Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı.
Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp ‘çiftlik işlerinden anlar mısın?’ diye sormadan edemedi çiftlik sahibi. ‘Sayılır’ dedi adam, ‘fırtına çıktığında uyuyabilirim’.
Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı.
Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar:
Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu:
‘Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.’ Adam
yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: ‘Boş verin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya.’
Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu. Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu:
A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı.
Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı:
‘Fırtına çıktığında uyuyabilirim’.
20. Yüzyılın devleti ve toplumu
Türkiye toplumu heterojen bir kültür yapısına sahiptir. Eski Mezopotamya/Anadolu uygarlıklarından Akdeniz kültürüne, Türk göçebe törelerinden Kürt ve Arap geleneklerine, Balkan ve Kafkas göçmenliğinden İslam ve Bizans (Rum-Ermeni) kültürüne kadar çok farklı ve çelişik geleneğin bir araya geldiği ve yüzyıllar boyunca birlikte bulunduğu bir kültür terkibidir bu. Osmanlının dağılması sonrası adeta bir iç kale hükmündeki Anadolu coğrafyasında toplanan onlarca etnik unsur, inanç biçimi ve mezhep vardır.
Yine Cumhuriyet döneminden bu yana Türk ve Kürt milliyetçiliği, Kemalizm, liberalizm, sosyalizm ve İslamcılık gibi birçok ideolojik/siyasal akım, toplumsal taraftar sahibi olabilmiştir. Gerek eski gerek yeni medeniyet ve ideoloji türlerinin, din ve mezheplerin, kavmi gelenek ve törelerin şu veya bu şekilde özerk olarak varlığını sürdürdüğü ama hepsinin birlikte karşılıklı ilişki ve etkileşim içerisinde bir bütün olduğu kompleks bir kültür yapısıdır bu. Baskın ve belirleyici olan (halihazırdaki durumu göz önüne alırsak) iki ana segmenter kültüre (doğucu ve batıcı, gelenekçi-yenilikçi) indirgenebilecek olan bu yapı, Türkiye toplumunun anlaşılması ve değiştirilmesinde anahtar bir role sahiptir. Zira ülkenin her bir yanında bir başka kültür ve geleneğin hakimiyeti bulunmaktadır ve tek tip, homojen ve standart bir insan ve toplum kavrayışı böyle bir toplumda açıklayıcı olamaz.
Toplumun bu genel kültürel haritasının yanında, büyük şehir ve taşrada ekonomik ve sosyal sebeplerle oluşmuş birçok alt kültür daha sayılabilir. Seçkin, küçük burjuva, gecekondu, kasabalı, köylü, işçi kültürleri gibi. Bu zengin kültürel terkip, ülkenin doğusunda tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildikçe Taşra modernleşmesi şeklinde tezahür etmekte, batısında neoliberalizm yerleştikçe daha farklı kültürel versiyonlar üretmektedir. Bütün bu farklı kültür öbeklerin, gelişen İslami toplumsal kesimlerle birlikte alacağı yeni şekiller, yeni ve ilginç kültürel kombinezonlara yol açabilecektir. Bu çeşitlilik, şüphesiz Doğu Roma’dan Osmanlıya, en az 2 bin yıllık bir tarihin getirdiği çokkültürlü yaşama alışkanlığının ürünüdür. Nitekim Avrupa, Rusya, Çin gibi devasa coğrafyalara bakıldığında farklı olana, yabancıya, göçmenlere yaklaşımın son derece sekter ve ürkütücü olduğu görülmektedir. ABD gibi göçmen bir ülkede dahi son tahlilde WASP denilen ‘batılı-beyaz-anglo-sakson-protestan’ kimliğine dayalı Aryan ırkçılığı hala derin bir şekilde egemendir. Bu anlamda çoğulcu sosyal karakter, ABD ve Avrupa’da bir tehlike ama bizde toplumsal bir derinlik ve zenginliktir. Çoğulcu toplumsal yapı, bir yanıyla millet olmayı farklılıkların terkibiyle sağlayan tarihsel geleneğimizin devamının garantisidir.
Öte yandan bunu yönetemeyen tek tipçi faşizan politikalar ve bu millet terkibini kavrayamayan etnikçi ulusçu unsurlar sayesinde, daima toplumsal unsurlar arası çatışma riski de bulunmaktadır. Heterojen bir toplumu homojenleştirerek üniterleştirebileceğini sanan hastalıklı unsurların beyinlerindeki Prosrüktes yatağına uymayanları kesip biçen terörü, en önemli güvenlik sorunudur. Homojenite sadece ortak aidiyet, hukuk ve ideallerde olabilir ve gereklidir de, ama sosyal zenginliği ifade eden farklı kültür, dil, kavmiyet, mezhep, inanç ve ideoloji de tek tipçilik faşizmdir ve bir ülkeyi yok edebilen en tehlikeli zehirdir.
Son yüzyılda Osmanlının dağılma dönemi travmasına takılıp kalmış bir devlet hafızasının, en azından 600 yıl boyunca sürekli büyüyerek, sürekli yeni kültürel-sosyal ögelerle tanışıp kaynaşarak senfonik bir ortak kültür ve kimlik yaratan Osmanlı tecrübesine dönüp bakmasında yarar var. Dirlik ve düzen, normal işleyişle sağlanamayınca bazan iskan politikalarıyla, bazan gerekli savaşlarla bazan da zecri asayiş tedbirleriyle sağlanır. Doğu Roma ve Osmanlı tarihi, farklı grup ve toplulukları sisteme entegre ederek normal düzenin işleyişine katabildiği oranda dirliği ve düzeni kurabilmiş, bunu yönetemediği her durumda kaos ve kargaşa ortaya çıkmıştır.
Anadolu ve civarında hakimiyet, vahşi bir atın üzerinde sürekli hareketle ve atın dinginleşmesini sağlayan akıllı ritimlerle sağlanır. Akıllı ritim, adalet terazisi ve kılıcı ile merhamet kalkanıdır. Devletin terazisi, kılıcı ve şefkatinin doğru kullanımı yani adalet ve hukuk, bunun dengede tutulmasını sağlar. Yönetenler dengeyi bozarsa, kaos ve anarşi doğar, sosyal bozulma artar. Her şey bir tehdide dönüşür. Bu koşullarda devlet artı güç kullanarak dengeyi sağlamaya çalışır ve çoğu durumda ölçüsüz güç, kaosu daha da derinleştirir.
Çoğunluğun ev sahipliği ve Ötekileştirme
Toplumsal farklılıkları adalet ve merhametle yönetebilmenin ilk şartı, her sosyal grup ve camiaya saygı duymak, tanımak ve değer vermektir. Devlet veya devletin bir kısmı, toplum veya toplumun bir kesimi, kendini evin sahibi sanarak öteki yaratır ve ötekine dışlayıcı, aşağılayıcı, küçümseyici davranırsa, öteki, gerçekten ötekileşir, yabancılaşır ve kendine başka bir sahip arar. Özellikle toplumsal azınlıklar, bu sahipliği yabancı güçlerde aramaya başlar. Bu durum aslında devleti ve toplumun tamamını zehirler ve aslında çoğunluğu da kendine yabancılaştıran bir süreç başlatır. Heterojen kültürel terkibi ve dengeyi bozan her politika, her davranış, her düşünme biçimi, sadece az olanı değil, belki daha fazla çok olanı bozar. Çünkü her çok, azdan olur.
Sağlıklı bir toplumda hiç kimse kendini yabancı ve öteki hissetmemelidir. Ve hiç kimse de kendini tek ev sahibi gibi konumlandıramamalıdır. Bu kural sosyal adalet için de geçerlidir. ‘Hiçbir vatandaş bir başkasını satın alacak kadar zengin olmamalı ve hiç kimse kendini satmaya zorlanacak kadar yoksul olmamalıdır’. (J.J. Rouseau)
Kadim adalet dairesi bellidir; ‘Ordusuz adalet olmaz, vergisiz ordu olmaz, servetsiz vergi olmaz, adaletsiz servet olmaz’. Yani adaletsiz bir ortamda devlette toplumda hem madden hem manen yoksullaşır. Sadece maddi değil manevi yoksullukta bir çok fitnenin ana rahmidir.
21. Yüzyıl; Yeni segmenter çatışma eksenleri
Türkiye, Tanzimat devrinden yani modernleşme sürecinden kalma yenilikçi-muhafazakar segmenter ekseni artık aşmıştır.
Cumhuriyetin ilk döneminde yürütülen self kolonizasyon politikaları sonucu ortaya çıkan kamalizm kod adlı self-kolonizatörlerle asıl yerliler arasındaki çelişkiler de-arada bir nüksetse de- önemli ölçüde aşılmış, ama daha önemlisi 21. Yüzyıl için artık anlamsızlaşmıştır.
Yine 2. Dünya savaşı sonrası demokrasi dönemi boyunca özellikle darbeler döneminde planlanan toplumsal mühendislik ürünü ideolojik segmentler-milliyetçilik, solculuk, İslamcılık- artık hükümsüzleşmiştir.
12 Eylül sonrası yaratılan Kürt sorunu ve irtica/laiklik söylemli sorunlar da son 20 yıl boyunca gerek siyasi gerekse zecri tedbirlerle büyük oranda çözülmüş durumdadır.
Bütün bu 20. Yy kalıntısı çelişki ve çatışmaların tabii ki artçı sarsıntıları, birikmiş artıkları ve bunlardan geçinen siyasi esnaflarının devlet ve toplum içinde hala süren kısmi nüfuzları vardır. Ama son tahlilde, hem dünya hem ülkenin gidişatı bağlamında tayin edici, karar verici ulusal ve evrensel bir kıymetleri yoktur. Çünkü bütün bu segmentlerin hem paradigmaları hem de varoluş nedenleri artık kalmamıştır. Siyasal arenada Türkçüyle solcunun, milliyetçiyle İslamcının, sekülerle dincinin, kürtçüyle Atatürkçünün tekrar solcuyla sağcının İslamcıyla kemalistin farklı zamanlarda tuhaf, amorf ittifakları, buluşmaları, sentezleri, şaibeli işbirliklerinin nedeni bu artık can çekişen soğuk savaş ideolojilerinin varoluşsal krizidir ve ölümleri kaçınılmazdır. Avcı toplayıcılıktan yerleşik hayata geçen kabilelerin önceki dönemde yaşamsal ihtiyaçlarının araç gereçlerini yeni hayatlarında birer totem veya fetiş objesine dönüştürmesi gibi, geçmişin solcu, sağcı, kamalist, dini, etnik, mezhebi, meşrebi segmenter kabileleri de varoluşsal araç gereçlerini artık birer sembol ve totem yapıp bir süre daha tapınacaklardır. (Gençlerin eline Atatürk resmini veya İskandinav Runik alfabesinin harflerini Türklük adına veya Mecusi Aryan sembollerini kürtlük adına tutuşturanların bununla övünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Bu cahiliye alışkanlıkları, geleceğin değil, tükenen geçmişin çaresizlik semptomlarıdır. Animist-pagan alışkanlıklar her çağda nükseder.)
Bu geçmişin kabilelerinin artık toplumu motive eden, gençleri politikleştirip ergenlikten çıkartan, insanları sosyalleştiren ve siyasal sürece katan olumlu işlevleri, yerini anlamsız aşiret kavgalarına, kan davalarına ve küçük-modern gettolarda kurulan yankı odalarında birbirlerine konuşan yeni tip asosyal fanatizme bırakmıştır. Sosyal enerjiyi tüketen, toplumun zeki çocuklarını birer sosyopat kurbana dönüştüren, Ezidilerin etrafına örülen daireden çıkamaması gibi, kendi etraflarına çizdikleri kapalı birer dairede dönüp duran bu gettolar, gelen dalgayı göğüsleyebilecek yeni bir dinamizm yerine, kendileriyle birlikte bütün toplumu da şizofrenik bir çukura çekip tüketen birer gayya kuyusudur.
Yeni çağın temel çelişkileri
Tarih, son 500 yıldır kurumsallaşmış dinlerin, askeri tarım imparatorluklarının ve efendi-köle diyalektiğinin adım adım dönüştüğü modernleşme sürecinin de aşıldığı bir yöne evriliyor. Her yüz yılın özellikle 30 lu yıllarında patlayan bilimsel-felsefi icat ve fikirlerin sonraki on yılları dönüştürerek ilerlediği ve giderek daha hızlı akan bir nehir hatta sel olup aktığı zamanın bu son evresinde, 2030’lu yıllara yaklaşırken tekrar bir niteliksel sıçrama yaşanacağı bellidir. Kadim tarihi domine eden, temel değerleri şekillendiren ve özellikle siyasal-askeri düzenleri kurgulayan Ehl-i Kitab’ın (Hristiyanlık ve İslam’ın) kurumsallaşmış temsilcilerinin insanlığın yeni sorunlarına çözüm üretemediği, üretemedikçe hayattan dışlandığı ve dışlandıkça da fanatikleştiği bu süreç, ister modernlik ister kapitalizm isterse başka bir isimle anılsın, çok daha hızlanarak devam ediyor. Sosyalizm deneyiminin de frenleyemediği bu gelişme dinamiği artık dijital devrimle yeni bir evreye ulaşmış durumda.
Bilimsel düzeyde yeni fizik teorileri, ekonomik düzeyde finansal kapitalizm, askeri düzeyde insansız kitle imha silahları ve asimetrik savaş orduları ile ilerleyen bu sürecin şimdilik Amerikan yüzyılını sona erdirip Çin yüzyılına doğru ilerleyen rotası, çok daha şümullü ve sarsıcı bir fırtınayı işaret etmektedir.
Türkiye’nin -ve artık dünyanın-, bu fırtına eşiğinde en önemli, temel ve sahici ayrışması, birbirine paralel ama birbiriyle de ilişkili iki temel eksende şekillenecek gibidir.
İlki, yeni bilimsel-teknolojik devrimin yarattığı yeni ekonomik, askeri ve siyasal koşulların çelişkileri,
İkincisi ise bununla paralel olarak gelişen dijital-yapay araçların yarattığı insan türünün varoluşuna dönük bunalımlardır.
Yeni kast sistemi
İlk çelişki, eski Hint kast sistemine benzer bir yeni sınıfsal tabakalaşmayı evrenselleştirecek gibidir. Modern kapitalizmin bir düzene soktuğu ve bir şekilde yanyana yaşam koşullarında kentleştirdiği burjuva-proleterya, işçi-köylü, beyaz yakalı- kol emekçisi, hatta genel olarak zengin-yoksul dikotomileri, artık üst tabakanın alt kastlarla daha mesafeli olduğu, Üst tabakada en zenginler, yüksek bürokratlar ve askeri aristokratların yer aldığı, alta doğru ise eğitim düzeyi, meslek, iş kolu fark etmeksizin geniş bir çalışanlar sınıfı ve en altta dijital teknolojilerin yarattığı eğitimli işsizler ordusu, mesleksiz ayak takımı, mülteciler ve üretim dışı yoksullardan yaşlılar, hastalar, engellilerden- oluşan milyonlarca insanın yer aldığı bir piramit düzeni oluşmaktadır. Bu yeni sınıfsallığın klasik kapitalist düzenden en önemli farkı ise en alttakilerin yukarı çıkmasına müsaade eden mekanizmaların artık azalması veya çok katı şartlara bağlanmasıdır. Tıpkı Hint Kast düzeni gibi. Bu nedenle hem üst kastların otoriterliği, ölçüsüz zulümleri ve sömürü şiddeti daha da artacak, hem alt kastların tükenen insanlığına paralel olarak ölçüsüz tepkileri, sapkınlık çeşitleri ve yeni tip itaat ve isyan biçimleri artacaktır.
Bu süreçte devletler artık bu yeni düzeneğe göre reorganize olacak veya tasfiye olacaktır. Bu düzende sınıfsal çelişkiler alt sınıfların kendi arasında geçerlidir ve hiç kimse bizzat bu düzeni değiştirmeyi veya en üst kastla savaşmayı aklının ucundan bile geçirmez. Reenkarnasyon inancıyla yani bir sonraki yaşamda daha üst kastta doğarak önceki hayatın bedelini ödemekten kurtuluş beklentisine dayalı dinselliğin siyasal amaçlı kullanımını da icat eden bu Aryan faşizmi, tam da bu düzeni yıkan ve tüm insanları Allah nezdinde eşitleyerek onurunu iade eden İbrahimi-Ehl-i Kitap din’ini düşman bellemiş ve kurnazca yansıtma yaparak İbrahimi inançları egemen sınıfların yoksulları afyonlama aracı diye suçlayarak tasfiye etmiştir. Hala da bu kirli propagandaya devam etmekte, son kalan İslam dinini de gericilikle suçlayarak, inandırıcı olsun diye müslüman çoğunluğun da nefret ettiği gerçekten gerici-vahşi örgüt ve tarikatleri sürekli besleyip öne çıkartarak milyarlarca müslümanı insanlık nezdinde küçük düşürmeye çalışmaktadır. Aryan faşizmi, insanlaşma evriminin bir öncesindeki insanımsı vahşi türün insanlıktan intikam alma çabasıdır.
İnsan ve İnsanaltı türün kadim savaşı
Bu yeni Aryan çağı, muhtemelen 2030’lardan itibaren açıklanacak olan yeni bilimsel keşifler, yeni tarih, coğrafya, fizik, matematik, biyoloji keşifleri, yeni felsefi, dini yorum ve akımlar, yeni insan -yeni yaşam algıları ile yeni küresel resmi ideolojisini insanlığa dayatacaktır. Aile düşmanlığı, LGBT, cinsiyetsizlik, biyopolitik, porno, uyuşturucu, kumar, bahis, nedensiz eğlence, artık insanların ahlaki bir düşkünlüğü değil, normali yapılmaya çalışılacak ve kadim ahlaki değer ve ölçüler aşağılanarak Ehl-i kitap inançları tamamen yok edilmeye çalışılacaktır. İnsanaltı tür, henüz insanlaşma evrimini tamamlamadığı için kıskandığı gelişmiş tür olan insanı bozup kendine benzetmeye çalışır. Bu amaçla, kendi özellikleri olan atalar dini alışkanlıkları, animist-pagan ritüeller, ırkçılık, kavimcilik, şehvet-şöhret-güç tapımı, öldürme arzusu, alkol uyuşturucu bağımlılığı, sapkın cinsellikler, ruhçu -cinci mistik hezeyanlar, büyü,sihir,falcılık, heretik-rafızi inançlar, yobaz dincilikler, uzaylı saçmalıkları, nihilizm, deizm, ateizm vb animist-pagan alışkanlıkları sürekli teşvik etmektedir. Artık her tür ahlaksız, terbiyesiz, namussuz, hırsız, sapkın, ırkçı düşünce ve davranışlar değil, aksine ahlaka, namusa, dürüstlüğe, terbiyeye, sahici değer ve inançlara vurgu yapmayı aşağılayan, anormalmiş gibi suçlayan ve bir tür mobbingle insanlığa tahakküm eden bir ahlaksızlık faşizmi egemendir. Z kuşağı diye süsledikleri ve film-dizlerle aşina kılıp alıştırdıkları ahlaksızlıkları müptezel insan çöpleri, insanlığının gelecekteki baş belası olacaktır.
Hakikat ve yalan, İnsan ve Yapay-insan çelişkisi
Bu çağın ikinci temel çelişkisi, işte bu insan bozumunu ve düşkünleşmesini hedefleyen küresel ve yerel bütün unsurlarla bizatihi bütün insanlık arasındadır. Sorun artık efendi-köle, burjuva-proleterya, dindar-dinsiz, Hristiyan-Müslüman, Alevi-Sünni, Türk-Kürt vb, gibi kısmen de olsa gerçekliği olan sosyal farklılıkların çelişkileri değil, bizatihi insan olup olmama, insan kalabilme ile insan öncesine dönme kavgasıdır. Ki bu kavga zaten sınıfsal eşitsizliğin, sömürücü ve köleci düzenlerin ve efendi-köle diyalektiğinin insan türünün eşit ve özgür bir dünya kurması lehine yıkılmasını içerir ve hatta bunun temelidir.
Bu anlamda yeni çağın temel varoluş sorunu insan türü ile insanaltı türün, insanın varoluşsal hakikati ile bizatihi varoluşa düşman hakikat dışı yalanların, gerçekle gerçekdışının, sahici olanla yapay olanın ayrışması ve çatışmasıdır.
Yapay zeka teknolojisi, her şeyin sahtesini yaparak insanları bir süre sonra zihinsel illüzyonlara alıştırarak gerçeklikten kopartıp, sahici olanla sahte olanı ayrıştıramayacak bir zihinsel format atacaktır. Bu kabus senaryosu, zaten binbir nedenle birbiriyle didişen insan yığınlarını artık paralel dünyalar kurarak metaverse evrenlerinde bitmeyen çatışmalarla tüketecektir. İnsanların para, mal, mülk, makam, şehvet vb zaafiyetleri, bu yapay zeka dünyasında cep telefonu gibi herkesin eline tutuşturulacak aletlerle sahte bir metaverse dünyasında tatmin ederken, gerçek dünyada mikroplar gibi birbirini yiyen, ötekine güvenmeyen, bencil, ruhsuz, duygusuz, sapkın paryalar toplumu oluşacaktır.
İnsanlar ve toplumlar artık kim gerçek insan kim değil, hangi söz samimi hangisi değil, ne yalan ne doğru ayrımını yapabilecek bir donanımdan yoksun kılınmadan, insan türünün bu varoluşsal farkını korumak için akıl, erdem ve idrak gibi temel nitelikleri korumaya çalışmalıdır.
Devletler, kadim görevleri olan akıl, nesil, can, mal ve inanç emniyetini temin etmeyi artık daha şuurlu bir idrakle anayasalarının ilk maddesi yapmalıdır.
Fırtına Çıkınca…
Yaklaşan fırtına budur ve geçmişin bütün toplumsal segmentleri, etnik kabileleri, siyasi aşiretleri, ideolojik grupları, dinsel oluşumları ve tabii ki bizzat devletlerin kendisi, ciddi bir tehditle karşı karşıyadır. Herkes geride kalmış hesapların rövanşıyla uğraşırken alttan başka bir rüzgarın uğultuları gelmektedir ve aklı selim herkese düşen işte bu yaklaşan fırtınaya hazırlanmaktır. Bunun için insanımsı yaratıkları evrimleştirerek insanlaştıran ilahi değerlerin yani İbrahimi-hanif din’in, tekrar mevcut yozlaşmış kurumsal dinsellikleri de tasfiye ederek, insanı tekrar aziz kılacak ve özündeki seçilmiş haleflik asabiyesiyle buluşturacak bir savaşa girmesi, dayatılan düşkünlüğe karşı özgürleştirici bir direnişe geçmesi gerekir. Bu, insan türünün akıl, erdem ve hürriyet davasıdır ve bütün jeopolitik, ideolojik, felsefi ve dini çelişkileri sahteleştirip gerçek bir evrensel mücadele sayfası açacaktır.
Tek tek her bireyin bizatihi kendi özelinde ve her siyasal ideolojik sivil grubun da kendi iradeleriyle bu dönüşüme yönelmeleri şarttır. Bireyleri ve grupları aşan ulusal ve evrensel bağlamda ise tabii ki önce devletlerin gerekli tedbirleri alması, gündelik siyasetin artık bayağılaşmış ve bayağılaştırıcı kavgalarına son verip asıl bu evrensel beka sorunu temelinde ülkeyi yeniden formatlaması gerekmektedir.
Türkiye, İslam’ın İbrahimi-Hanif-Ehl-i Kitap özünün bin yıllık pratikten süzülmüş evrensel bir yorumuyla, kendisine dayatılmış self kolonizasyon misyonunu terk ederek frankofon laikçilik- Anglofil sekülercilik gibi sabataycı kumpaslarından kurtulabilirse, ulusal ve bölgesel barış düzeninin ve üniversal bir medeniyetin kalbgâhı olmaya adaydır. Çünkü mesele batıcıların saldırdığı, gelenekçilerin de köylülüğü din diye savunmaya geçtiği absürd çatışma konularından biri olan din-devlet ilişkisi gibi düzeysiz bir sahte sorun değil, uygarlık ve insanlık düzeyinde daha ciddi bir konudur. Ve bu ciddi mevzular self kolonizatör unsurların yani batıcı zümrelerin beynini de, karar yetisini de aşar.
Yine Türkiye, Heterojen toplumsal terkibini geçen yüzyılın segmenter çatışma nedenlerini ortadan kaldırarak senfonik bir milletleşmeye dönüştürebilirse ve devlet-i Aliyye ruhuyla kendini formatlayabilirse, 21. Yüzyılına daha umutla girebilecektir. İşte o zaman iç politika da dış politika da eğitim, sağlık, ekonomi, tarım ve kültür de farklı bir bağlamda, geleceği kuran bir inşa ruhuyla gerçek bir yenilenmenin konuları olacaktır.
Ülkemizi çağdaşçılık kolpasıyla, Haçlı batının 1204 Latin istilasında yapamadıkları latinize etme misyonunu üstlenmiş olan batıcı zümreler, 1920′ lerde milletin çaresizlik koşullarında devleti gasp edip, İslamı, Türklüğü, Kürtlüğü, Araplığı, Aleviliği, Sünniliği diğer kimlikleri sabataycı formatla deforme etmişlerdi. Osmanlıyı yıkıp dünyayıda ülkemizi de latinize etmeye yönelen galiplerin amaçları için kendini kurtarıcıymış gibi dayatıp aslında batının kolonizatör nöbetçisi yapmış olan bu zümrelerin kof kibri ve hala süren küstah halk düşmanlığı yok edilmeden, yani tepeden tırnağa bu kolpa düzenin ürettiği sorunları ve sonuçları tasfiye edilmeden, bu ülke hak ettiği tarihsel ve evrensel yeniden doğuşunu asla yaşayamayacaktır.
Ancak böyle bir siyasal irade ve idrak ortaya çıkarsa işte o zaman, ‘fırtına çıktığında uyuyabiliriz’.