Esed İşkence Düzeni, Bütün Müttefiklerinin Üzerine Çöktü

Esed rejimi, İsrail’in kurulmasının ardından Soğuk Savaş şartlarının var ettiği bir saf kötülük düzeniydi. Dünyanın birçok yerinde katliam yapan, etnik temizlik yapan rejimleri biliyoruz. İşte İsrail, gözümüzün önünde bir soykırım gerçekleştiriyor. Ancak bütün bu kötülüklerin belli tarihsel şartlar içerisinde ve belli bir süre devam edebildiğini biliyoruz. En azından yaşanan şiddetin bir siyasal bağlamı, hedefi olduğunu yani nihayetinde “bir siyasetin aracı” olduğunu biliyoruz. Bu insanlık düşmanı girişimlerin belki de ahlaksız ve zalimce olanı Filistin’de bir asra zamandır yaşanıyor. Ancak İsrail’in katliamcı politikaları bile ağır bir güç asimetrisi içerisinde belli bir siyasal zemine oturtmak mümkün. İşgalci ve katliamcı bir güç, teolojik bir sapkınlığın rehberliğinde, dünyanın en güçlü devletlerinin desteğiyle imkânsız bir siyasal misyonu hayata geçirmeye çalışıyor. Hala da ne kendisini ne de dünyayı başarılı olacağına inandıramıyor. “İsrail 100. Yılını görebilir mi?” sorusu oldukça ciddi bir soru olmaya devam ediyor. Zira her türlü gücüne ve desteğe rağmen ümidi ortadan kaldırmaya gücü yetmiyor.

Oysa Suriye’de, şunun şurasında birkaç hafta öncesine rağmen, yıllardır bütün fedakarlıkları yapan Suriyelilerin ezici çoğunluğu da olmak üzere, çok az kişi için Suriye’de bir ümit kapısı aralanabilirdi. Zira yarım asrı aşkın bir süredir kesintisiz devam saf işkence düzeni içerisinde, ümide yer kalmamasında şaşılacak bir durum bulunmuyor.

Esed rejimi ne İsrail’in soykırımına ne Hitler’in Holokost’una ne Ruslar’ın Holodomor’una ne Suharto’nun katliamlarıyla mukayese edilemeyecek kadar emsalsiz bir örneği teşkil ediyor. Zira dünya örnekleri ya sadece bir etnik gruba, belli bir siyasi çizgiye ya da dini gruba yönelik belli bir süre devam eden ve nihayetinde biten katliamları içeriyor. Ayrıca bu soykırımların oturduğu bir kanlı jeopolitik hedefte bulunuyor. Bu katliamların ve soykırımların boyutu elbette Suriye ile mukayese edilmeyecek kadar büyük, insanlığın en zalimce anları olarak kayda geçti. Ancak bütün bunlara rağmen, hiç birisi yarım asırdan daha fazla devam edebilen salt “işkence rejimi” olmadılar. İşkence rejiminden kastımız, rejimin bidayetinin de nihayetinin de işkence olması ve başka da bilinen hiçbir özelliğinin olmamasıdır.

61 yıllık Esed rejiminin işkenceden başka hiçbir fonksiyonu olmadı. Zira bu işkence düzeninin ne ülke içerisinde iktidarı korumakla ne de bölgesel jeopolitik kavşakta var olmasıyla bir alakası olmadı. Kötülük için kötülük yapan, sadist olduğu için zulüm yapan, işkenceleri ahlaksız bir siyasetin aracı bile olmayan saf zalimlik ve sapkınlık. Zira yıllar önce Türkiye kendisine el uzattığında, bu işkence düzenine son vererek değişimi tercih etseydi bugün bambaşka bir Suriye ve hatta bölge olabilirdi. O yıllarda Türkiye’nin teklifini reddeden, Suriye halkının sesini duymayan Esed’in destekçilerinin planına esir olduğu, etrafını saran mezhepçi fanatizme mahkûm olduğu düşünülüyordu. Oysa Esed’in destekçilerinin rejimi ortada nasıl bıraktığına bakınca, Esed’in bizatihi müptela olduğu işkence düzeninden vazgeçemediğini, sadist bir sapkınlıkla ancak bu düzenin içerisinde yaşayabildiğini daha iyi anlayabiliyoruz.

Hem İran Hem İsraille Sadizm Ortaklığı

Zira Esed’in bir taraftan Tahran’la tam bir vekalet ve vesayet ilişkisi içerisinde iken tam teşekküllü bir İsrail aparatına dönüştüğünü, bir taraftan Hizbullah’la her türlü ilişkiye girerken diğer yandan İsrail ordusunun sıradan bir operasyon devleti haline geldiğini biliyoruz. Ortaya saçılan resmî belgeler, durumun yıllardır analiz yoluyla “İsrail’in en konforlu düşmanı Suriye” tespitinin aslında oldukça naif olduğunu gösteriyor. Yaşanan, Suriye rejiminin İsrail’in oldukça sıradan bir aracı olduğundan ibaretmiş. Hizbullah ve İran vekil güçlerinin İsrail’in gözetiminde var olmalarını sağlayan oldukça işlevsel bir rejimmiş. Tahran’ın bu durumu bilmesine rağmen, yıllardır kendisini bile inandırmakta zorlandığı, “Direniş Ekseni” Şam’la çalıştığını düşünürken Tel Aviv’in hemen her şeyi manipüle etmesini senelerdir seyretmiş. Kısaca bölgenin ve dünyanın Ortadoğu denklemlerinde Suriye’ye yüklediği anlamlar ve fonksiyonların Esed rejiminin umurunda olmadığı, tek fonksiyonunun işkence düzenini sürdürmek olduğu artık “Esed’le konuşulsun” kampının dışındaki hemen herkesin kabul ettiği bir gerçek oldu.

Bu düzeyde ve bu kadar uzun süre bir rejim sadece işkence etmek için nasıl var olabilir? Sadizmden başka hiçbir niteliği olmayan, kendi halkına işkence etmekten sapkın bir mazoşist zevk alan bir rejim niçin var olur? Niçin var olduğuna dair analizlerimiz elbette mevcut. Benzer şekilde nasıl var olduğuna dair de farklı yaklaşımların ekonomik, siyasal ve jeopolitik tafsilatı da mevcut. Ancak böylesi bir işkence rejiminin var olmasını savunanların dünyasına dair de bir açıklamamız var mı? Sadist bir rejiminin mazoşist tabiatı mı daha vahşice yoksa akla ziyan işkence düzeninin devamını çılgınca savunmaya ve rasyonelleştirmeye çalışan akıl mı?

Sadist rejimin avukatları hala niçin utanmıyor?

Bu sorular niçin bizim derdimiz olmalı? Çünkü işkence rejiminin müdafaasını yapan, rejim çökünce evladını kaybetmiş gibi kahrolan bu insanlarla beraber yaşıyoruz. 11 yıl önce Banyas’ta, Dera’da, Hama’da, Şam’da, Guta’da çocukların kan gölünde boğulmayacak kadar zalim, gaddar ve ciğersiz olanlar bugün Sednaya’da göğü inletecek acılarda boğulurlar mı? Ne düşünüyorlar mesela, Esed’in kaybetmesiyle yaşadıkları yıkımı Sednaya insan mezbahanesindeki manzaralara bakarak bir nebze olsun rahatladıklarını mı? İnsanların seyrederken bile kahrolduğu manzaralar, bunlar için “bir nebze olsun Esed’in çöküşüyle yaşadıkları yıkımı tazmin eden bir duygu” mu veriyor?

Suriye krizi ve Esed rejimine dair 2012’den beri yazdığımız satırların ve analizlerin bu aşamada fazlaca bir anlamı yok. Hiçbir analiz bu rejimin yıkılmasından daha gerçekçi bir resim sunamaz. Sonrasında olacaklara dair kibirli hiçbir değerlendirme de nasıl bir geleceğin Suriye’yi beklediği de nasıl bir bölgesel düzenin şekilleneceği ortadan kalkan bu işkence düzeninden daha korkutucu olamaz. Elbette bütün devrimler sonrasında kaosun ortaya çıkması beklenen bir gelişmedir. Suriye’de bir kaos döneminin oluşması için yeterince aktör ve jeopolitik zemin vardır. Ama seneler sonra ilk kez yüzleri gülen masumların hatırına, çoğu Esed’i kaybetmenin acısını realist jeopolitik risk analizleriyle telafi ederek, korku yaymaya çalışan felaket tellallarını bir süre göz ardı edebiliriz.

Suriye devriminin sahiciliği

Akıldan çıkarılmaması gereken en önemli gerçeklik, Suriye devrimini gerçekleştiren büyük fedakarlığın sonuna kadar sahici olduğudur. Rejimin devrilip, Esed’in askerlerinin, her türlü etnisiteden Şebbiha’nın kaçtığı, Rusya’nın çekildiği her yerde insanların direnişçileri sevgi ile karşılamasının oluşturduğu muhabbet Suriye’nin şu an elindeki tek sermayedir. Bu sermayeyi kirletmeye çalışan birçok aktör olacağı muhakkak. Ancak hiçbirisinin takatinin uzun süre Suriye’yi boğacak kadar güçlü olmayacağı da aşikâr. Suriye geçen yüzyılın ilk yarısında da tecrübe ettiği üzere; bölünmesi çok zor, bir arada olması sorunlu bir ülke. Bir yönüyle Irak’ın bölünemez ama bir arada da durmakta zorlanan yapısına benziyor. Irak’ı da etnik olarak bölmek isteyenler mezhep duvarına çarptılar, mezhep hatlarında bölmek isteyenler ekonomik kaynaklar paylaşım sorununu çözemediler. Nihayetinde 15 yıl, işgalin ardından yüzbinlerce insanın canına mal olan süreçten sonra kırılgan güç paylaşım düzenine razı oldular. Elbette bu düzen makul bir yapı sunmaktan çok uzak. Ancak demokratik bir dönüşüm ve olgun bir devlet olma yolunda sahici bir “ateşkes ve paylaşım düzeni” sunduğu için bütün tükenmiş tarafların razı olduğu bir yapıya dönüştü. Suriye bu yönüyle Irak’a göre çok daha iyi durumda olduğu söylenebilir.

Suriye bölünür mü?

Suriye’yi bölmek ve ardından parçalanmış haliyle yönetmek, bir arada yaşama formülüne göre hayata geçirilmesi hem çok zor hem de en maliyetli yöntem olacaktır. Bunu sahadaki bütün aktörlerin herkesten daha iyi bildiğini söylemeye gerek yok. Esed sonrası Suriye’de düzeni tehdit edecek bölgesel aktörlerin olacağı izahtan varestedir. Daha ilk günden kendisini ayakta tutan güçlerin vekil gücüne dönüşmüş olan Esed’i kaybeden aktörlerin, yeni vekil güçler bulma çabaları olabilir. Ancak bu yeni vekil güçleri bulmaları da bulsalar da Esed kadar kullanışlı olmaları da kolay olmayacaktır. Kaldı ki Esed rejimi ne kadar çürümüş ve kof bir rejim idiyse, Rusya ve İran’ın Suriye’de operasyonlarının maliyetlerini taşıyacak jeopolitik ve ekonomik nefesi ciddi anlamda daralmıştı. Dolayısıyla ne Moskova’nın ne de Tahran’ın yıllardır yatırım yaptıkları “çöp tahvilin” nasıl bir batak olduğunu bilmemeleri mümkün değil. Ancak ya irrasyonel bir jeopolitik yatırım yaptıklarını itiraf edeceklerdi ya da Esed’i ayakta tutarak nasıl bir jeopolitik deha sergilediklerine hem kendilerini hem bölgeyi hem de dünyayı bir süreliğine inandıracaklardı. Bu sahneler ne Tahran ne de Moskova için bir ilk değil.

İşin aslı, Esed rejiminin yıkılmasıyla, Arap Baharı’nın ilk aylarındaki bölgesel kamplar yeniden oluşmuş durumdadır: Körfezle İran’ı, Mısır’la İsrail’i benzer bir çizgiye getiren statüko taraftarları ile değişim isteyenlerin kampları. 12-13 yıl sonra bu kampların aynı güç maksimizasyonunda olduğunu söylemek oldukça zordur. Suriye devrimi bu aktörlerin tamamını ciddi bir meşruiyet krizine sokacaktır. Zira yalın bir gerçek olan geniş halk yığınlarının arzusunun Suriye’de gerçekleştirmiş olması bütün bu aktörlerin “meşruiyet stres testinin” içerisine sokacaktır. Ancak bu sefer 13 yıl önce olduğu kadar rahat bir şekilde değişimle aktif olarak savaşamayacaklar, ilk anda sınırlı düzeyde provokasyonlarla hareket etmek zorunda kalacaklardır. En kötü senaryoda bile Suriye devrimini boğmaya kalkmanın oluşturacağı enerjiyi kendi üzerlerinde hissetme ihtimali güçlenecektir.

Burada Türkiye’nin proaktif rolünü çekinmeden sahada sürdürmesi Suriye’de barışçıl bir düzenin kurulmasında en önemli unsur olacaktır. 10 yılı aşkındır, Türkiye’ye de maliyet ödetmek için elinden geleni yapmış olan bu aktörlerin Suriye devrimine kastetmelerini engelleyecek en önemli adım Ankara’nın bütün kapasitesini Suriye’de düzenin kurulması için kullanmasıyla atılabilir. Naif beklentilerden uzak bir şekilde Suriye’nin ayağa kalkması için tecrübe ve kapasite transferinin hızlı ve yoğun bir şekilde hayata geçmesi Türkiye’nin jeopolitik çıkarları açısından da bölgesel barışın korunması için de en gerçekçi ve elzem yoldur.

Esed işkence düzeni bir Apartheid rejimiydi. Yeni Suriye, ahalinin kahir ekseriyetinin ev sahibi olduğu, bütün farklılıkların da hisse sahibi olduğu bir düzene kavuştuğu oranda istikrarını koruyabilir. Başka bir ifade ile artık hiç kimse ne Suriye genelinde ne de başka bir bölgesinde Apartheid rejimi kurarak istikrarlı ve sürdürülebilir bir yapı kuramaz. Suriye’nin daha âdem-i merkeziyetçi yönetime kavuşmasıyla, son 10 yılda krizin içerisinde gelişmiş suni yapıların zuhur etmesi farklı arzulardır. Birincisi Suriye halkının onay vermesiyle hayata geçirilebilir. İkincisi ise DAİŞ’ten Hizbullah’a, PKK’den irili ufaklı yapıların farklı zamanlarda çökmüş bir devletin coğrafyasını her türlü pazarlıkla ortalığa saçmasından ibarettir.

Dolayısıyla bu gruplar, tıpkı Hizbullah’ın fiilen kabul etmek zorunda kaldığı gibi, Esed rejiminin bütün Suriye’yi felakete sürükleyen ortamında elde ettikleri kazanımların yapısal değil palyatif olduğunu anlamak zorunda kalacaklardır. Bu gerçekle yüzleşip Suriye devriminin utangaç bir parçası haline gelmek ile “kurtarılmış bölgelerinde” ahalisi olmayan “devletçikler” icat etmek arasında bir tercihte bulunmaları gerekecektir. İkinci tercihte bulunmaları sürdürülebilir bir durum değildir. Zira Esed rejimine bulunamayan “halk” bu uydu güçlere de bulunamayacaktır.

PKK/SDG, Kürtlerin sırtında yüktür

Daha açık ifadeyle ne SDG’ye ne de Esed’in gidişiyle yaşayacağı siyasal diyetle indirgeneceği PKK’ya, hayalini kurdukları yönetim ve iktidar alanı için uygun ve yeterli “halk” bulunamayacaktır. Artık iyice sıkmaya başlayan, PKK’sız bir Türkiye’yi tahayyül bile edemeyen ve korkudan beslenenler gibi ya da bir zamanların Kemalist histerik “irtica vardır, ilelebet var olacaktır” çıkışlarına benzer “DAİŞ vardır, ilelebet olacaktır” PKK ucuz retoriğin de ömrü dolmuş durumdadır. 1980’ler ve 90’lardaki gibi yıllarca Muhaberat’ın ev sahipliğinde bulunduğu başkentin Suriyeli Kürtlere yaptıklarını zerre umursamadıkları gibi, özünde Suriye devrimine karşı savaşın ucuz bir aparatı olma karşılığında, IŞİD’le mücadeleyi araçsallaştırıp Batı’da sigorta poliçesine çeviren bu aklın, Kürtlere yük olmaktan başka bir işlevi olması zor görünmektedir. Her şeye rağmen, bu yapının içerisinde Suriye’ye ait ve daha az yabancılaşmış unsurların hala Suriye’nin bir parçası olma zemini vardır. Suriye devrimi ve Esed’in gidişi bu normalleşmeye dahil olmaları için son bir fırsat olarak görülmektedir.

ABD’nin trajik-komik bir hal alan “SDG varlığını” Suriye’de oturabileceği hiçbir zemin bulunmamaktadır. Zira SDG’nin artık bir “Suriye’si olması” zor görülmektedir. Benzer şekilde askeri güçten ve Washington’dan başka bir meşruiyet kaynağını bilmediğimiz silahlı bir örgütün “Demokratik” sıfatıyla da fazlaca bir ünsiyeti olmayacaktır. Son olarak, Suriye’yi yani PKK’lı olmayan diğer bütün (Kürt ve Arap) unsurları kaybetmiş bir yapının orta ve uzun vadede anlamlı bir “Güç kalması” da mümkün değildir.

Yol yakınken SDG’nin yani PKK’nın tarihinde ilk kez bir siyasallaşma hamlesi yaparak normalleşmesi en doğru tercih olacaktır. Ancak PKK’nın yıllardır devam eden “devre mülk” zihniyetine bakılırsa, üzerinde hissettiği baskının ardından normalleşme ve siyasallaşmak yerine, elindeki “mülkü” bir kez daha devredeceği aktör araması muhtemeldir. Böyle bir aktörü bulması bu sefer kolay olmayacaktır. Zira onlarca yıldır Rusya, Suriye, İran ve ABD arasında dolaşan ve Türkiye’den başka hiçbir yere düşmanlık yapmayan bu anakronik yapının, tarihsel jetlag krizinin ve sancısının bitmesi kolay değildir. Görünen o ki, Suriye nüfusunun cüzi bir kısmını oluşturan Kürtlerin de oldukça cüzi bir kısmının yaşadığı bölgede, anlamsız bir örgüt iktidarı fantezisi uğruna, bütün Kürtlerin Suriye’deki geleceğini karartmaktan şüphe duymayacağı görülen PKK’nın, son kez bir imtihana girdiğini söylemek yanlış olmaz.

PKK, Kürtlerin gerçekten haysiyetlerinin korunduğu ve eşit vatandaşlar haline dönüştüğü bir Türkiye’den (ve Suriye’den) ürkmesi gibi Türkiye’nin sahici bir şekilde demokratikleşmesi ve Türkiye’ye yakışan gerçek bir demokratik anayasaya kavuşmasından korkanların bu süreçte kol kola girmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Yıllardır artık rollerini de repliklerini de akıl yürütmelerine de ahlaki düzeylerini de ezbere bildiğimiz 20. Yüzyıl aktörlerine ve aklına ülkemizin bir kez daha yenilmesi kabul edilemez. Son dönem sorunun nihai çözümü için kendi meşrebinde başlayan arayışların kesinlikle altı doldurularak nihai bir çözüme kavuşması Türkiye açısından Baas rejiminin çöküşü kadar kıymetli olacaktır. Zira Kürt Meselesi etrafında oluşmuş mitler ve korkular, eğer samimi bir şekilde arzulanırsa, 11 günde tarihin çöplüğüne giden Esed rejiminden daha az çürümüş bir tabu değildir. Sadece cesaret, ahlak ve vicdanla asırlık korkuların ve tabuların aşılmasıyla tahmin edilemeyecek kadar hızlı bir şekilde halledilebilir. Yeter ki yıllardır millete Esed rejiminin sahte gücünü, cesametini ve azametini anlatan sahtekarların Kürt meselesinde de tabuları ve korkuları inşa eden aynı şarlatanlar olduğu fark edilsin.

Esed’le birlikte bütün eski rejimler çöktü

Esed işkence düzeni çöktü. Çöken düzenin altında kalanlar olduğu kadar Suriye’nin bölgesel düzenin mikrokozmosu olduğu da görmek gerekiyor. Suriye’de olup Ortadoğu’da olmayan, bölgede olup da Suriye’de olmayan bir demografik, etnik, mezhebi unsur bulunmuyor. Benzer şekilde bölgenin bütün sorunları Suriye’nin de sorunları. Bu haliyle çöken işkence düzeninin en anlamsız halkasını Esed oluşturuyordu. Zira, Esed’in yıkılma süreci, 11 yıl artı 11 gün şeklinde hayata geçti. 11 yıl boyunca direnen nasıl Esed değil idiyse, 11 günde yıkılan da Esed değildi. Dolayısıyla yıkılan sadece Esed rejimi olmadı elbette. Esed’le birlikte rejimi ayakta tutan bütün güçler de Suriye’de kaybetti. Bu çöküşün sebep olacağı siyasal vakumun naiflikten uzak bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Zira kaybeden güçlerin jeopolitik rasyonelleşme düzeyini bu boşluğun ne kadar proaktif bir şekilde yönetildiği belirleyecektir.

Emevi Camii’nde ortaya çıkan “Türkiye”, bu boşluğun yönetilmesi ve doldurulması için umut vericidir. Türkiye 2012’den bu yana, Suriye başlığında dolu bir dosya inşa etmenin yanında Suriye özelinde bölgesel ve küresel jeopolitik sinir haritasına da hâkim hale geldi. Ankara artık hangi sinirin nereyi ne kadar sürede harekete geçireceğine daha vakıf. Dolayısıyla Suriye jeopolitiğinde kas hafızasına hâkim bir aktör olarak proaktif olmak zorunda. Özellikle Suriye’de istikrarın sağlanacağı ve tahkim edileceği dönemi inşa etmek Türkiye’nin hem hakkı hem de sorumluluğudur. Suriyeli geniş kitlelerin de kendisini güvende hissetmesinin yolu da faal bir Ankara’dan geçmektedir. Özellikle güvenlik alanında oldukça faal bir şekilde yer almak, Türkiye’nin bütün bölgesel aktörlerle ilişkilerinde de zannedilenin aksine pozitif katkı sağlayacaktır.