Gassal ve Üç Mesele
Ölümün soğuk yüzünü dram ve komedi arasında bu kadar güzel ve etkili anlatabilmek zor bir iş. Sosyal medyanın hemen her şeyi tükettiği bu dönemde her ne kadar Gassal de bazı replik (“Gassalim efendim. Ölü yıkıyorum. Sigortası da var…”, “Ben niye kimsenin bir şeyi olamıyorum baba!”, “Ölünce beni kim yıkayacak?”) ve müzikleriyle (Şahin Kendirci-İçim Yanar) bir grup kitlenin tüketim malzemesi haline gelmiş olsa da gerçek izleyiciler için derin sorgulamalara ve hesaplaşmalara imkân verdi ve “zevkleri bıçak gibi kesen ölümü” geniş kitlelere hatırlattı. Nitekim ben bu yazıyı yazmaya başladığımda Gassal’in birinci bölümü You Tube’da 21 milyon izlenmeye ulaşmıştı. (Erişim 8 Şubat 2025)
Gassal’i sosyolojik boyutlarıyla Baki’nin yalnızlığı ve travmalarıyla ilişkisi, Ahmet’in ev erkeği olması ve toplumsal cinsiyet, kalabalık yalnızlık, ebeveynlik gibi farklı cihetlerden ele almak mümkün olsa da merkezde yer alan ölüm teması tabii bir şekilde meselenin din ve inançla irtibatlandırılmasına imkân vermektedir. Zira ölüm, hayatı ve eğer iman ediyorsanız ahireti anlamlı ve değerli kılar. Nitekim Allah Teâlâ, Mülk Suresinde buna açık bir şekilde işaret etmiştir: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk Suresi 1/67) Gassal’i izledikten sonra ölümle irtibatlı üç meseleyi gündeme almak istedim (Belki senaristler diğer sezonlarda bu konuları ele alır.) ki bu yazının ana teması da ölümün kelâm ve felsefe geleneğinde “mesele” edilişine yöneliktir. Bu üç meseleden ilki “ölüm ve ecel” arasındaki irtibattır. Modern dünya insanı, ölümü sebepler zincirinin bir sonu olarak görerek eceli ve mahiyetini tamamen hayatından çıkarmıştır. Sağlık ve tıp alanında meydana gelen gelişmeler, insan aklının ölüme mutlaka bir gerekçe aramasına sebep olmuştur. Zira günlük hayatta karşılaştığımız her ölüm vakasında gayr-i ihtiyari bir şekilde “Neden ölmüş? Hasta mıydı?” diye soruyoruz. O sebep ya da gerekçe ortadan kalktığında ölüm gerçekleşmeyecek gibi?! Oysa ölümün tek ve gerçek sebebi, Allah’ın ilmi ve iradesiyle bağlantılı olarak eceldir, insan eceli bittiği için ölür. İslam kelamında “Maktul eceliyle mi ölmüştür?” sorusu bu yaklaşımın bir izdüşümü olarak ifade edilebilir. Ancak not etmek gerekir ki Ehl-i sünnete göre maktul, eceliyle ölmüştür ve maktul öldürülmeseydi yaşardı şeklinde bir anlayış doğru da değildir. Ölüm, ecel ve ömür oldukça sarmal ve girift bir kader problemidir. İnsanın yaşam süresi, çevresel ve genetik faktörler, sağlığa ve temiz gıdaya ulaşım gibi bazı etkenlere bağlı olsa da mümin için belirleyici olan Allah’ın kişi için tayin etmiş olduğu süredir. Ancak Allah da bu süreyi ilmi ve iradesiyle sünnetullaha bağlı olarak tayin eder.
İkinci mesele, birincisiyle irtibatlı şekilde ömrün uzatılmasına ve ölümün geciktirilmesine yönelik adımların gerçekten “iyi” olduğunun sorgulanmasıyla ilgilidir. Ölüme sebebiyet veren gerekçeleri (!) ortadan kaldırmaya yönelik olarak atılan her adım, uzun yaşama ve dolayısıyla ölümsüzlük fikriyle doğrudan bağlantılıdır. Baki’nin bir şekilde değinmesini istediğim diğer meselede bu ölümsüzlük fikri olurdu. Zira kadîmmedeniyetlerden bu yana, “ölümsüzlük” hep arzulanan bir olguydu insanlık için. Peki ölümsüzlük bir ütopya mı sahiden? Halbuki hiç düşünmedik, ya ölmeseydik! JoseSaramago’nun, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” isimli romanı, ölümün hikayesi, ölümsüzlüğün distopyası!
“Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir” diyor Saramago ama beni en çok “ölümün herhangi bir dış etki olmaksızın çalıştığı dönemlerde insanoğlundan daha az can aldığı unutulmaması gereken bir gerçektir.” cümlesi etkiliyor. İnsan olmaktan haya ettiğimiz bu günlerde ölümün bizim için ne büyük bir kurtuluş olacağını bilseydik, insanın ancak ölümle tamam olacağınıbilseydik, nenelerimiz gibi bizde; “Kızım! Ölüm bir nimet, ölümsüzlük musibet” der miydik?Bilseydik ölümün ilâhi ilmin ve kudretin bir tecellisi olduğunu; sormazdık belki “neden öldü?” sorusunu, anlardık belki o zaman “ecel gelmiş cihane baş ağrısı bahane” gerçeğini.
Hayatın, insanın ve ölümün değişen sınırları ve bunlara karşı Müslümanca bir duruşun gittikçe zorlaştığı bir dönemde Baki’nin bir de “ölüm hakikatte ne ki?” diye sormasını beklerdim. Sahi ölüm nedir? Kelamcılara göre insan, ruh ve bedenden müteşekkil bir varlık olduğundan İslam literatüründe ölüm, “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak ruhun bedenden ayrılma anına delalet eden açık bir nas bulunmadığından İslam alimleri ölüm anının tespiti konusunda birtakım belirtileri dikkate almışlardır. Bu bağlamda bilincin ve duyunun kaybolması, solunumun durması, kolların yana düşmesi, vücudun soğuması, morlukların oluşması, çürüme ve bozulma gibi emareler zikredilmiştir. Modern dönemlere gelindiğinde ise tıbbın ilerlemesiyle beyin ölümünün gerçekleşmesi kesin ölüm için işaret sayılmıştır. Oysa dijital çağ, insan bedenini giderek değersiz ve işlevsiz kılan bir anlayış üzerine kurulmuştur. Transhümanizm, yapay zekâ, gen teknolojisi gibi yeni gelişmeler felsefi olarak ciddi sorgulamalara neden olmaktadır. Nitekim bilincin bir tür veri olarak kabul edilmesi ve bedenin işlevini yitirmesinin ardından bilincin aktarılması ölümün gerçekte ne olduğuna dair bir dizi soruyu gündeme getirecektir. Bununla birlikte bilincin veya ruhun aktarılamadığı ancak bedenin kopyalandığı bir “ütopyada” biz kaybettiğimiz yakınlarımızın yerine konan “kopyalarla” özlemlerimizi giderebilecek miyiz? Black Mirror’ın ikinci sezonun“Hemen Döneceğim” isimli birinci bölümü tam da bu sorgulamayı ele almaktadır. Tıptaki ilerlemeler ve bazı müdahaleler, ecele iman etmiş bir inanan için nasıl algılanmalıdır? Bunlar kadere müdahale midir? Bu sorulara cevap vermek kolay değildir. Ancak kesin olan ilkeler üzerinden gidildiğinde tatmin olunacak cevaplara ulaşmak mümkündür.
İslam düşüncesinde insan ne yalnızca bedenden ibaret görülmüş ne de yalnızca ruh, bilinç olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla insan ne bir veridir ne de bir maddedir. İnsanın bu düalist yapısı onu tamam kılmakta bunlardan birinin eksikliğinde kâmil olamamaktadır. Her ne kadar transhümanizmveya bilincin aktarılması, ölümsüzlük ütopyasının (!) çaresiymiş gibi sunulsa da eksiktir; kemal değildir. Bu yüzden ölüm, ölen kimseyi kemâlata ulaştıran bir burak; yaşayan kimse için uyarıcıdır.
Ölümü ve hayatı yaratan Allah’a hamdolsun.