Hatay Meselesi, Atatürk ve Suriye’nin Bağımsızlığı
Suriye’nin İstiklaline Giden Yol Ankara’dan Geçer
1930’lu yılların sonları, Türkiye ve Suriye’nin siyasi ilişkilerinde kritik bir döneme tanıklık etti. Hatay meselesi, Türkiye açısından milli bir dava, Suriye içinse bağımsızlık mücadelesinin bir parçasıydı. Fransa’nın Suriye üzerindeki manda yönetimi ve Hatay’daki emelleri, bölgedeki gerilimi artırırken, Türkiye’nin kararlı diplomasi adımları ve liderlik vizyonu bu döneme damgasını vurdu. Atatürk’ün, Suriye Başbakanı Cemil (Jamil) Mardam’ı Ankara’da ağırladığı ziyaret, yalnızca iki ülke ilişkilerinde değil, aynı zamanda bölge politikasında da önemli bir dönüm noktası oldu.
30 Kasım 1937’de Fransız ordusu, Hatay’a yönelik bir müdahalede bulunarak birtakım kutlamaları bahane etti. Bu açık bir mesajdı. Bunun üzerine Türkiye, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’ı konuyla ilgili görüşmek üzere Ankara’ya davet etti. Başbakan Mardam, 21-22 Aralık 1937 tarihlerinde Türkiye’ye iki günlük bir ziyaret gerçekleştirdi.
Suriye Başbakanı Cemil Mardam’ın Ankara’daki ikinci günü yoğun bir programla başladı. Sabah saatlerinde Orman Çiftliği, Gazi Terbiye Enstitüsü ve İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nü ziyaret etti. Saat 13.30’da İçişleri Bakanı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Şükrü Kaya’nın onuruna Anadolu Kulübü’nde verdiği öğle yemeğine katıldı. Daha sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile Karpiç Lokantası’nda bir araya geldi.
Bu görüşme, Atatürk’ün o güne kadar yabancı konuklarla yaptığı resmi kabul şekillerinden oldukça farklıydı. Görüşmede Atatürk, Suriye’nin bağımsız olması gerektiğini açıkça ifade etti. Hatay’ın bir “namus meselesi” olduğunu vurgulayarak, sorunun çözümü için gerekirse ordunun müdahale edeceğini belirtti. Atatürk, uluslararası durumu iyi analiz ederek kendine güvenen bir diplomasi sergiledi. Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin, Batılı devletlerin Türkiye’nin yanında yer almasını sağlayacağını öngörüyordu.
Diplomat ve tarihçi Bilal Şimşir, bu görüşmenin tutanaklarında geçen sözleri şöyle aktarır:
“Atatürk, yalnızca Suriye’ye sevgi ve selamlarını iletmekle kalmamış, aynı zamanda geniş kapsamlı bir konuşma yapmıştır. Sofra başında gece yarısına kadar süren görüşmede Atatürk büyük bir açık yüreklilikle konuşur; zaman zaman sertleşir ve Fransızlara ağır eleştiriler yöneltir. ‘Fransızlar Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar,’ der ve Cemil Mardam’a dönerek ‘Çözünüz, koparınız o bağları!’ diye haykırır. Ardından ekler: ‘Ben söylüyorum ki İslam âlemi ve Suriye milleti tamamen ve kesinlikle bağımsız olmalıdır. Bunun aksini düşünmek zayıflık olur. Fransız hükümeti aklını başına toplasın.’ Hatay konusunda ise, ‘Bu benim için bir namus meselesidir,’ der.”
Başka bir anlatıma göre, görüşme sırasında Atatürk şunları dile getirmiştir:
“- Fransızlar hayal kurarsa sonuç aleyhlerine olur. Akıllarını başlarına toplasınlar. Eğer şüpheleri varsa, tecrübe edebilirler. Namusum üzerine yemin ederim ki Hatay’ı bırakmam!”
Atatürk, bu sert açıklamalarıyla Fransız Büyükelçisi M. Ponceau’yu da Karpiç Lokantası’na çağırarak doğrudan gözdağı verdi. Mustafa Kemal, Fransa’nın işgal altında tuttuğu Suriye’nin ve diğer İslam ülkelerinin yanında olduğunu net bir şekilde vurguladı: “Fransızlar, Suriyelileri adam etmek istiyorlarmış. Fakat önce kendileri adam olsunlar!”
Bu süreçte yaşanan bir olayı Sabiha Gökçen şöyle anlatır:
“Hatay meselesi konuşuluyordu. Bir akşam Atatürk bana dedi ki:
‘Çık yukarı, üniformanı giy, tabancanı al ve geri gel.’
Dediğini yaptım. Sonra Karpiç’e gittik. Orada bir konuşmacı çıkıp bir şeyler söyleyecek, ardından ben çıkacağım ve şöyle diyeceğim:
‘Biz gençler bu işin daha hızlı halledilmesini istiyoruz. Eğer gevşek davranılacak olursa, biz de gerekeni yaparız!’ dedi. Ve tabancamı tavana ateş etmemi istedi. Dediği gibi yaptım. Fransız Büyükelçi saklanacak delik aradı.”
1967’de hayatını kaybeden siyasetçi Asım Us ise, o günlere dair şunları yazar:
“Ankara’ya Suriye Başbakanı Cemil Mardam geldi. Hatay meselesi hakkında temaslarda bulundu. Ancak Fransızlar, Suriyelilere ‘Türklerle anlaşmazsanız bağımsızlığınızı tanımayız’ demişler. Eğer Suriyeliler geçen sene Türkiye ile anlaşmış olsaydı, bağımsızlıkları daha önce başlamış olurdu. Suriye’nin istiklaline giden yol Ankara’dan geçer.”
Suriye Başbakanı Cemil Mardam, Suriye’ye dönüşü öncesinde Ankara Garı’nda gazetecilere şu açıklamayı yaptı:
“Türkiye’de gördüğüm sıcak karşılama ve misafirperverlikten dolayı derin memnuniyet duyarak ayrılıyorum. Türkiye ile Suriye arasındaki meseleleri iki kardeş millete yaraşır bir şekilde çözdüğümüzü ve tüm sorunların bertaraf edildiğini ifade etmekten mutluluk duyuyorum. İki ülke arasındaki ilişkilerin parlak bir geleceğe doğru ilerleyeceğine yürekten inanıyorum. Türk basınına da gösterdikleri nazik ilgi için teşekkür ederim.”
Öte yandan, o dönemde, Fransızlara karşı Suriye’nin bağımsızlığı için mücadele eden gruplara Türkiye tarafından silah desteği sağlandığı belirtilmektedir. Bu destekten yararlananlar arasında, Nusayri lider Şeyh Salih Ahmed el-Ali ve Dürzi lider Sultan Paşa el-Atraş da bulunmaktadır. Şeyh Salih Ahmed el-Ali’nin 1921 yılında Mustafa Kemal Atatürk’e hitaben yazdığı, Fransızlara karşı ortak bir “cihad” için silah talep ettiği mektup, bugün Ankara’daki Türk ATASE Askeri Arşivleri’nde muhafaza edilmektedir. Beşar Esad’ın dedesi Ali Süleyman el-Vahş ise, Fransızların safında yer almış ve Suriye halkına karşı mücadele etmiştir. (Hafız Esad, “el-Vahş” olan aile soyadını daha sonra “el-Esed” olarak değiştirmiştir. Arapçada “el-Vahş” vahşi veya canavar anlamına gelirken, “el-Esed” aslan anlamına gelmektedir.)
Beşar Esed’in dedesinin kimliği-El Vahş
Hasıl-I kelâm, Cemil Mardam’ın Türkiye’den ayrılırken dile getirdiği memnuniyet ifadeleri, iki ülkenin meselelerini dostane bir şekilde çözme arzusunu yansıtsa da, Atatürk’ün sert ve kararlı tutumu, bu süreçteki en belirleyici unsur olmuştu. Suriye’nin bağımsızlık yolundaki mücadelesine verdiği destek ve Hatay meselesindeki net duruşuyla Atatürk, yalnızca Türkiye’nin çıkarlarını değil, bölgedeki diğer halkların özgürlük mücadelesini de savunduğunu açıkça ortaya koydu. Bu olaylar, Suriye’nin istiklaline giden yolun gerçekten de Ankara’dan geçtiğini kanıtladı.