Gazze Seyahat Notları

Sesli Makale:

“Eğer ölmem gerekiyorsa, sen yaşamalısın…
Hikâyemi anlatmak için…”

(Filistinli Akademisyen-Şair Refaat Alareer)

 

Gazze’ye girmek için iki seçeneğimiz vardı. Ya Gazze’nin güneyinde, Mısır sınırındaki Refah’ı, ya da kuzeyde İsrail sınırında yer alan Beit Hanoon (Erez) kapısını tercih edecektik. Yani her ucu da lanet edeceğiniz iki geçiş kapısıydı. Başka da yol yoktu. Biri Mısır diğeri ise İsrail’in kontrolündeydi. Aslında ikisini de İsrail kontrol ediyordu. Filistinlilerin her iki kapıdan geçişi de onların keyfine bağlıydı. Türlü sorgular, alaycı tavırlar, hakaretler ve en kötüsü de asla verilmeyen izinler…

Erez’den genellikle uluslararası yardım çalışanları, basın mensupları ve az sayıda sivil Filistinli girebiliyordu. İzin almak için haftalar öncesinden İsrailli yetkililere başvurmanız gerekliydi. Neyse ki gazeteci olduğumuz için bizim izin belgelerimiz vardı.

En sonunda koca demir kapılar açılınca Gazze’ye girebildik… İsrail anlatısı ile Filistin’i okumuş birisi bu kapıyı Rodin’in meşhur ‘Cehennemin Kapıları’ gibi görebilirdi. Ya da insan, ‘Beyaz tavşanı takip et’ cümlesini duyan Alice gibi fantastik bir serüvene yolculuk ettiğini düşünebilirdi. Ama Gazze, ne Dante’nin cehennemi ne Alice’in harikalar diyarı ne de Filistinli gençlerin sizi samimi bulduklarında “Welcome to Texas” (Teksas’a hoş geldin) diyerek latife yaptığı bir yerdi. Burası sadece Gazze’ydi. Muhtemelen başka hiçbir yere benzemeyen bir yerdi.

Sadece birkaç hafta önce korkunç bir katliamın yaşandığı topraklara ayak basmıştık! Yani burası 2014’ün Temmuz ayında İsrail’in “Koruyucu Hat” adıyla hava, deniz ve karadan saldırıya geçtiği, 2 binden fazla kişinin ölümüne, 11 bin civarında insanın da yaralanmasına neden olduğu bir yerdi.

Gazzelilerin savaştan sonraki ilk bayramlarıydı ve kurban bayramının da ilk günüydü. Birçok yer, bükülmüş inşaat demirlerinin aralarında sivrildiği gri molozlardan ibaretti. Bombaların enkaza çevirdiği binalar arasında okul, cami ve hastaneler de vardı. İsrail’in saldırılarından çocuk parkları, zeytin ağaçları, tarladaki çilekler ve balkondaki çiçekler bile payını alıyordu.

Bizi neredeyse her yerde yüzlerce yan yana dizili yeni kazılmış boş mezar karşıladı. Taze mezarlarla yarışan yüzlerce çukur…

Beş vilayetten oluşan bu bir avuç toprağı baştan sona gezmek günlerinizi almazdı. Kuzey Gazze, Gazze Şehri, Deir el-Belah, Han Yunus ve Refah… Çay kahve molalarıyla birlikte bazı mahallelerinde biraz oyalansanız bile Gazze’nin her yerini gezmek için iki gün yeterli olurdu.

Ve Gazze halkı…

Gazze herkesin söylediği gibi adeta bir açık hava hapishanesiydi. İnsanların günde 2 doların altında yaşamaya mecbur edildiği Gazze’deki ekonomik ablukanın etkilerini her yerde görebiliyorduk.

Filistinliler burada tıpkı bir kutunun içine konulup kaderine terk edilen ünlü fizikçi Erwin Schrödinger’in kedisi gibiydi. Gazze birçok deneyin nesnesiydi sanki. Burası sahiden küresel güçlerin korkunç deneyler için oluşturduğu bir laboratuvar olabilir miydi? Her türlü kimyasal silahların, zehirli gazların itinayla denendiği, etkilerin ve direncin ölçüldüğü korkunç bir laboratuvar!  Paralel bir evrende hayatta kalma olasılıklarının gözlendiği denekler miydi Filistinliler? Kafamın içinde hep bu sorular döndü durdu! Bu kıyametin içinde İnsanın hayatta kalma becerisi ve direnişi ölçülüyorsa şayet Gazze bu sınavı hakkıyla veriyordu. Çok ağır bedeller ödeyerek elbette!

Bu ağır bedelleri defalarca ödeyen ve en çetin sınavlardan geçen bir mahalle özellikle dikkatimizi çekti.

Burası İsrail’in Gazze Şeridi’nde en ölümcül saldırıları yaptığı bir mahalleydi. Sadece mevcut binaları, evleri değil ruhunu da yok etmek istedikleri bu mahalle ısrarla yenilgiyi reddediyordu. Mahalle sakinlerinin söylediği gibi yaşamak, var olmak konusunda inatçılardı. Gazze Şehri’nin en büyük mahallelerinden biri olan Şucaiyye’nin (Shujaiya) manası da zaten Arapça’da ‘Cesaret’ demekti. Tıpkı İsrail’in Aralık 2023’te kasıtlı olarak hedef alıp öldürdüğü akademisyen, şair ve aktivist Refaat Alareer’in dediği gibiydi; “Shujaiya yenilmeyi reddediyor. Shujaiya artık İsrail’in barbarlığına diz çökmeyi reddeden dirilişin özüdür.

Aynı zamanda Edebiyat Profesörü olan ve kendisine ‘Şucaiye’nin Oğlu’ lakabı verilen Alareer; “Biz bize anlatılan hikâyeleriz” diyordu. Ve defalarca asla birer sayı olmadıklarını söylüyordu.

Şucaiye’nin Oğlu’nun sosyal medya hesaplarında yaptığı bazı paylaşımlar milyonlarca kez görüntülenince hedef haline geldi. Alareer, 7 Ekimdeki El-Aksa Tufanı operasyonunu “meşru ve ahlaki” olarak nitelendiriyor ve operasyonu Varşova Gettosu Ayaklanması’na benzetiyordu. Haftalarca süren ölüm tehditlerinin ardından Refaat’ın kaldığı bina bombalandı ve Şucaiye’nin Oğlu da binlerce mahalleli gibi şehit oldu.

“Şucaiyye; Bir Çocuk Cumhuriyeti”

Gazze’nin en fakir ve en kalabalık yerlerinden biriydi Şucaiyye mahallesi. Mahalleyi iki defa ziyaret etme şansına sahip oldum. Şans diyorum çünkü burası nice saldırıya rağmen direnişin ve umudun kalesiydi. Ayrıca dünyanın belki de en çok çocuk nüfusuna sahip mahallesiydi.

Gazze Şeridi’nin doğu kapısı ve şehrin en büyük mahallelerinden biri olan Şucaiye’nin kökleri Sultan Selahaddin döneminde Haçlılarla yapılan savaşlara dayanıyordu. Bazı kaynaklarda, Haçlılar karşısında üstün başarı gösteren Şucauddin Osman Kürdi’den dolayı bölgeye Şucaiye isminin verildiği belirtiliyor.

Memlükler döneminde ekonomik açıdan şehrin diğer mahallelerini kıskandıracak kadar müreffeh bir yaşamı vardı Şucaiye’nin. Öyle ki geriye onlarca tarihi yapı kalmıştı! İsrail saldırılarında hepsi birer birer yıkıldı. Yıkılanlar arasında 1455’te inşa edilen tarihi Mahkame Camii de vardı.

Gazze’deki en büyük tarihi camilerden biri olan İbni Osman da Şucaiye’deydi. Cuma günleri Gazze’nin en kalabalık ikinci camisi burasıydı. Gazzeliler, Memlüklerden kalan bu camiye Ulu Cami diyorlar. Muhteşem Memlük mimarisinin hakim olduğu cami Nablus doğumlu Ahmed bin Osman tarafından yaptırıldığı için bu adı almıştı.

Mahallenin kuzey kısmı Kürt Şucaiyesi, güneyi ise Eyyubi döneminde çok sayıda Türk ve Kürt ailenin buraya yerleşmiş olmasından dolayı Türkmen mahallesi diye biliniyordu.

Çoğu evden en az bir şehidin çıktığı Şucaiye aynı zamanda aile bağları oldukça güçlü meşhur aşiretlerin bölgesiydi. Hillis, Doğmuş, Türkmen, Cendiya, Hasnin, Caberi, Kuriqi, Almghani, Haccac isimli geniş ailelerdi bunlar.

Şucaiye, 2014’deki savaşta en çok bombalanan ve “Şucaiye Katliamı” olarak tarihe geçen bir bölgeydi. O sene gördüğümüz manzara ve bizzat tanıklardan duyduklarımız dehşet vericiydi. 2017’nin başlarında yeniden gittiğimizde ise gözlerimize inanamadık. Yerle bir edilen mahalle yaralarını hızlıca sarmış, enkaz yığınlarından kurtulmuş ve mahalle sakinleri başlarını sokacak evlerini yeniden inşa etmişti.

Şucaiyeliler o günü anlatırken hemen hemen hepsi şu cümleyle söze giriyordu; “Her yer ölülerle doluydu!” F-16’lar, tanklar, hiç bitmeyen mermi sesleri… Kıpırdayan her canlının tereddütsüz öldürülmesi, çocuklarla yaşlıların bile bilgisayar başında bir savaş oyunu oynarcasına yok edilmesi, ambulanslara izin verilmemesi, sağlık çalışanlarının ve olayı görüntüleyen gazetecilerin vurulması… Bu vahşet ne yazık ki hala devam ediyor.

Mahalle yerle bir edilmesine rağmen enkaza dönmüş evlerde ısrarla yaşayanlar vardı. Birkaçını ziyaret ettik. 60 yaşındaki bir kadın bize “Nereye gidebiliriz? Burası bizim evimiz. Hepimizi topraklarımızdan kovmak istiyorlar. Gitmediğimiz için bizi yok etmek istiyorlar” diyordu.

Tanıştıklarımızın çoğu ailesinden birkaçını kaybetmişti. Çarşaf ya da battaniyelerle kapı ve pencereleri örtüp yıkılan evlerinde çoluk çocuk yaşamaya çalışıyorlardı. 25 yaşlarında genç bir anneyle yıkılan evinin odalarını gezdim. Dört yaşındaki kızının sallanan oyuncak atı molozların arasında taze bir umut gibi duruyordu. “Su yok, banyo yok, uyuyacak bir yatak yok, yemek yok… Ama asla yaşamaktan, umut etmekten vazgeçmeyeceğiz” diyordu.

47 yaşındaki Feyza’da yıkılan evlerin arasında dört çocuğu ve eşiyle birlikte yaşıyordu. O korkunç günleri unutmasına imkân yoktu ve her detayı hatırlıyordu.

“Ramazan ayıydı… İlk saldırı yapıldığında iftara çok kısa bir süre kalmıştı. Kendimizi dışarı attık.  İkinci saldırıda ise evi terk ettiğimizde gece vaktiydi. Bomba atmayı kestiklerinde evime bakmak istedim. Eve doğru yürüyordum. Önünde bir tank duruyordu ve evim tamamen yanmıştı. Oysaki o evi yapmak için elimizde ne var ne yok harcamıştık. Hayatınız boyunca çalışıyorsunuz bir ev almak için. Bin bir zorlukla eviniz oluyor ve sonra yok edildiğini görüyorsunuz…!”

O dönemde işgal karşıtı bir eylemci olan İsrailli eski asker Eran Efrati’nin Şucaiye saldırısına katılan birkaç askerle yaptığı röportaj çok yankı yapmıştı. Efrati, askerlerin aldıkları resmi emirle saldırıları yaptıklarını belirtirken bazı askerlerin açıklamaları tüylerimizi diken diken etmişti. Askerler tanklarla girdikleri Şucaiye’de hayali bir kırmızı çizgi çizmiş ve kendi aralarında onu geçen her kim olursa olsun öldürmeye karar vermişler. Ve çizgiyi geçen herkesi öldürmüşler. Şucaiye saldırısında öldürülme anı bir videoya çekilen ve görüntüleri hepimizi derinden sarsan 20’li yaşlardaki Salem Halil Şamali de işte böyle öldürülmüş olmalıydı. Videoda, bir keskin nişancı tarafından yaralanan Şamali’nin yerde uzandığı, ayağa kalkmaya çalışırken, silahsız olduğu halde tekrar ve tekrar vurulduğu görülüyordu.

Peki niye işgalci askerler büyük bir nefret ve intikam duygusuyla Şucaiye’de taş üstünde taş bırakmıyordu? Küçük bir araştırma yaparken yazar ve tarihçi Murat Bardakçı’nın bir yazısına denk geldim. Bardakçı, Şucaiye için ilginç tespitler yaparak şöyle yazıyor.

 

1917 Kasım’ında 32 Alay’ın 11. Bölüğü’nün ancak son neferinin de yıkılmasından sonra kaybettiğimiz Gazze’nin Mantartepe’si, İsrail bombalarının önceki gün en az 60 can aldığı bugünün Şucâiye’si’dir. Gazze’nin en stratejik tepelerinden olan “Şucâiyye”, yahut tam ismi ile “Hayye’l-Şucâiyye”, “Kahramanlar Mahallesi” demektir ve bundan sekiz asır önce, Memlûkler zamanında buraya yerleştirilen göçebe Türkmen ve Kürt boylarının 13. yüzyıldaki Haçlı seferlerini kahramanca durdurmalarından sonra bu ismi almış, mücadelenin hatırası bu isim ile yüzyıllarca muhafaza edilmiş, biz Şucâiye’ye orada bulunan “Ali Mantar Türbesi”nin isminden hareketle “Mantartepe” demişizdir.

Şimdi çoluk­-çocuk, kadın­ erkek denmeden hemen her gün dünya kadar masumun katledildiği Şucâiye, İngiliz mermileri ve bombaları ile bundan 97 sene önce işte böyle yüzlerce Mehmetçiğe de mezar olmuştu…

Dolayısı ile, bugün İsrail’in canını aldığı bîçare Filistinliler’in yanında dururken, Şucâiye’de 97 sene önce toprağa düşmüş ama artık kemikleri bile kalmamış olan 32. Alay’ın 11. Bölüğündeki yüzlerce Mehmetçiği de hatırlamamız şarttır!(Habertürk Gazetesi- 21.07.2014)

Saatlerce enkaza dönmüş birçok sokaktan geçip evlerin arasında dolaştık. Yerle bir olmuş Vefa Hastanesi’nin önünde parkur yapan birkaç genç buradaki hayatın belki de en çarpıcı manzaralarından biriydi. Bir yanda hastanenin hurdaya dönmüş tekerlekli sandalyeleri diğer yanda enkazlar arasında parkur yapan gençler…

Yolumuz Şucaiye’de bir okula düştü. Bombalardan nasibini alan Subhi Ebu Kereş İlköğretim okulunun hali içler acısıydı. Öğrenciler moloz yığınları arasında eğitim alıyordu. Girdiğimiz sınıflardan birinin duvarına asılı olan yeşil tahtanın ortası yoktu. Öğretmen delik deşik olmuş tahtaya bir şeyler karalamaya çalışıyordu.

Konuştuğumuz öğretmenler çocukların uyumakta zorluk çektiklerini, en çok korktuklarının başında savaş uçaklarının gürültüsünün geldiğini bu nedenle yüksek sese karşı hassas olduklarını söylüyordu. Onların korkularını yenmeleri ve yaşadıklarını biraz olsun unutmaları için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama bu yeterli değildi tabi, çünkü çoğunun ailesinden ya da yakınlarından en az bir kişi hayatını kaybetmişti ve yine çoğu öğrenci okuldan çıktıktan sonra harabeye dönen evlere gidiyordu.

Okul Müdiresi Sahra Delu; “Çocuklar okullarını ilk gördüğünde çok korktular. Bazıları ağlıyordu, psikolojileri oldukça bozulmuştu. Psikologlar aracılığıyla öğrencilerin rahatlaması için programlar düzenledik. Bu programlar onları biraz rahatlattı.” diyordu.

Çekim yaparken her sokak başında, kapı eşiğinde, camda veyahut bacada Gazze’nin şifalı hudâyinâbit dağ kekiği gibi çocuklarla karşılaşıyorduk.

İki milyona yaklaşan nüfusuyla Gazze’de 20 binden fazla yetim çocuk vardı o zamanlar. Şimdi bu sayı çok daha fazla. Çocukların çoğu savaşta anne ve babasını kaybeden çocuklardı… Yani çocuk cenneti olduğu kadar aynı zamanda bir yetim yurduydu Gazze. 2014’teki son saldırısında Gazze’de Birleşmiş Milletler’e göre bin 500 çocuk yetim kalmıştı.

Gazze dünyadaki en yüksek doğum artış oranına ve en büyük nüfus yoğunluğuna sahip yerlerden biriydi. Bu nedenle kilometre kareye düşen insan sayısı oldukça fazlaydı. Gazzeliler yok olmamak için doğuyorlardı. Birileri yok etmeye çalışırken yeniden ve binlerce var olmak, çoğalmak böyle bir şey olmalıydı.

Son saldırılarda tutuklanarak hapishanede işkenceyle şehit edilen Kadın Doğum Uzmanı olan Dr. İyad Rantisi bize ilginç bir bilgi vermişti. Rantisi “Gazze’de sezaryenli doğum oranı % 25 civarında. Ve sezaryenli doğumlar sekiz dokuz kere tekrarlanabiliyor. Genellikle bir kadın için sezaryen doğumun üçten fazla yapılmaması tavsiye edilir. Ancak çocukları çok seven Gazze’de bu durum geçerli değil. 8 defa sezaryenle doğum yapan kadınlar, en az bir defa sezaryen doğum yapan kadar sağlıklı…” demişti. Nasıl yani? Ama tüm bildiklerimiz… Bu arada şehit Dr. İyad Rantisi 50’si sezaryen olmak üzere ayda ortalama 200 doğum yaptırdığını söylemişti.

Şimdi ne doktor, ne hastane ne de bir Şucaiyye kaldı Gazze’de… Tek kalan ise bir avuç insanın dünyaya meydan okuyan destansı ve onurlu direnişi…