Gazze Ateşkesi ve İsrail’in Yeniden İran Hedefi
İki yıl süren Gazze Savaşı, İsrail–Filistin çatışma tarihinin en uzun ve en yıkıcı dönemlerinden biri olarak kayda geçmiştir. İsrail’in “Gazze soykırımı” iç kamuoyunda “güvenliğin yeniden tesisi” iddiasıyla meşrulaştırılmış olsa da savaşın sonunda ortaya çıkan tablo, askeri bir başarıdan çok stratejik ve diplomatik bir çöküşe işaret etmektedir. Bu durum yalnızca İsrail’in bölgesel konumunu değil, Batı dünyasındaki algısal meşruiyetini de derinden sarsmıştır. İsrail, Hamas’ın askeri kapasitesini geçici olarak sınırlamayı başarmış olsa da uzun vadede Batı’daki “mağdur” imajını kaybetmiştir. Avrupa kamuoyunda Filistin’e verilen desteğin kalıcı nitelik kazandığı; İsrail’in ise geleneksel müttefikleri nezdinde dahi ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya olduğu görülmektedir.
Holokost sonrası dönemde Batı dünyasında “Yahudilerin güvenli limanı” olarak idealize edilen İsrail, Gazze’deki geniş ölçekli yıkımla birlikte bu tarihsel anlatıyı kökten sarsmıştır. “Kendini savunma hakkı” söylemi uluslararası kamuoyunda meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş; İsrail’in operasyonları artık sistematik cezalandırma veya soykırım stratejisi olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde düzenlenen kitlesel protestolar, Batı toplumlarının İsrail’e yönelik geleneksel toleransının kırıldığını göstermektedir. Öte yandan Avrupa ülkeleriyle ilişkiler ciddi biçimde gerilemiştir. Bazı Avrupa devletlerinin Filistin’i tanıması, silah ambargoları, iptal edilen savunma anlaşmaları ve yatırım fonlarının çekilmesi, İsrail’in uluslararası alanda hızla yalnızlaşmasına yol açmıştır. Buna karşılık Hamas ve diğer Filistinli direniş grupları, savaşın sonunda kendilerini “yenilmiş” değil “direnmiş” bir güç olarak konumlandırmış; özellikle Gazze ve Batı Şeria’da artan halk desteği bu direnişin toplumsal meşruiyetini güçlendirmiştir.
İsrail, savaşın başında ilan ettiği Hamas’ı tamamen ortadan kaldırma ve sonrasında Gazze’yi işgal etme hedeflerine ulaşamamıştır. Bu tablo, İsrail’in beklediği “mutlak zafer”in gerçekleşmediğini açıkça ortaya koymaktadır. ABD Başkanı Donald Trump’ın diplomatik hamleleri ise savaşın son evresinde belirleyici bir rol oynamıştır. Trump’ın “rehinelerin dönüşü” üzerinden kurgulanan barış girişimi, savaşın sembolik bir finalle sonlandırılmasını amaçlamaktadır. Ancak bu girişim sahadaki temel sorunları çözmekten uzaktır. Hamas’ın silahsızlandırılması, Gazze’nin uluslararası idareye devredilmesi veya iki devletli çözümün yeniden gündeme alınması gibi konularda herhangi bir uzlaşıya varılamamıştır. Dolayısıyla Trump’ın “tarihi barış” söylemi daha çok kısa vadeli, taktiksel bir başarı olarak okunmalıdır. ABD’nin bu süreçte izlediği yaklaşım, çatışmanın yapısal nedenlerini çözmek yerine geçici bir ateşkesi “barış” olarak sunmakla sınırlı kalmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki Trump’ın barış planını benzersiz kılan unsur, ABD’nin İsrail–Filistin meselesine ilk kez “uluslararasılaştırılmış” bir model önermesidir. İsrail, Filistin sorununun uluslararasılaşmasını hiçbir zaman istememiştir.
Savaşın kalıcı biçimde sona erdirilmesini hedefleyen anlaşmanın ikinci aşamasına henüz geçilmemiştir. Bu aşamanın en kritik unsurları Hamas’ın silahsızlandırılması ve İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesini kapsamaktadır. Diplomatik analizler, söz konusu müzakerelerin ilk aşamalara kıyasla çok daha karmaşık ve zorlu olacağını öngörmektedir. Dolayısıyla kalıcı bir ateşkesin tesis edilmesi öncelikle Trump yönetiminin Gazze’ye yönelik ilgisini sürdürmesine ve bölgesel aktörlerin diplomatik çabalarına bağlıdır. Türkiye, Katar ve Mısır gibi ülkelerin yürüttüğü yoğun arabuluculuk faaliyetleri, mevcut kırılgan dengelerin korunmasında belirleyici rol oynamaktadır. Öte yandan son dönemde yaşanan Katar saldırısı, Körfez ülkelerine İsrail’in bölgesel ölçekte yükselen bir tehdit oluşturduğunu açıkça göstermiştir. Bu farkındalık, söz konusu ülkelerin İsrail’in etkisini sınırlamak ve bölgesel istikrarı korumak amacıyla ABD nezdinde daha yoğun diplomatik girişimlerde bulunmalarını teşvik edecektir. Dolayısıyla kalıcı bir ateşkesin inşası, yalnızca taraflar arasındaki askeri gerilimin sona ermesine değil, aynı zamanda bölgesel güçlerin stratejik önceliklerinde yaşanacak yeniden konumlanmaya da bağlıdır.
İran Yeniden İsrail’in Hedefinde
İsrail açısından Gazze’deki savaş, askeri bakımdan sınırlı hedeflere ulaşılsa da siyasi anlamda derin bir belirsizlik yaratmıştır. Hamas’ın askeri kapasitesi büyük ölçüde zayıflatılmış, tünel ağlarının önemli bir kısmı imha edilmiştir; ancak tamamen tasfiye edilememiştir. Bu nedenle İsrail, tam bir “zafer” söylemini iç kamuoyuna sunmakta zorlanmaktadır. Netanyahu hükümeti bu koşullar altında dikkatleri Hamas’tan İran’a çevirmekte ve ulusal güvenlik gündemini yeniden bölgesel düzleme taşımaktadır. Gazze’deki yıpratıcı operasyonların ardından İsrail kamuoyunda artan huzursuzluk, hükümete yeni bir tehdit anlatısı inşa etme fırsatı vermektedir. İran, bu anlamda hem dış düşman imgesi hem de ulusal birlik retoriği için yeniden uygun bir hedef olarak görülmektedir.
Yeni bir savaşın en temel itici gücü, İsrail’in taviz vermez güvenlik doktrininde yatmaktadır. Bu doktrin, bölgedeki hiçbir aktörün İsrail’in mutlak askeri üstünlüğüne ve hareket serbestisine meydan okuyabilecek bir caydırıcılık kapasitesine sahip olmamasını şart koşmaktadır. İsrail için “tam güvenlik”, komşuları için “tam güvensizlik” anlamına gelmektedir. On iki günlük savaş bu denklemi bozmuştur. İran, balistik füzeleri ve gelişmiş siber savaş yetenekleriyle İsrail’in hava savunma sistemlerini aşabileceğini ve topraklarına ciddi zararlar verebileceğini göstermiştir. Bu durum rasyonel bir perspektiften İsrail için caydırıcı bir faktör olması gerekirken, mevcut doktrin çerçevesinde tam tersi bir etki yaratmıştır. İran’ın kanıtlanmış bu yeteneği, kalıcı ve daha tehlikeli bir tehdit haline gelmeden önce yok edilmesi gereken varoluşsal bir sorun olarak algılanmaktadır.
Bu algı İsrail’i zamana karşı bir yarışa sokmaktadır. Tahran’ın Çin’den daha sofistike hava savunma sistemleri veya Rusya’dan modern savaş uçakları tedarik ederek savunmasını güçlendirmesine; aynı zamanda ülke içindeki istihbarat zafiyetlerini gidermesine olanak tanımak, İsrail için kabul edilemez bir risktir. Dolayısıyla İran’ın toparlanmasına fırsat vermeden belirleyici bir darbe indirme zorunluluğu, Tel Aviv’deki askeri planlamaların merkezinde yer almaktadır. Bu askeri zorunluluk, İsrail’in daha geniş “Büyük İsrail” vizyonu ve tüm komşularını zayıf, istikrarsız ve parçalanmış halde tutma stratejisiyle birleştiğinde, İran’ı bir sonraki “Suriye” veya “Lübnan” yapma hedefini ortaya koymaktadır. İlk savaş bu hedefe ulaşmada yetersiz kalmıştır; dolayısıyla ikinci ve daha kapsamlı bir saldırı, bu stratejik hedefin tamamlanması için kaçınılmaz bir adım olarak görülmektedir.
İlk savaşın İsrail açısından sonuç analizi, ikinci raundun hedeflerini daha net ortaya koymaktadır. İsrail’in ilk turda üç temel hedefi vardı: Birincisi ve en önemlisi, on yıllardır süren Amerikan direncini kırarak ABD’yi İran’la doğrudan bir askeri çatışmanın içine çekmekti. Bu hedef, sınırlı da olsa kısmen başarıldı ve stratejik bir kazanım olarak görüldü. Ancak diğer iki hedefte tam bir başarısızlık yaşandı. Rejimin üst düzey askeri ve sivil yetkililerini öldürerek İran’ı “başsız bırakma” girişimi, Tahran’ın 24 saat içinde bu isimlerin yerini doldurmasıyla sonuçsuz kaldı. Üçüncü hedef olan, saldırıların İran halkını rejime karşı bir isyana teşvik edeceği umudu ise tam tersi bir etki yaratarak ülkede güçlü bir milliyetçilik dalgasını tetikledi. İsrail için bu tablodan çıkan ders nettir: Kendi askeri gücü ve ABD’nin sınırlı, “tek seferlik” desteği, İran’ı stratejik olarak etkisiz hale getirmek için yetersizdir. Dolayısıyla ikinci bir savaşın en temel hedefi artık sadece İran’ı vurmak değil; çatışmayı hızla tırmandırıp İsrail’de ağır kayıplar verdirerek ABD’nin savaşa topyekûn ve uzun süreli müdahalesini kaçınılmaz kılmaktır.
ABD ve Uluslararası Konjonktür
ABD’nin bu krizdeki rolü stratejik bir çıkmazı gözler önüne sermektedir. Washington, on yıllardır İsrail’in İran’a yönelik doğrudan bir saldırı planına set çekerken mevcut Trump yönetimi bu kırmızı çizgiyi aşmış ve ilk savaşa “sınırlı” da olsa katılmıştır. İsrail’in temel stratejisi, ABD’yi topyekûn bir savaşın içine çekmektir. İsrail topraklarında yaşanacak ağır kayıplar, Amerikan kamuoyu ve siyaseti üzerinde savaşa tam teşekküllü müdahale edilmesi yönünde karşı konulmaz bir baskı yaratacaktır. Bu durum ABD’nin stratejik çıkarlarıyla tamamen çelişmektedir. Aynı zamanda bu, ABD–İsrail ilişkilerindeki temel bir paradoksu da gözler önüne sermektedir: Amerikan kamuoyunda İsrail’e yönelik eleştiriler tarihin en yüksek seviyesine ulaşmışken, Washington’daki siyasi mekanizma İsrail’e koşulsuz ve sınırsız desteğini sürdürmektedir. Bu “değişen söylem, değişmeyen politika” hali, İsrail’in uluslararası hukuku ve stratejik mantığı hiçe sayan eylemlerini mümkün kılan ana faktördür.
Ancak İsrail’in bir sonraki İran hamlesinde, Tahran tarafından yıkıcı bir saldırıya maruz kalmaması durumunda ABD’den önceki savaşta olduğu kadar kapsamlı bir destek görmesi pek olası değildir. Özellikle THAAD füze savunma sistemine yönelik 800 milyon dolarlık Amerikan desteği Washington’da ciddi bütçe tartışmalarına yol açmıştır. Trump yönetiminin iç politikadaki öncelikleri arasında İran dosyasının üst sıralarda yer almaması, Tel Aviv’in stratejik manevra alanını daraltmaktadır. Ayrıca İsrail’in Gazze’deki operasyonlarının uluslararası kamuoyunda yarattığı tepki, ülkenin diplomatik izolasyonunu derinleştirmiştir. Körfez ülkeleri dâhil birçok Arap rejimi artık İsrail’i İran’dan daha büyük bir istikrarsızlık kaynağı ve güvenlik tehdidi olarak görmektedir. Bu algı, İsrail’in İbrahim Anlaşmaları sürecinde elde ettiği kazanımları da tehlikeye atmaktadır. Dolayısıyla İsrail’in İran’a yönelik olası yeni bir saldırısı ne ABD’nin ne de bölgedeki Arap rejimlerinin geniş desteğini bulacaktır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi Tahran’ın İsrail’e yönelik ağır darbeleri ABD yaklaşımını mutlaka değiştirici bir faktör olacaktır.
Sonuç
Olası bir ikinci savaşın ilkinin bir tekrarı olmayacağı kesindir. İran, ilk çatışmada kaynaklarını idareli kullanarak uzun bir yıpratma savaşı stratejisine hazırlandığının sinyallerini vermiştir. Ancak ikinci rauntta, İsrail’in niyetinin rejimi devirmek ve ülkeyi parçalamak olduğunu bilerek çok daha farklı bir strateji izlenebilir. Tahran, İsrail’in böyle bir maceranın bedelini ağır ödeyeceğini göstermek için savaşın ilk anlarından itibaren elindeki tüm gücüyle İsrail topraklarını hedef alacaktır. Bu, İsrail içinde yüksek sivil kayıplarına yol açabilecek ve savaşı hızla bölgesel bir yangına dönüştürebilecek bir tırmanma sarmalını tetikleyecektir.
Netanyahu hükümetinin söyleminde baskın olan varsayım, İran’la yeni bir savaşa girilerek rejimin değiştirilebileceğidir. Oysa savaşın iç dinamikleri farklı bir gerçeği ortaya koymaktadır. İran yönetimi İsrail saldırısını ulusal birlik ve direniş söylemini güçlendirmek için kullanmış; rejim içi dayanışmayı artırmıştır. Yeni bir savaş rejimin çöküşünü değil; aksine İran milliyetçiliğinin konsolidasyonunu hızlandıracaktır. Daha yıkıcı bir ikinci savaş bu milliyetçi duyguları daha da pekiştirerek İran’ı, İsrail’in arzuladığının aksine, eskisinden daha bütünleşik bir yapıya kavuşturabilir. Ancak İsrail’in stratejik hesaplaması bu milliyetçilik paradoksunu aşmaya yönelik daha karanlık bir senaryoyu içermektedir. Bu plana göre amaç sadece bombalamak değil; İran devletinin merkezi komuta-kontrol yapısını tamamen çökertmektir. Eğer Tahran’ın özellikle Kürt, Azeri ve Beluç gibi etnik azınlıkların yoğun olduğu çevre bölgeler üzerindeki hakimiyeti kırılabilirse bir güç boşluğu yaratılmış olacaktır. İsrail’in ikinci adımda hedefi, bu boşluğu doldurmak için ayrılıkçı eğilimleri olan gruplara silah ve lojistik destek akıtarak iç çatışmaları körüklemektir. Amaç ülkenin kendi içinde bir “merkezkaç etkisiyle” parçalanmasını sağlamak ve İran’ı Suriye veya Lübnan gibi birbirleriyle çatışan zayıf fraksiyonlardan oluşan bir coğrafyaya dönüştürmektir. İran, önceki savaştan aldığı derslerle olası bir yeni çatışmaya daha hazırlıklıdır. Dolayısıyla yeni bir savaş hem daha yıkıcı hem de daha uzun soluklu olacaktır.