Güney Asya Jeopolitiğinde ABD-Hindistan-Pakistan-Çin
İlişkilerin Birbiriyle Bağlantılı Dinamikleri
12 ve 13 Kasım’da meydana gelen ikiz patlamaların ardından—ilk olarak Yeni Delhi’nin simgesel Kızıl Kalesi yakınlarında bir araba patlaması, ardından 24 saat içinde İslamabad’daki adliye binası önünde bir intihar saldırısı—Hindistan ve Pakistan şu ana dek itidalli davrandı: ne hemen suçlayıcı açıklamalar yapıldı ne de açık bir misillemeye gidildi. Güney Asya siyasetinde ABD’nin varlığının derinleştiği ve buna eşlik eden incelikli güç etkileşimlerinin yaşandığı bir bağlamda, bu itidali anlamak, Asya’nın mevcut dengesini belirleyen üç stratejik üçgeni kavramadan mümkün değildir: ABD–Hindistan–Çin üçgeni, ABD–Çin–Pakistan üçgeni ve ABD–Hindistan–Pakistan üçgeni. Bu iç içe geçmiş geometrik yapılar, uzun süredir bölgesel aktörlerin teşviklerini şekillendirmiş ve kriz anlarında tırmanmanın sınırlarını sessizce yapılandırmıştır.
Asya’daki güç mimarisi bugün, resmî ittifaklardan çok, her biri Amerika Birleşik Devletleri’nin merkezinde yer aldığı bir dizi kesişen üçlü ilişkiyle tanımlanmaktadır. Her biri farklı biçimlerde işlev görür: biri stratejik yakınlaşmaya, biri temkinli bir arada yaşamaya, diğeri ise kriz yönetimine dayanır. Bu yapıların tümü birlikte, büyük güçler arası rekabet çağında Amerikan üstünlüğünü koruma ve bölgesel çöküşü önleme yönündeki Washington çabasını yansıtır. Zamanla bu üçgenler kalıcı bir düzene oturmaktadır: ABD ile Hindistan giderek yakınlaşmakta, Çin ile Pakistan asimetrik bir ortaklık içinde kilitli kalmakta ve Pakistan her iki büyük güce olan bağımlılığını dengeleme çabası içinde giderek daha fazla zorlanmaktadır. Bu arada Hindistan, ABD’nin Pakistan’la yeniden kurduğu ilişkilerin çatışmayı teşvik etmekten istikrarı yönetmeye doğru kayması sayesinde manevra alanı kazanmaktadır.
İlk üçgen—ABD–Hindistan–Çin—Hint-Pasifik bölgesindeki güç dengesini sabitlemektedir. Hindistan, Washington’un Çin’in artan askerî ve teknolojik nüfuzunu dengeleme çabasında vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir. ABD–Hindistan yakınlaşması, üç iç içe geçmiş mantığa dayanmaktadır: Çin’in saldırgan tutumuna yönelik ortak kaygı, Hindistan’ın teknoloji ve sermaye ihtiyacı, ve Amerika’nın güvenilir demokratik ortaklar arayışı. 2005–2008 sivil nükleer açılımından bu yana iş birliği, dört temel savunma anlaşmasıyla kurumsallaşmıştır: GSOMIA (2002), LEMOA (2016), COMCASA (2018) ve BECA (2020). Bu anlaşmalar güvenli iletişim, karşılıklı lojistik ve coğrafi istihbarat paylaşımını mümkün kılmaktadır. Söz konusu anlaşmalar, Hindistan’ı sessizce bir savunma müşterisinden ABD güvenlik ekosistemi içinde birlikte çalışabilir bir katılımcıya dönüştürmüştür. ABD–Hindistan iCET çerçevesi, iş birliğini yarı iletkenler, kuantum teknolojisi ve yapay zekâ alanlarına genişletirken, Dörtlü (Quad) oluşumu, Hindistan’ı demokratik bir güvenlik ağı içinde konumlandıran denizcilik ve diplomasi altyapısı sağlamaktadır.
Washington açısından bakıldığında, bu üçgen gücü asgari maliyetle katlayarak, resmî ittifak yükümlülükleri olmaksızın caydırıcılığı artırmaktadır. Yeni Delhi içinse bu yapı, stratejik özerkliği korurken ileri düzey yetenek ve küresel meşruiyet sağlamaktadır. Ancak Pekin açısından bu durum, Himalayalardan Güney Çin Denizi’ne kadar manevra alanını kısıtlayan, demokrasilerden oluşan ince bir kuşatma anlamına gelmektedir. Rekabet derinleştikçe Hindistan’ın ABD için taşıdığı değer de artmaktadır. Bu üçgenin kurumsal yoğunluğu onu kendi kendini pekiştiren bir yapı hâline getirmektedir; Hint-Pasifik dengesini önümüzdeki onlarca yıl boyunca şekillendirmesi muhtemeldir.
İkinci üçgen—ABD–Çin–Pakistan—yakınlaşmaya değil, kırılgan bir devlet etrafında karşılıklı kısıtlama üzerine inşa edilmiştir. ABD–Pakistan ilişkisi her zaman epizodik nitelikte olmuştur; ilkelerden ziyade aralıklı krizlerle harekete geçmiştir: Soğuk Savaş dönemindeki çevreleme politikası, 1980’lerdeki Sovyet karşıtı cihat ve 11 Eylül sonrası terörle mücadele kampanyası. Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage’ın bir zamanlar ifade ettiği gibi, Pakistan’ın ABD için taşıdığı önem genellikle “üçüncü bir taraf”tan kaynaklanmaktadır. Günümüzde bu “üçüncü taraf” esasen Çin’dir. Öte yandan Pakistan, Güney Asya’da ABD’nin en önemli ticaret ortaklarından biri olmaya devam etmektedir ve Washington’da, ittifaktan ziyade istikrar ve terörle mücadele amacıyla ilişkileri “yeniden başlatmaya” yönelik dönemsel çabalar görülmektedir.
Çin–Pakistan “her koşulda” ortaklığı stratejik bir derinliğe sahiptir. 1960’lardan bu yana Pekin, Pakistan’ı silahlandırmış ve Hindistan’a karşı diplomatik koruma sağlamıştır; Çin–Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) kapsamında bu ilişki, Çin’in en batıdaki eyaleti Sincan’ı Arap Denizi’ne bağlayan yollar, limanlar ve enerji santrallerinden oluşan ekonomik bir iskelet kazanmıştır. Finansman baskılarına rağmen, Çin’in etkisi borç hafifletmeleri, yeni krediler ve vatandaşlarını korumaya yönelik artan güvenlik varlığı yoluyla sürmektedir—bu tepki, Pakistan’daki Çinli işçilere yönelik tekrar eden saldırıların ardından daha da pekişmiştir. Pekin açısından Pakistan, hem Kuşak ve Yol Girişimi’nin vitrinidir hem de Hint Okyanusu’na açılan jeostratejik bir koridordur.
Washington’un İslamabad ile mevcut pragmatik yeniden angajmanı daha dar kapsamlıdır: IMF bağlantılı istikrar desteği, hedefli terörle mücadele iş birliği ve seçici enerji/mineral ortaklığı—ABD’nin likidite ve diplomasi sağladığı, Çin’in ise donanım ve güvenlik sunduğu bir tür “rekabetçi ortak yönetim” modelidir bu. ABD açısından bakıldığında, Pakistan’ın kırılganlığını yönetmek onun çöküşünü kurtarmaktan daha ucuzdur; Çin açısından ise Pakistan’ı ayakta tutmak onu baştan inşa etmekten daha ucuzdur; İslamabad içinse hayatta kalmak her iki tarafla da oynayabilme becerisine bağlıdır. Bu örüntü, RAND Corporation’ın Çin’in uluslararası devlet yönetimine yaklaşımı üzerine yaptığı çalışmalardaki bulgularla örtüşmektedir; söz konusu çalışmalar, Pekin’in komünist ideolojiyi ihraç etmektense etkisini pekiştirmek amacıyla ekonomik ve güvenlik araçlarını katmanlar hâlinde nasıl kullandığını göstermektedir.
Üçüncü üçgen—ABD–Hindistan–Pakistan—Güney Asya’nın günlük istikrarını tanımlar ve Amerikan kriz diplomasisini sınar. 1947’deki bölünmeden bu yana Hindistan ve Pakistan savaşlar yapmış, Kargil’den Balakot’a kadar çeşitli krizleri atlatmıştır—ve her seferinde Washington kriz yöneticisi rolüne zorlanmıştır. Günümüzde büyük güçler arası rekabet ortamında, ABD’nin her iki hükümetle olan ilişkisi birbirini tamamlayıcı amaçlara hizmet etmektedir: Hindistan ile kurulan ortaklık Hint-Pasifik stratejisini güçlendirirken, Pakistan ile sürdürülen angajman, aksi hâlde bu stratejiyi rayından çıkarabilecek yerel istikrarsızlığı kontrol altına almaktadır. Son dönemde gerçekleştirilen ABD–Pakistan ekonomik görüşmeleri—gümrük tarifeleri, enerji ve madencilik gibi alanları kapsayan—bu istikrar öncelikli yaklaşımı gözler önüne sermektedir; üstelik Washington’un Hindistan ile savunma ve teknoloji iş birliğini derinleştirmeyi sürdürdüğü bir dönemde.
Ölçülü bir ABD–Pakistan normalleşmesi birden çok işlev görmektedir. Çin’in dikkatini ve kaynaklarının bir kısmını, Pakistan’daki CPEC projelerinde çalışan Çin vatandaşlarını korumaya yönlendirir; başarısız devlet senaryosu ya da ulusötesi terörizmin yeniden yükselme olasılığını azaltır; Washington’a kriz zamanlarında Pakistan ordusuyla doğrudan temas kurabileceği kanallar sağlar; ve Yeni Delhi’ye iki cepheli tehditler yerine modernizasyona odaklanma alanı tanır. Kısacası, bir zamanlar Hindistan açısından kuşku kaynağı olan ABD’nin İslamabad ile ilişkisi, Pakistan’ı bozucu bir unsurdan yönetilebilir bir değişkene dönüştürerek Hindistan’ı dolaylı biçimde güçlendirmektedir. Pakistan’daki makro düzeydeki küçük istikrar kazanımları bile vekâlet savaşlarına olan teşvikleri azaltmaktadır.
Birlikte ele alındığında, bu üçgenler uzun vadeli hizalanmaların neden öngörülebilir göründüğünü açıklar. ABD–Hindistan bağı stratejik ve geleceğe dönüktür; teknoloji ortak geliştirme, savunma alanında birlikte çalışabilirlik ve tedarik zinciri dayanıklılığı etrafında şekillenmiştir. ABD–Pakistan ilişkisi ise taktiksel, sorun odaklıdır ve gerektiğinde yeniden canlandırılabilir niteliktedir. Hindistan stratejik tamamlayıcılık sunarken, Pakistan risk yönetimi sağlamaktadır. Öte yandan Çin’in Pakistan ile olan bağımlılığı “yol bağımlılığı” ile kilitlenmiştir—on yılları bulan ortak üretim, uydu/navigasyon entegrasyonu ve paylaşılan istihbarat altyapısı gibi bağlarla şekillenmiş; Pekin’in “demir gibi dostluk” yönündeki resmî söylemiyle defalarca teyit edilmiştir. İslamabad finansmanını çeşitlendirse bile, bu bağlar Pekin’in Pakistan için ilk başvurulacak güvenlik sağlayıcısı olmayı sürdürmesini garanti etmektedir.
Tüm aktörler arasında en ağır yükü Pakistan taşımaktadır. Pekin’e sadakatini, Washington’a iş birliğini ve kendi halkına bağımsızlığını garanti etmek zorundadır. Ekonomik olarak Çin’in proje finansmanı ile Batı’nın koşullu kredileri arasında sıkışmıştır; siyasi olarak ise, bir yandan ABD’den militanlığı dizginleme baskısı, diğer yandan Çin’den CPEC işçilerini koruma yönünde baskı görmekte; tüm bunlar, dış kontrol algısına karşı yükselen iç muhalefetin ortasında gerçekleşmektedir. Her kurtarma operasyonu ya da güvenlik olayı Pakistan’ın stratejik özerkliğini daha da azaltmaktadır. Pakistan artık bir “salınan devlet”ten ziyade, herkesin istikrarını istediği fakat kimsenin tam olarak güvenmediği bir tampon devlet işlevi görmektedir.
Hindistan ise bunun tam zıttı bir konumda yer almaktadır. Avantajları katlanarak artmaktadır. ABD’nin istihbarat ve lojistik ağlarına entegrasyonu (COMCASA, BECA, LEMOA) kara ve deniz sahalarında gerçek zamanlı farkındalık sağlamaktadır; Amerikan hedefleme ve denizcilik verilerine erişim, Hindistan’ın etki alanını Andaman Adaları’ndan Basra Körfezi’ne kadar genişletmektedir; ortak sanayi projeleri yerli kapasiteyi hızlandırmakta; Washington’un İslamabad ile kurduğu kriz iletişim kanalları ise iki nükleer güç arasındaki kontrolsüz tırmanma olasılığını azaltmaktadır. Bu sırada, Çin’in Pakistan’daki vatandaşlarını ve varlıklarını korumaya yönelik artan meşguliyeti, normalde Hindistan üzerinde baskı kurabilecek dikkat ve kaynakları üzerine çekmektedir. Sonuç olarak Yeni Delhi için stratejik bir nefes alma alanı oluşmaktadır.
ABD açısından bu yapı, aşırıya kaçmadan bir denge sunmaktadır. Washington, Hindistan ile Çin’e karşı uzun vadeli kapasite ve caydırıcılık inşa ederken; Pakistan ile kısa vadeli riskleri yönetmekte, Çin ile ise küresel ölçekte rekabet ederken bölgesel düzeyde belli bir itidal sürdürmektedir. ABD, üçgenin her bir ayağını tek bir aktörün hâkimiyet kurmasını engelleyecek şekilde ayarlayarak merkezi konumunu korumaktadır—bu, üstünlükten çok koordinasyona dayalı, ayarlı bir denge stratejisidir.
Zamanla bu sistem, “dinamik ve eşitsiz bir düzen” olarak adlandırılabilecek bir yapıya oturmaktadır. ABD–Hindistan–Çin üçgeni stratejik ve teknolojik rekabet etrafında sertleşmekte; ABD–Çin–Pakistan üçgeni, iki büyük gücün Pakistan’ın kırılganlığını birlikte yönetmesiyle sınırlı iş birliği ile sessiz rekabet arasında salınmakta; ABD–Hindistan–Pakistan üçgeni ise krizleri kontrol altına almak amacıyla Amerikan diplomasisine dayanan bir dengeleyici işlev görmektedir. Bu mimari içinde Hindistan stratejik fayda sağlayan ülke, Pakistan yönetilen ülke, Çin ise esneyen rakip olarak öne çıkmaktadır. Bu üçgenlerin geometrisi, 21. yüzyıl Asyası hakkında daha derin bir gerçeği ortaya koymaktadır: Amerika artık bölgeyi doğrudan yönetememektedir, ancak kesişme noktasında konumlanarak dengeyi şekillendirebilmektedir. Amerika’nın Yeni Delhi’ye attığı her adım, Pekin’i İslamabad’a daha da yakın durmaya zorlamakta; İslamabad ile kurduğu her mütevazı yeniden angajman ise Çin’in hesaplarını karmaşıklaştırmakta ve Hindistan’a güven vermektedir. Artık güç, doğrudan kontrol etme becerisinde değil; karşılıklı bağımlılığı kurgulama ve asimetrileri yönetme yeteneğinde yatmaktadır—ve ABD hâlâ bu yeteneğe sahiptir.
Geçtiğimiz hafta meydana gelen ölümcül patlamalar, bu üçgenlerin geometrisinin Güney Asya’nın siyasi davranışını yorumlamak için neden vazgeçilmez olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hindistan’ın ölçülü tepkisi, Pakistan’ın dengeli söylemi ve Washington’un sessiz kriz yönetimi çabaları belirli bir örüntüye oturmaktadır: ABD, hâlâ tırmanmayı yumuşatan, teşvikleri şekillendiren ve terör kaynaklı şokların devletlerarası çatışmalara dönüşmesini önleyen bir eksen rolü üstlenmektedir. Bu makalede betimlenen uzun vadeli yönelimler—Hindistan’ın ABD’nin stratejik ekosistemindeki yükselişi, Pakistan’ın iki büyük gücün eş zamanlı yönetimine bağımlılığı ve Çin’in İslamabad’la giderek derinleşen ilişkisi—hem Hindistan’ın hem de Pakistan’ın şu anda neden dürtülerini dizginlediklerini açıklamaya yardımcı olmaktadır. Bölge hâlâ kırılgandır; ancak bu üç üçgeni anlayarak, felaketin hemen ardından neden itidalin hâkim olduğu ve ABD merkezli denge mimarisinin neden hâlâ istikrarı ayakta tuttuğu anlaşılabilir.