Fas’ta Dinî Sabiteler Ve Toplumsal Birlik

Fas’taki dinî hayatı anlamanın en kestirme yolu, din ile devletin tarih boyunca kurduğu dengeli ittifakı doğru okumaktan geçer. Bu ittifak, yalnızca kurumların iş birliğini değil; inancın, fıkhın ve ahlakın toplumla kurduğu sürekli bağın da ifadesidir. 789–985 yılları arasında hüküm süren İdrisî hanedanlığından itibaren siyasi istikrarla birlikte şekillenen bazı dinî kabuller, günümüzde ‘dinî sabiteler’ (es-sevâbitü’d-dîniyye) adıyla Fas’taki dinî yaşamı belirlemeye devam etmektedir. Sabiteler, âlimlerin inanç, amel ve ahlakta kazandırdığı istikrarın halk tarafından benimsenmiş hâlidir. Ancak bu sabiteler, donuk kurallar değil; değişmez ilkeleri korurken aynı zamanda geniş bir tercih alanı sunan çerçeveler olarak anlaşılmaktadır. Yani ilke sabit kalırken, uygulamalar bağlama göre esneyerek toplumsal gerçekliği karşılamaktadır. Böylece hem Faslı Müslüman için dindarlığın temellerini oluşturur, hem de toplumu bugünün ihtiyaçlarına yönlendiren ve geleceği düzenlemek üzere içtihat kapılarını aralayan dünyevî esasları içerir. Dört ana sütun üzerinde yükselen bu sabiteler; Emirü’l-Müminîn kurumu, Malikî fıkhının hukukî geleneği, Eş’arî akidenin itikadî dengesi ve Cüneydî tasavvufun ahlak merkezli yaklaşımıdır. Bu dört unsur, sadece geçmişin mirası olarak kalmamış; bugün de günlük hayatı yönlendiren, hukuku şekillendiren, eğitime ve din hizmetlerine rehberlik eden, toplumsal istikrarı pekiştiren canlı ve dinamik dayanaklar olarak varlığını sürdürmektedir.

Yaklaşık on üç asırdır kesintisiz biat yoluyla tazelenen monarşi düzeninde kral için kullanılan ‘Emirü’l-Müminîn’ unvanı, onun yalnızca siyasal bir otorite değil, aynı zamanda dini yaşamı koruyan ve gözeten bir makam olduğunu halka hatırlattığı varsayılır. Bu unvan, kralı ilahî dokunulmazlığa sahip mutlak bir otorite gibi göstermeyi değil; dini değerlerin korunması, toplumsal birliğin gözetilmesi ve manevi hayatın düzenlenmesi sorumluluğunu ifade eder. Halkın zihninde tarihsel sürekliliği olan bir misyonun sembolü olarak yer alan ve anayasayla da güvence altına alınan bu kurum, hutbelerin içerik standardı, imamların yetiştirilmesi ve din eğitiminin çerçevesi gibi konuları düzenlemek hususunda, din hizmetlerinin ortak bir dil ve usulle yürütülmesini sağlar. Bu sayede dini hayatın toplumsal huzuru bozabilecek ayrışmalara kapı aralamadan, birlik ve sükûneti esas alan bir düzen içinde sürüp gitmesi öngörülür.

İkinci dinî sabite olarak Malikî mezhebi, Fas’a ilk defa hicrî 3. yüzyılda ulaşmış, özellikle Medine ve Kayrevan’dan gelen fakihlerin İmam Mâlik’in görüşlerini bölgede yaymalarıyla kök salmaya başlamıştır. Emir II. İdris’in Malikî mezhebini açıkça desteklemesi, mezhebin kısa sürede kabul görmesinde belirleyici olmuştur. Yönetimin bu desteği, Malikîlik öncesinde Fas’taki parçalı dini yapıyı büyük ölçüde ortadan kaldırmış ve zamanla Malikîlik ülkenin en yaygın mezhebi haline gelmiştir. Bugün Fas’ın gündelik hayatına bakıldığında Malikî fıkhın etkileri açıkça görülür. Metinlerdeki hükümlerin hayatta etkin biçimde uygulanması, örfe değer verilmesi ve maslahata öncelik tanınması, bu mezhebi toplumun her kesimi nezdinde makbul kılmıştır. Bu kabul, evlilik ve miras gibi aile hukukunda yerel örfün gözetilmesinde, ticaret ve sözleşmelerde kolaylığın esas alınmasında, toplumsal düzeni sarsacak güçlüklerin giderilmesinde ve Ramazan ile bayram uygulamalarının yerel kültürle uyumlu şekilde yaşatılmasında açıkça görülmektedir. Bu yaklaşım sayesinde dinî yaşam, salt kurallar silsilesine indirgenmemiş; kamusal düzenle uyumlu bir bütünlük kazanmıştır. Asırlardır Karaviyyîn Camii’nin ilim halkalarından taşranın küçük köylerine kadar uzanan bu çizgi, dinin dilini halkın anlayacağı dile tercüme etme başarısı olarak okunmalıdır. Mezhebin toplumca benimsenmesiyle birlikte, bahsi geçen uygulamalar ve daha birçok alandaki düzenlemeler tartışmasız biçimde yaşama yansımış; böylece Fas’ın hem dinî kimliğini hem de toplumsal birliğini ayakta tutan temel unsurlardan biri haline gelmiştir.

Üçüncü dinî sabite, inanç dünyasına akılcı ve dengeli bir bakış kazandırdığı kabul edilen Eş’arî akidesidir. Bu çizgi, ifrat ile tefrit arasında mutedil bir yol tutarak, tartışılan konulara derinlemesine vâkıf olmasalar bile söylem düzeyinde halkın gönlünde karşılık bulmuş; aynı zamanda Fas akademisinde İslami ilimler alanındaki çalışmaların çerçevesini -kimi zaman sınırlayıcı bir düzeye varacak şekilde- şekillendirmiştir. Teşbih ile tenzih, nakil ile akıl, literalizm ile te’vil arasındaki gerilimleri yatıştıran bir köprü işlevi gören bu akide, Fas’ta din dilini daha esnek bir zemine oturtmuş ve toplumun farklı eğilimlerinin tekfirci, dışlayıcı bir söyleme maruz kalmadan bir arada yaşayabilmesine imkân tanımıştır. Faslılar için bir miras niteliği taşıyan bu akide, inanç alanında çeşitliliği tehdit değil, zenginlik olarak gören bir anlayışı beslemiş; bireylerin ruh dünyasında güven ve huzur, toplumsal hayatta ise birlik ve istikrar sağlamıştır. Bu nedenle Eş’arî akidesi, sadece bir teolojik tercih değil, Fas’ın dinî kimliğini ve toplumsal barışını asırlardır koruyan temel dayanaklardan biri olmuştur. Günümüzde de itikadî meseleler tartışma konusu yapılmaksızın, halkın tüm kesimleri tarafından en uygun tercih olarak benimsenmeye devam etmektedir.

Fas’ta dördüncü dinî sabite olarak benimsenen Cüneydî tasavvuf yolu, tasavvufu şeriatla uyumlu, ahlak merkezli ve dengeli bir çizgide tanımlayan anlayışı ifade eder. Bu yaklaşım, dünyadan el etek çekmek yerine kalbin arınmasını, ahlaki terbiyeyi ve sorumluluk bilincini öne çıkarır. Bu nedenle Faslılar nezdinde, inançla ameli, zikirle toplumsal sorumluluğu birleştiren bir tasavvuf mirası olarak kabul görmüştür. 9. yüzyılda Bağdat’ta yaşamış sûfîlerin önderi Ebu’l-Kāsım el-Cüneyd el-Bağdâdî’nin öğretilerinden beslenen bu yaklaşım, tasavvufu aşırılıklardan uzaklaştırıp kalp terbiyesi ve güzel ahlaka odaklandırmıştır. Bu sebeple Faslılar için tasavvuf, dünyadan kopuş değil; kalbi arındırırken sorumluluk bilincini artıran, toplumsal hayatla uyumlu bir maneviyat yolu olmuştur. Zikir meclisleri, vakıf geleneği, paylaşma kültürü bu anlayışın halk arasında güçlü bir karşılık bulmasını sağlamıştır. Fas, tasavvufî eğilimlerin güçlü şekilde hissedildiği, zaviyelerin aktif olarak toplumsal hayata yön verdiği bir ülkedir. Herkes bir tarikata intisap etmese de tasavvufun manevi iklimine duyulan ilgi son derece yaygındır. Cüneydî çizgi dışındaki tarikatlar da kayda değer bir varlık gösterse de devlet otoritesi tasavvufu şeriatla uyumlu, ölçülü ve ahlak merkezli bir zemin üzerine oturtan Cüneydî yolu ‘orta yol’ olarak benimsemiş ve bu çizgiyi teşvik etmiştir. Bu nedenle tasavvuf, Faslıların nazarında yalnızca bireysel bir mistik deneyim değil; dinî kimliği tamamlayan, toplumsal barışı koruyan ve birlik ruhunu canlı tutan temel dayanaklardan biri olarak kabul edilmiştir. Kutlamalarda, düğünlerde ve hatta gündelik eğlence ortamlarında kullanılan müziklerde dahi tasavvufî bir ton hissedilir. Peygamber’e salavatı ve methiyeyi içeren pek çok sözlü müzik, yalnızca dindar çevrelerce değil, toplumun muhafazakâr sayılmayan kesimlerince de kültürel bir miras olarak tartışmasız biçimde sahiplenilmektedir.

Fas’ta dinî sabiteler, devlet otoritesinin de arzuladığı biçimde toplumun din üzerinden kutuplaşmasını büyük ölçüde engellemiştir. Toplumsal ya da ekonomik meseleler farklı görüşlerle tartışılabilse de dinî konuların sosyal hayatta tartışma konusu yapılmasına pek rastlanmaz; çünkü halkın genel din algısı, üzerinde ittifak edilen bu sabiteler etrafında şekillenmiştir. Bu kabullerin aynı zamanda bir ‘Faslılık kimliğini’ koruma eğilimiyle de yakından ilgili olduğu görülür. Uluslaşma bilincinin etkisiyle, Faslılar için ortak sayılan birçok unsur herkesçe tartışmasız benimsenmiş, böylece bu sabiteler kimlik ve aidiyetin de taşıyıcısı hâline gelmiştir. Bu durum, bireylerin kendilerini mutlaka ‘İslamcı’ ya da ‘muhafazakâr’ olarak tanımlamasını gerekli kılmaz; zira sosyalist veya komünist fikirlere yakın duran kesimler bile sabiteleri sorgulamak yerine onları gelenekle bütünleşmiş bir miras olarak kabul eder. İstisnai bazı yapılar bulunsa da ülkede ne seküler ya da laik bir yaşam biçimi kitleselleşmiş, ne de radikal sayılabilecek İslamî eğilimler ciddi bir toplumsal zemin bulabilmiştir. Bu tür yönelimler daima sınırlı ölçüde var olmuş veya marjinal düzeyde kalmış ve otoritenin gerekli gördüğü yerde de sansürlenmiştir.