Gerçekten Bir Nüfus Politikasına İhtiyacımız Var mı?

Türkiye’de son dönemde alevlenen nüfusun yaşlanmasının ve doğurganlığın düşmesinin bir beka sorunu olduğu tartışması, ilk bakışta tarihsel hafızayı kımıldatan bir alarm zili gibi işliyor. Çünkü 1960’ların doğum kontrol kampanyalarının uzun dönemli etkileriyle kıyaslanarak “savaştan büyük tehdit” benzetmesi yapılmakta ve yeni bir nüfus seferberliği çağrısı gündeme getirilmektedir. Ne var ki demografik dönüşümün çıplak rakamlarına bakıldığında, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu mesele yalnızca kaç çocuk yapılacağına dair bir sayı hedefi değil, karmaşık toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçlerin bileşkesi olarak belirmektedir. Resmî istatistikler toplam doğurganlık hızının 2001’de 2,38’den 2023’te 1,51’e gerilediğini ve nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,10’un çok altına düştüğünü gösterirken, 65 yaş ve üzeri nüfus oranının %10’u aşmasıyla birlikte ortanca yaşın 34,4’e yükselmesi, Türkiye’yi klasik “demografik fırsat penceresi”nden hızla çıkarıp hızla yaşlanan ülkeler kategorisine taşımaktadır. Birleşmiş Milletler projeksiyonları bu trend korunursa 2050’de ortanca yaşın 42’ye, 2100’de 46’ya yükseleceğini, nüfusun 2070’lerde tepe yapıp kademeli düşüşe geçeceğini öngörmektedir.

Bu sarsıcı tablo, doğurganlığı artıracak tekil teşvik paketlerinin ötesinde, hane kurma süreçlerini belirleyen sosyo‑ekonomik koşullara ışık tutmayı zorunlu kılar. Genç işsizlik oranı 2024 sonunda %17, üniversite mezunları arasında %26 düzeyindedir. Reel konut fiyat endeksi 2019‑24 döneminde %150’yi aşkın artış göstererek barınma maliyetini kronik bir bütçe şokuna dönüştürmüş; kira piyasanın düzensizliği genç haneleri uzun süre aile yanında kalmaya zorlamıştır. Geciken hane bağımsızlaşması evlilik yaşını, evliliğin ertelenmesi ise ilk doğum yaşını yukarı çeker. Bu mekanizma toplam doğurganlık hızında sert düşüşe yol açar. Türkiye’de kadınların ortalama evlenme yaşı 2001’de 22 iken 2023’te 26,7’ye çıkmış; yapılan araştırmalar bunun %60’ını işgücü güvencesizliği ve konut maliyetlerine bağlamıştır. Dolayısıyla ekonomik istikrar yaratılmadan, kredi‑taksit erteleme veya nakit doğum teşviki gibi mikro önlemler demografik ivme yaratmakta sınırlı kalacaktır.

Sorunun ikinci katmanı, kadınların işgücüne katılımı ve bakım ekonomisine ilişkindir. Ücretli annelik izni toplam 16 hafta, baba izni 5 gün ile OECD ortalamasının çok gerisinde; kreş ücretlerinin asgari ücrete oranı %45; 0‑3 yaş evrensel bakım hizmeti kapsayıcılığı %13 civarındadır. Toplumsal cinsiyet rolleri değişmekle birlikte hâlâ bakım yükünü kadınlar taşımakta, ikinci veya üçüncü çocuk kararı çoğu zaman kariyer‑gelir kaybıyla eşanlamlı bir maliyet hesabına dönüşmektedir. Halbuki doğurganlığı yeniden 1,8‑2,0 bandına taşıyabilmiş Fransa, İsveç ve Macaristan gibi örnekler uzun ebeveyn izni, evrensel erken çocukluk eğitimi ve artan çocuk başına gelir transferini bir arada uygulayarak görece başarı elde etmişlerdir. Türkiye’de kadın istihdamının %36’da sabitlenmiş olması, nüfusun niceliksel artışa değil nitelikli iş gücü kaybına sürüklenmesi riskini büyütmektedir.

Eğitim sistemi ile işgücü piyasası arasındaki senkronizasyon eksikliği ise sorunun üçüncü katmanını oluşturur. Kontenjanı gereğinden fazla genişlemiş bazı bölümlerin mezunlarının ilk beş yılda iş bulamama oranı %40 civarındadır. Buna karşın sanayi, bilişim ve yeşil teknoloji gibi alanlarda nitelikli teknik eleman açığı büyümektedir. Niteliksiz diploma enflasyonu diplomalı işsizliği artırırken, beyin göçü de hızlandırmaktadır. TÜİK’in 2023 uluslararası göç bültenine göre yurt dışına giden nüfus 714.579 kişiye çıkarken gelenler 316.456’da kalmış ve net kayıp verisi alarm vermiştir. Böylece iç demografik erozyon, dışarıya yetenek akışıyla birleşip çifte tahribat yaratmaktadır.

Göç ve nüfus ilişkisi bu noktada kritik bir tartışma başlığına evrilir. Genç ve dinamik göçmen nüfusun ülkeye demografik “takviye” olabileceği savı teoride geçerlidir ve gereklidir de. Hatta bugün için uç fikirler olarak kabul edilebilecek Doğu Türkistan’dan Balkanlara kadar Türk dünyasından ve gönül coğrafyasından nüfusu ülkemize çekmek için somut adımlar atmak, yakın gelecekte ciddi birer alternatife dönüşebilir. Fakat entegrasyonun ekonomik, sosyal ve kültürel maliyetleri dikkate alınmadığında dış göç ters etki potansiyeli de taşır. Türkiye’nin 4 milyonu aşan kayıtlı Suriyeli nüfusu, işgücü piyasasında yerelle uyumlu olmayan vasıf dağılımı, dil bariyeri ve toplumsal gerilimler nedeniyle hâlâ toplumsal ve siyasi bir sınav konusudur. Nitelikli yabancı çalışma izni programlarının sınırlı etkisi, göçle gençleşme stratejisini zorlaştırmaktadır. Tersine göç programları ise beyin göçünü telafi etmek için henüz yeterli ölçeğe ulaşmamıştır. Bu nedenle göç, ancak yüksek vasıflı insan sermayesini çekebilecek cazip bir ekonomik ve toplumsal iklimle birlikte ele alındığında olumlu etki yaratabilir.

Ekonomik boyutlar kadar sosyal güvenlik sistemi açısından da sürdürülebilirlik krizi derinleşmektedir. Emeklilik harcamalarının GSMH’ye oranı 2024’te %10’a yaklaşmış, prim temelli yapıda aktif‑pasif dengesinin bozulması reform baskısını artırmıştır. 2035’te yaşlı bağımlılık oranının bugünkü %20’den %31’e çıkacağı hesaplanırken, prim tabanını genişletmeden veya emeklilik yaşını kademeli yükseltmeden sistemin mali açığının katlanarak büyümesi kaçınılmazdır. Sağlıklı yaşlanmayı önceleyen önleyici sağlık harcamalarının arttırılması, kısmi emeklilikle esnek iş modellerinin geliştirilmesi ve yaşlı nüfusu pasif ödenek alıcısından aktif üretken aktöre dönüştürecek politikalar, nüfus politikasının sosyal güvenlik sacayağını oluşturmalıdır.

Kültürel düzlemde ise aile ideallerinin dönüşümü de hesaba katılmalıdır. 1990’larda hâkim olan iki çocuk ideali, kentli orta sınıflarda giderek bir çocuk veya çocuksuz tercihe evrilmektedir. Bu eğilim ekonomik rasyonalitenin ötesinde kaliteyi niceliğe tercih etme söylemiyle pekişir. Dolayısıyla yalnızca nakit transferleri değil, çocuk bakımının toplumsal sorumluluk olarak paylaşımı, eğitim kalitesinin yükseltilmesi ve güvenli mahalle‑kamusal alanların inşası gibi yaşam kalitesi unsurları da doğurganlık kararlarına yansır.

Bu bağlamda, kamuoyunda sıkça dile getirilen nüfus politikasının gerekliliği, eğer yalnızca doğum teşviki paketlerinden ibaret dar bir ajandayı işaret ediyorsa yetersiz kalacaktır. Gerçek ihtiyacımız olan, nüfus dinamiklerini ekonomi, eğitim, bakım ekosistemi, toplumsal cinsiyet eşitliği, konut politikası, sosyal güvenlik ve göç yönetimi hususlarını aynı düzlemde buluşturan bütüncül bir politika stratejisidir. Örneğin, 0‑6 yaş evrensel kreş yatırımı yapmadan yalnızca doğum yardımı ödemek kadının işten çekilmesiyle hane gelirini düşürerek ters etki yaratabilir. Sosyal konut kontenjanı artırılmadan üçüncü çocuk için kredi faizini sıfırlamak, barınma maliyetini hafifletmez. Ya da baba iznini artırmadan annenin ücretli izin süresini uzatmak, bakım yükünü anneye yükleyerek kadınların çocuk sahibi olmaktan kaçınmasına yol açabilir…

Sonuçta, Türkiye’nin demografik açmazı bir beka sorunu olduğu kadar insan sermayesi, refah devleti ve toplumsal adalet sorunudur da. Nüfusun niceliksel artışı, ancak eğitimden hukuka, ekonomiden sağlığa, göçten toplumsal cinsiyete kadar uzanan çapraz politikaların senkronize edilmesiyle nitelikli ve sürdürülebilir bir büyümeye dönüşebilir. Evet, nüfus bir tehlike sinyali vermektedir. Fakat bu sinyalin doğru okunması, panik butonuna basmak yerine çok katmanlı çözümler üretmeyi gerektirir. Tek kanallı doğum teşvikleri kısa vadede sonuçlar verebilir. Oysa önemli olan eğitim‑istihdam uyumu, erken çocukluk bakım altyapısı, kadın istihdamını destekleyen reformlar, sosyal güvenlik sürdürülebilirliği ve nitelikli göç stratejisi gibi uzun vadeli stratejilerle demografik istikrarı sağlamaktır. Kısacası Türkiye’nin gerçekten bir nüfus politikasına ihtiyacı vardır. Ancak bu politika, nüfus sorununu bütüncül kalkınma meselesinin merkezine yerleştiren, uzun erimli, çok boyutlu ve bir reform anlayışından başka bir şey olmamalıdır.