milliyetçiliği merkeze almış ve bu doğrultuda seçici bir tarih anlatısı oluşturarak bunu arkeolojiyle desteklemiştir. Bu doğrultuda 1923-1945 yılları arasındaki kazılara bakıldığında Ankara, Trakya ve Hatay’daki kazıların ön plana çıktığı görülmektedir. Ankara ve çevresinde yani Orta Anadolu’da yoğunlaşan kazılarla bir yandan Ankara’ya tarihsel bir konum kazandırılmaya çalışılmış diğer yandan Hititler ile ilgili kazılar sayesinde de yeni kurulan ulusal devlet ve Hititler arasında bir bağ inşa edilmesi amaçlanmıştır. Tahmin edileceği üzere Trakya’daki kazılar Bulgarların hak iddiasına yönelik caydırıcı girişimleri ifade ederken, Hatay kazıları bölgenin özel statüsüne yönelik stratejik hamleleri barındırmaktadır.

Osmanlı bakiyesinin reddi üzerine yükselen yeni ulus devleti çeşitli mitlere ve sembollere ihtiyaç hissetmiş ve bunlar Hitit kalıntılarıyla gidermeye çalışmıştır. Yeni başkent Ankara’da kurulan resmî kurumların kullandığı semboller bu noktada oldukça dikkat çekicidir. Ankara Üniversitesi’nin ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ilk amblemlerinin Alacahöyük’te bulunan Hitit Güneş Kursu olması bahsi geçen iddiaya yönelik önemli bir örnektir. Yine yeni kurulan cumhuriyetin önemli iki bankasının isimlerinin Sümer ve Eti isimlerini taşıması bu açıdan dikkat çekicidir. Anıtkabir’deki heykel ve sembollerde de Hititlerin etkisi göze çarpmaktadır.

Yeni kurulan devletin Hititlerle ilişkilendirilmesinin bir diğer yönü, Hititlerin Anadolu’daki medeniyetin temsilcisi olarak gösterilmesi ve bu yolla, diğer Doğu medeniyetlerinden farklı olarak yeniliğe açık bir toplum olduklarının vurgulanmasıdır. Böylece genç Türkiye’nin de diğer Doğu toplumlarından farklı olduğu ve uygarlığın taşıyıcısı olduğu vurgulanmıştır. Hatta daha da ileriye gidilerek politeist bir inanca sahip Hitit dini ile Hristiyanlık ve hatta tevhit inancını merkeze alan İslam ile benzerlikler kurulmaya çalışılmıştır. 1934 yılında Mehmet Şükrü Akkaya (1895-1971) tarafından kaleme alınan Eti Tarih ve Medeniyeti isimli kitaptaki Hitit putperestlik dini ile İslam arasındaki karşılaştırmalar hayret vericidir. Tanrıça Arinna’ya yazılan bir ilahinin tercümesi aşağıdaki gibi verilmiştir:

Ey güneş mabudesi Arinna! Senin adın mabudlar arasında yücedir. Adalet mahkemesinin maliki sensin. Sen esirgeyicisin…. Eti illerini diğerleri arasında, iki oğlunun yüzü suyu hürmetine yücelten sensin.

Ardından yazar buradaki ifadeleri Kur’an’daki Fatiha suresi ve Hıristiyanlık ile ilişkilendirmiştir:

Bu ilahide bir taraftan Kur’an’ın “Elham” süresinin sarih izleri görüldüğü gibi diğer taraftan Hıristiyanlığın-Tanrı’nın oğlu olan İsa’nın yüzü hürmetine- dindarların yüceleceği telakkisi açıkça görülür. (s. 58)

Çok tanrılı bir inancın, İslam ve Hristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerle teolojik açıdan ilişkilendirilmesi ilginç bir durumdur. Tarihe ideolojik ve faydacı bir perspektiften yaklaşmak, din, kültür ve medeniyet gibi olguları belli bir kökene dayandırma çabasının bir yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Hititler örneği üzerinden, halkı İslam ile ilişki kurularak ikna etme; Hristiyanlıkla benzerlik kurularak da dinin, kültürün ve medeniyetin kurucularının Türkler olduğu iddiası temellendirilmeye çalışılmıştır.

20.yüzyılın ilk yarısında milliyetçilikle ilgili tartışmalar yalnızca kültürel alanla sınırlı kalmamış, fiziksel antropolojiye kadar uzanmıştır. Bu dönemde, kafatası ölçümleri gibi uygulamalarla “üstün ırk” fikri bilimsel bir temele oturtulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde ise bu düşüncenin etkisiyle, Aryan ırkına dair bazı özelliklerin Türkler için de geçerli olduğu savunulmuş; hatta bazı çevreler gerçek Aryanların Türkler olduğunu ileri sürmüştür. Bu yaklaşımın arka planında Türkiye’den Almanya’ya eğitim için gönderilen arkeoloji öğrencilerinin etkisi olmuştur. Daha sonra 1933 yılında Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle birlikte, birçok bilim insanı baskıcı rejimin etkisiyle yalnızca işlerini kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda ülkelerini terk etmek zorunda kalmıştır. Türkiye, bu süreçte tehdit altındaki bilim insanlarını çeşitli ülkelere yerleştirmeye çalışan Zürih merkezli bir dernekle iş birliği yapmış; bu sayede çok sayıda Alman akademisyen, asistanları ve aileleriyle birlikte Türkiye’ye göç etmiştir. Göç eden bu akademisyenler, Türkiye’deki üniversitelerde yeni bölümlerin açılmasına ve mevcut akademik yapının gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak bu dönemde Türkiye’de görev almak isteyen yabancı akademisyenlerden, resmî ideolojiyle uyumlu olan “Türk Tarih Tezi”ni benimsemeleri ve bu görüşe bağlı kalmaları beklenmiştir. Arkeolog Helmuth Theodor Bossert gibi bazı bilim insanları, bu tezi destekleyen yayınlar yaparak söz konusu görüşün Avrupa’da da tanınmasına katkı sunmuştur. 1939 yılında Türkiye’de düzenlenen 18. Uluslararası Antropoloji ve Prehistorik Arkeoloji Kongresi’nde sunulan bildiriler, özellikle Türk kafatası tipolojisi üzerine yoğunlaşmıştır. Brakisefal olarak tanımlanan kısa ve geniş kafatası yapısı üzerine yapılan bu sunumlar, dönemin bilimsel yönelimlerini ve ideolojik etkilerini açıkça yansıtmaktadır.

Sonuç olarak, ulus-devletlerin inşa sürecinde arkeoloji sadece geçmişi araştırma yöntemi değil, aynı zamanda milliyetçi ideolojileri meşrulaştırma aracı olarak da kullanılmıştır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, tarihsel bağlar kurmak, kültürel mirası sahiplenmek ve yeni bir ulusal kimlik inşa etmek amacıyla arkeolojiye büyük önem verilmiştir. Bu süreçte geçmiş uygarlıklarla ilişki kurma, semboller üretme ve bilimsel görünen ama ideolojik temelli yaklaşımlarla kurgulanan tarih yazımı dikkat çekmiştir. Günümüzde ise bu tür tarihsel ve arkeolojik yaklaşımların daha eleştirel ve çok yönlü bir bakış açısıyla değerlendirilmesi, geçmişin araçsallaştırılmasına karşı daha sağlıklı bir toplumsal hafıza için önemlidir.

Cumhuriyetin yüzüncü yılını geride bıraktığımız bu dönemde, toplumun kendi kökenini Hititler mi yoksa Osmanlılar üzerinden mi tanımladığı sorusu, üzerinde durulmayı hak eden önemli bir meseledir. Ancak birçok milleti barındıran Osmanlı mirası yerine, kimlik inşasının Hititler ve Sümerler üzerinden yürütüldüğü ve bu yaklaşımın 1960’lı yıllara kadar etkisini sürdürdüğü; tarih anlayışının da bu doğrultuda şekillendiği söylenebilir.