İspanyolların pasla Türklerin ise kalbiyle oynadığı oyunun adıdır futbol
Manuel Fernandes
Antalyamız bizim, biricik sevgilim
Söyle senden başka kimim var benim
Seninle ağlarım seninle güleri
Söyle senden başka kimim var benim
Türkiye’de seksenli yılların, hangi lig kategorisi hangi şehri hangi stadyumu olursa olsun en çok söylenen tezahüratıydı bu tezahürat. Elbette her şehir, başlangıç noktası olarak kendi şehrinin takımını seçerek… Burada şehir takımı ülke takımı mevzusunu es geçerek, ki o konu başka bir yazının konusu olabilir, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın da bu koroya “Cimbomum benim, Beşiktaşım benim, Fenerbahçem benim” diye yayılan bir sesle iştirak ettiğini söyleyebilirim.
Seksenli yıllar, arabeskin hem altın çağını yaşadığı hem de toplumun üst kesiminin, sağ ya da sol fark etmiyor, arabeske hayli mesafeli durduğu yıllar. Futbola bakışın da arabesk kadar olmasa da aynı kesimler tarafından tu kaka edildiği yıllar. Dolayısıyla yukarıda arabesk motifler taşıyan ezginin tribünlerde makes bulması, arabeskin yaşadığı altın çağ ile bir mütekabiliyet esası taşımasına mukabil o zamanlar şeref tribünü dediğimiz şimdilerde VİP tribünü dediğimiz mevki ile bir paradoks oluşturması mukadderdi sanırım. Gerek devlet ricali gerekse Türk entelijiyansası arabeski ne kadar alaşağı etmeye çalışıyorsa halk da o derece yukarı çekiyordu. Benim arabeskle tanışma zamanım, aşağı yukarı Türk futbolu ile tanışma zamanıma denk düşüyordu. 07 Gençlik’in peşinden Antalyaspor’un maçlarına gitmeye başladığım onlu yaşlarımın ilk çeyreği… Maçlara birlikte gittiğimiz arkadaşlarımın hepsi de mektepli değil. Bazıları ilkokul terk bazıları orta okul terk. Dolayısıyla çoğunlukla sanayide çalışıp harçlığını temin eden ve harçlığın bir kısmıyla maçlara giden arkadaşlarımın evlerine gittiğimde sıra sıra kasetlerle karşılaşırdım. Gün boyu sanayi dükkanlarında bolca dinledikleri için kulaklarının aşina olduğu sesleri, evlerin içinde de dinlemek istediklerinden odanın bir bölümünü baştan başa arabesk kasetleri ile donatırlardı arkadaşlarım. Başta üç büyükler Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses olmak üzere, Hakkı Bulut, Bergen, Kibariye, İbrahim Tatlıses, Ümit Besen, Arif Susam, gibi onlarca ses ile o odalarda tanıştım ben. Antalyaspor’un maçlarından önce yoğun bir yüklenme ile çıkardık evlerden. Futbol Hariç adlı kitabımdaki bir yazıda da anlattığım gibi ben Ferdi’yi seçmiştim. Ferdicilik o günlerden beri benim için bir nişane olmuştu.
Yazının yazıldığı şu gün itibariyle, Ferdi Tayfur’un kabrine bırakılan çiçekler henüz solmadı. Onun benden alıp gittiği bir parçanın hatırına sadır oldu belki de futbol ve arabesk ögelerini içeren bu yazı. Fakat Orhancı ya da Müslümcü olmuş olsaydım da yazının giriş kısmına Ferdi ile başlamak kaçınılmaz olacaktı. Zira üçü içinde gördüğüm ve teşhis edebildiğim kadarıyla futbola en yakın isim Ferdi Tayfur. Şüphe yok üçünün de taraftarı oldukları bir futbol takımı var lakin Ferdi Tayfur’da bu ölçüyü de aşan bir haslete, Fatih Terim hakkında söylediği sitayiş dolu sözler sonrasında iyice vakıf olmuştum. Tayfur’un futbol münasebeti sadece koyu bir Galatasaray taraftarlığıyla mahdut değil. Fotoğrafta da görüleceği üzere, 1980-1981 sezonunda oynanan Rizespor – Trabzonspor müsabakasından önce seremoniye katılarak Trabzonspor kaptanı Şenol Güneş’in yanında poz veriyor Ferdi Tayfur. Akşamında da Rize halkına konser veriyor.
Sadece bununla sınırlı değil Tayfur – futbol münasebeti. 1982 yapımı Sen de mi Leyla filminde Bodrumspor’un teknik direktörü olarak çıkmıştı Yeşilçam izleyicisinin karşısına. 1982 yılında 3.ligde mücadele etmekte olan Bodrumspor’un Ferdi Tayfur’un vefat ettiği zaman diliminde en üst ligimiz olan Süper Lig’de mücadele ediyor oluşu ise nereden nasıl okunur bilemiyorum doğrusu.
Futbol ve arabeskin ortak kaderinden bahsetmiştim yazının girişinde. Oraya dönecek olursak her ikisinin de bir isyanı bir başkaldırıyı temsil ediyor olması, kurulu düzene karşı bir savunma pozisyonunda olması bu ortak kaderin en başat ögesi şüphesiz. Zencilerin beyazlara karşı zaman içinde ellerinde nasıl ki bir blues müziği oluşmuşsa, futbolun da başlangıç noktası itibariyle aynı denklem içinde bir görünürlüğü vardı diyebiliriz. Özellikle Güney Amerika sahillerinden zenciler eliyle neşet eden futbol beyazlara karşı bir meydan okuma gösterisi şeklinde vuku bulmuştur. Zencilerin kendilerini en kolay ifade edebileceği kolaylığı ve akrobatik hüneri barındırması bunda bir avantaj olmuştur. Sadece zencilerle beyazlar arasında değil Güney Amerika ile Avrupa arasındaki iktidar mücadelesinde de futbolun Güney Amerika aleyhine bir görüntü arz ettiğini ilk Dünya Kupası organizasyonlarından anlayabiliyoruz. Jules Rimet öncülüğünde başlatılan organizasyonun ilk başlarda iki defa Avrupa’da bir defa Güney Amerika’da diye taksim edilmesinden anlaşılacağı üzere futbolun arabesk payesi Güney Amerika futboluna düşmüştür. Bugün Güney Amerika’da oynanan futbolun genel anlamda arabesk izler taşıdığını gözlemlemekte pek bir zorluk çekmeyiz sanırım. Gerek vurmalı çalgıların gerek üflemeli çalgıların arabesk içinde bambaşka bir haletiruhiyeye bürünmesi gibi, saha içinde birbirinden bağımsız hareketlerle bir intizam gözetmeyen Güney Amerika futbolu, bizzat arabesk motifler taşıyor desek abartmış olmayız. Güney Amerika’da futbolcuların varoş sayılabilecek, getto sayılabilecek mahallelerden çıkmış olması ya da çıkıyor olması, bizde de arabeskin kent burjuvazisine karşı, ya da dayatılan Batı müziğine karşı bir başkaldırı olarak çıkmasıyla birebir örtüşüyor olması, bu bağlantıda başvurabileceğimiz sağlam bir dayanak noktasını oluşturuyor.
Biz yine dönelim topraklarımıza. Tribünler, teknolojik olarak seksenli yılların bir hayli ötesinde. Statlarımızın mimarisi hemen hemen aynı kapasite ve aynı mimari ölçek ile dizayn ediliyor. Maç öncesi stadı dolduran taraftarların hoş vakit geçirebilmeleri için maçtan dakikalar öncesinde stat içi ambiyansa eşlik eden stat hoparlörü ve bir koordinatör, gerekli coşkuyu da gerekli hüznü de taraftarlara zerk ediyor. Bu koordinasyon içinde Müslüm Gürses melodilerine ilk olarak Adana tribünlerinde tesadüf etmiştim. Adana şehri neredeyse arabeskin doğduğu şehir payesine sahip olacağından ontolojik bir vakıaya ev sahipliği yapmıştı. Sonrasında tribünlerden gelen Müslüm Gürses şarkıları başka statlarda da kulağıma çalınmaya başladı. Buraya kadar enteresan bir vaziyet yok fakat Gürses’in sesini Trabzonspor’un bir maçı öncesinde Akyazı Stadı’nda da duyunca bir şaşkınlık yaşamadım değil doğrusu. Trabzonspor, kuruluşundan beri merkeze karşı bir başkaldırı portresiyle temayüz ettiğinden evet arabeskle doğrudan bir bağ kurmaya en yakın şehir olabilir belki ama Avni Aker Stadı’nda Sait Uçar, Cimilli İbo, Erkan Ocaklı gibi sanatçıların sesleriyle çokça haşır neşir olduğu için kulaklarım, yadırgamadım değil doğrusu Trabzon tribünlerinde arabeski. Fakat hep dediğim gibi futbol hayatın en önemli parçası ve hayat içindeki değişim ve dönüşümler ilk elden futbolda görünmeye başlıyor. Bundan kaçış yok.
Ferdi Tayfur’un dünya değiştirmesi sonucunda yazıldı bu yazı demiştim. Tayfur artık bu dünyada değilse bile futbol ile arabesk arasındaki doğal bağ varlığını sürdüreceğe benziyor. Her ne kadar arabeski terkip eden şartların Türkiye’de yok olması sonucunda arabesk son bulmuş gözüküyorsa da büyük çoğunluğun kalbine dokunduğundan arabesk bir şekilde uzun yıllar konuşulmaya devam edecek gibi duruyor.
Bilvesile gönlümden büyük bir parça koparıp götüren Ferdi Tayfur’a bin rahmet…