Gazze’nin Kıyısından, Kudüs’ün Kalbinden Yazmak

En son 7 yıl önce geldiğim Kudüs’te, o günden bugüne çok şey değişmiştir diye düşündüm. Sadece Kudüs’te değil aslında tüm dünyada birçok şey değişti bu süre içinde.

Ancak Gazze savaşından bu yana gitmek istediğim ama bir türlü gidemediğim Filistin topraklarına bu sefer ayak basacağım için heyecanlandıydım.

Bir gazeteci için haberin kalbinde olmak, içinde yaşamak, kaynağında bulunmak sanırım en heyecan verici şey olsa gerek.

Gideceğim günün hemen ertesinde ABD Başkanı Trump Kudüs’e geleceği için bu seyahatim ayrıca büyük öneme sahipti benim için.

Bir de Türkiye İsrail ilişkileri, benim yazılarım ve paylaşımlarımı düşünecek olursak, orada bir sorun yaşama ihtimalim de vardı.

Türkiye üzerinden uçuşlar kapatıldığı için Tel Aviv’e Atina üzerinden geldiğim. Ortamın gerilimini hissetmeye başladım. Pasaport kontrolünden itibaren de Türk olduğum için bana karşı davranışların farklılaştığını da gördüm tabi.

TÜRKLERE AYRI KÖTÜ MUAMELE

Son derece agresif biçimde sorular soran pasaport polisi, “sana daha fazla sorular sormalıyız” diyerek pasaportumu alıp farklı bir güvenlik odasına yönlendirdi beni.

“Hiç kimseye bunu yapmadınız bana neden yapıyorsunuz?” dedim. “İstediğimiz kadar soru sorarız, ülkeme giriş yapıyorsun, benim de soru sorma hakkım var” diyerek geçiştirdi.

Bir süre kapıda bekletildikten sonra iki sivil güvenlik görevlisinin bu kez daha agresif sorgulamasına muhatap oldum. Neden geldiğim, ne yapacağım, kaç gün kalacağım gibi klasik soruların haricinde daha rahatsız edici üslupla başka sorular geldi.

-Hangi haberleri yapacaksın?

-Trump konuşma yapacak onu izleyeceğim.

-24 saat sürmeden Trump ülkeden ayrılacak sonra ne yapacaksın?

-Esir değişimi var onları takip edeceğim.

-Esir değişimi değil, kaçırılan insanların değişimi o. Peki sonra ne yapacaksın?

-Ben gazeteciyim, burası da haberin merkezi birçok haber yapabilirim, yazı yazabilirim doğal olarak.

-Bana göre sen gazeteci değilsin.

-Burada uluslararası geçerli bir basın kartım var, sizin Başbakanlık Basın ofisine başvurum var. Bu kart Avrupa’da, Amerika’da da geçerli bir basın kartıdır.

-Avrupa da Amerika da umurumda değil, burası İsrail burada gazeteci değilsin. Sana sadece iki gün izin veriyorum. Sonra ülkeden ayrılacaksın.

-2 gün yeterli değil. Sebebi nedir bu kısa sürenin?

-Ben öyle istiyorum…

Küçük bir kağıda yazdıkları iki günlük giriş kartını, sanırım görebileceğim en kötü yüz ifadesiyle uzattı bana.

Tel Aviv havaalanından ayrılırken, çalıştığım NTV televizyonu ve Türkiye Dış İşleri Bakanlığı’na durumu bildirdim. Bugüne kadar hiç böyle bir durumla karşılaşılmadığı, 2 günlük giriş vizesinin ilk defa verildiğini sonradan öğrendim. Bu durumun kabul edilemez olduğunu hem kurumum hem de Bakanlık ilgili muhataplarına ilettiler ve uzun uğraşlarla, iki gün sonra sürenin 15 gün uzatıldığını bildirdiler bana.

Gergin başlayan ilk saatlerim İsrail’de bulunduğum 4 gün boyunca benzer geçti aslında. Hem ülke bir savaş ortamında olduğu için herkes aşırı gergindi, hem de Türk olduğumu öğrenen güvenlik görevlileri bana karşı son derece sert ve kaba davranıyorlardı. Özellikle de Mescidi Aksa’daki polisler.

Cami kapısındaki polisler benim ve yanımdaki iki arkadaşımın Türk olduğunu öğrendiklerinde tavırları daha da kabalaşıyor ve özel olarak kötü muamele yapıyorlardı bize. Camiye girmemize izin vermediler ve “gidin buradan, Türkiye’ye geri dönün” diye bir de bağırdılar. Mıuhabir arkadaşım Osman Terkan’ın ve benim bütün itirazlarımız hiçbir sonuç vermedi. Başka kapıdan girmeye çalıştık onlar da giremeyeceğimizi söyleyip bizi geri çevirdiler.

BİR DİRENİŞ SÖZÜ: “AZ KALDI”

İsrail polislerinin bize karşı aşırı kaba ve sert tutumu, Mescidi Aksa’nın kapısına yakın bir dükkanı olan Filistinli birinin dikkatini çekmiş olsa gerek. Okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve “Bugün Ben Gvir içeride ayin yapacak o nedenle camiyi kapattılar. Saat 15.00 de açarlar o zaman gelin” dedi.

Okuma gözlüklerinin üzerinden bakan bu sakin adam dikkatimi çekti, çünkü çok güzel Türkçe konuşuyordu. Kudüs’te bir zamanlar açık olan Yunus Emre Enstitüsü’nde öğrenmiş Türkçeyi.

Karşılaştığımız muameleden çok üzüldüğümüzü ve sinirlendiğimizi görünce beni çok etkileyen şöyle bir cümle kurdu: “Üzülmeyin, az kaldı.”

Bu bilge adamın “az kaldı” sözü özgür Filistin davasına olan inancının ve işgale karşı direncinin dışavurumuydu aslında. Trump’ın barış planına değil, Filistin davasının tüm dünyada güçlenmesine güvendiği için “az kaldı” diyordu sanırım.

Öğleden sonra tekrar oraya geldik ve polislerin yine kaba davranışlarıyla karşılaştık ama bu kez Mescidi Aksa’ya girdik. İşgal altında yaşamanın ne denli acı, ne denli yıpratıcı ve ne denli zor bir şey olduğunu ancak burada yaşayanlar anlayabilir. Her an keyfi bir şekilde camiye girmenize, bir caddede yürümenize izin vermeyebilirler. Sadece canı öyle istedi sizi itip kakabilir, kimliğinize el koyabilir ve dövebilir. Bunları yıllardır yaşayan Filistinlilerin ruh halini düşünün şimdi.

TRUMP’IN KONUŞMASINI DİNLEYEN BİR FİLİSTİNLİ

Dünyanın gözü Kudüs’te bulunan İsrail Parlamentosu’ndaydı. Geniş güvenlik önlemlerinin alınğı Parlamento’ya yürüyerek gitmek zorunda kaldık. İçeri gazeteci alınmıyordu, bu nedenle onlarca televizyon kanalı dışarıda bahçede kurdukları sistemle yayın yapıyordu.

Trump konuşmaya başladığında dışarıdaki herkes cep telefonlarından onu dinlemeye başladı. Sanırım dünyanın kriz merkezinde, 70 bin sivilin öldüğü bir ortamda, barıştan söz edildiği bir dönemde yapılmış en kötü konuşma olsa gerek. Damadının Yahudi olduğunu, kızının din değiştirdiğini, bakanlarının ne kadar “muhteşem” insanlar olduğunu bir televizyonun magazin programında konuşur gibi anlattı. En ilginci de 70 bin insanın ölümüne neden olsan İsrail ordusunun komutanın ne muhteşem biri olduğunu söyleyerek onu ayağa kaldırıp herkese alkışlatması oldu sanırım.

Parlamento yakınlarındaki bir markete gittiğimde orada çalışan bir Filistinli gencin cep telefonundan konuşmayı dinlediğini gördüm. Yılalardır çektiği işgal çilesinin bitmesini beklerden 70 Bin Filistinliyi öldüren ordu komutanının Trump tarafından alkışlatıldığını görünce ne düşünmüştür acaba? Sormaya çekindim.

Ancak daha sonra Doğu Kudüs’te, Batı Şeria’da, Ramallah’ta konuşabildiğin her Filistinliye Trump’ın konuşmasını ve barış planını sordum. Hepsi öylesine sinirli ve öylesine gergindi ki, yüzlerinden okuyabiliyordum. Trump’ın ciddiyetsiz bir şovmen olduğunu, asla doğruları söylemediğini ve Netanyahu’nun hiçbir anlaşmaya uymadığını söyledi hepsi. Umutsuz ve öfkeliydiler. Bir yandan Turmp ve Netanyahu’ya bir yandan da bu soykırıma karşı gerekeni yapmayan İslam ülkelerinin liderlerine kızıyorlardı.

GAZZE’NİN SINIRINDA SOYKIRIMIN KALINTILARININ ÖNÜNDE

Kudüs’ün eski sokakları dünyanın en güzel yeridir bana göre. Binlerce yıllık tarihin izleri taşların üzerinde görülüyordu. Bir ara sokakta, yürümekten aşınmış ve parlamış taşların üzerinde oturdum. Bir akşam vaktiydi ve çok az insan geçiyordu sokaklardan. O sessizlik ortamında gittiğim tüm Filistin toprakları içinde insanların ne kadar üzgün ve mutsuz olduğunu düşündüm. Sonra benim kişisel olarak karşılaştığım kötü muameleyi ve bozulan dengemi hesaba katınca, bunun yüzlerce kat fazlasını yaşayan Filistinlilerin, onlarca yıldır yine de direnmelerinin muhteşem bir mücadele olduğunu anladım.

Sabah ilk işimiz Gazze sınırına gitmek oldu. Sederot yerleşim yerinde Kuzey Gazze’nin sınırına geldik. 7 Ekim’de yoğun çatışmaların yaşandığı bu bölgede hala yanmış bir aracın enkazını gördüm.

Sınırdan beş yüz metre uzaklıkta bir yerde durduk ve kameramızı kurduk. Kameraman arkadaşım Cüneyt Ali Horozal zoom yaparak Gazze içinde Beit Hanun bölgesinde yıkılmış evlerin enkazlarını gösterdi bana. İçimde derin bir sızı ve isyan duygusu belirdi. Beş yüz metre ötemde dünyanın en acımasız savaşı oluyordu, insan eliyle katılık yaratılmıştı ve 70 bin sivil öldürülmüştü. Ve beş yüz metre bu tarafta, İsrail şehirlerinde insanlar normal yaşamlarına devam ediyorlardı. Hiçbir şey yapamadan orada toprak yolun kenarına oturdum ve öylece uzaktan Gazze’yi izledim. Sanırım mesleki hayatımın en acı veren anlarından birini yaşadım burada. Çaresizce Gazze’yi izlemek, tepesinde uçan insansız hava araçlarını, helikopterleri görmek ve bunların insan öldürmek için dolaştığını bilmek insan ruhunda ciddi bir sarsıntı yaratıyordu.

BARIŞ DEMEK İÇİN ÇOK ERKEN

Kudüs’ten Mısır’a geçerek şovuna devam eden Turmp’ın konuşmalarını ve imzalanan niyet mektubunu Doğu Kudüs’te işgal edilmiş topraklarda izliyordum. Oturduğum yer Oslo anlaşmasıyla Filistin’e verilmiş topraklardı ve İsrail burayı zorla işgal edip İsrailli işgalci yerleşimcilere verdi. O zaman Nobel ödülü almayı başarmış bu anlaşmaya imza atanların yerine şimdi yenileri gelmiş ve yeni bir anlaşma imzalıyordu. Masada Filistinli ya da İsrailli biri yoktu. İşgal atlında yaşayan Filistinlilerin ve onların hakkı olan devletin geleceği hakkında bir madde de yoktu. 90 yıldır eski Kudüs içinde küçük bir restoran işleten bir ailenin son temsilcisi olan Filistinli Mısır’daki tabloyu ve anlaşmayı sorduğumda şöyle dedi: “Şovdan başka bir şey değil. Turmp yalancının teki, Netanyahu’da aynı. Buradan hiçbir şey çıkmaz.” Umutsuzluk. Çaresizlik, öfke ve hüzün… Konuştuğum ve konuşmadığın her Filistinlinin yüzünde bunu gördüm maalesef…

Trump planının ilk aşamasının uygulaması ben oradayken gerçekleşti. Esirler bırakıldı, rehineler alındı, bombalar büyük çoğunlukla durdu, fakat yardımların girmesine izin vermedi İsrail. En azından insan ölmüyor… sanırım anlaşmada hepimizi teselli eden şey burası oldu. Ölen rehinelerin cenazelerinin enkaz altından çıkartılmasını bahane ederek kapıları açmayan ve ölümle tehdit eden İsrail yetkililerini ve ona destek veren Trump’ı görünce Filistinlilerin bu anlaşmanın uygulanabilir olmadığına olan inancını tam olarak anladım. Ruhsal hasta haline gelmiş İsrail ile anlaşma yapılamaz, onlar sadece güçten anlar. Umutsuzluğa kapıldığım anda o bilge Filistinlinin sözü aklıma geldi, “az kaldı”… Sadece Allah’a güvenen bir yüreğin ifadesi içime biraz olsun umut doldurdu.

TÜRKİYE’YE DÖNERKEN KARŞILAŞTIĞIM YAHUDİ AİLESİ

İsrail’de Yahudi vatandaşlar için hayat normale dönmüştü. Tel Aviv’de ve diğer şehirlerde hayat normal akışındaydı. Ancak işgal altında yaşayan Filistinliler için hayat daha zorlaşmıştı. Sadece güvenlik kuvvetlerinden değil artık sivil Yahudi vatandaşlar tarafından da kötü muamele görüyorlardı.

Barış onlar için çok uzaktı ve onlara sahip çıkacak devlet neredeyse çok azdı. Türkiye ve Katar’ı her zaman ayrı biçimde anıyor, onlara sevgi ve saygılarını gösteriyorlardı. Ancak yapayalnız hissettikleri aşikardı. Öte yandan dünyanın dört bir yanında, yüzlerce milletten, dinden, etnik kimlikten milyonlarca insanın onlar için yaptıkları destek gösterileri umutlarını arttırmıştı. Filistin bayrağı yüz yıldır bu kadar çok ülkede dalgalanmamış, İsrail yüz yıldır bu kadar çok ülkede protesto edilip, nefretle anılmamıştı.

Karamsarlık ve ümit arasında gidip gelen bir ruh halleri vardı. Ancak dünyada bu kadar uzun süre, bu kadar güçlü devletlere karşı direnen ve teslim olmayan başka bir millet de görülmemiştir sanırım.

Bu duygular içinde Kudüs’ten ayrıldım. Havaalanında 10-15 kişilik bir Yahudi ailesine denk geldim. Başlarında kipalar, Yahudi dinine göre kesilmiş saçları ve bellerinden sarkan ipleriyle son derece dindar bir aile olduğu belliydi. Aynı uçağa bindik. Sonradan fark ettim ki Türkçe konuşuyorlardı. Aynı uçakla önce Atina’ya sonra İstanbul’a geldik. O kıyafetleriyle hiçbir sorun yaşamadan uçaktan indiler, arabalarına bindiler ve İstanbul’daki evlerine gittiler. Eminim hiçbir sorun yaşamadan da Sinagog’a gidip ibadetlerini yapacaklar.

Aramızdaki ahlaki fark bu kadar netti.