Endülüs’ten Ders Çıkarmak

Son yüz yıldır İslam dünyasının içinde bulunduğu krizler daha önce de yaşanmış ve sonuçlarına katlanılmıştır. Müslümanların dil, mezhep ve soy gibi nedenlerle bölünmesi, bunu kışkırtan yapıların varlığı, bencillik ve daha nice sebep tarihin aşina olduğu olgulardır. Dün Endülüs bugün başka İslam toprakları aynı kaderi az veya çok benzer şekilde geçirmektedirler. Ders alınmadığı takdirde aynı akıbete uğraması da kaçınılmaz olacaktır.
Aralık 12, 2024
image_print

Endülüs’ten Merkezi İslam Coğrafyası’na Ölümcül İhtilaflar

Tarih, tarihe benzer. Bunun nedeni insanların sahip oldukları bütün meziyetler ve zaafların her çağda aynı olmasıdır. Son yüz yıldır İslam dünyasının içinde bulunduğu krizler daha önce de yaşanmış ve sonuçlarına katlanılmıştır. Müslümanların dil, mezhep ve soy gibi nedenlerle bölünmesi, bunu kışkırtan yapıların varlığı, bencillik ve daha nice sebep tarihin aşina olduğu olgulardır. Dün Endülüs bugün başka İslam toprakları aynı kaderi az veya çok benzer şekilde geçirmektedirler. Ders alınmadığı takdirde aynı akıbete uğraması da kaçınılmaz olacaktır.

Batı İslam dünyasının incisi Endülüs’ün hazin sonu, üzerinden yıllar geçse de dünyanın her yerinden Müslümanları düşündürmeye devam etmektedir. Göz göre göre gelen kötü son kaçınılmaz bir felaket miydi acaba? Yoksa bizzat Endülüs Müslümanlarının davet ettiği bir musibet miydi? Elbette her devlet, zaman içinde hayatiyetini yitirip iş göremez hale gelebilir ve sonunda yok olup gider. Ancak toplumlar için aynı şeyi söylemek mümkün müdür? Zira toplumlar çoğunlukla devletlerden çok daha uzun yaşar. Öyle ki Merkezi İslam Coğrafyası’nda (Birilerinin Ortadoğu dediği yerde) neredeyse antik çağlardan kalma toplumlar hala varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. Endülüs’ü hazin bir hikâyeye dönüştüren fark da burada ortaya çıkmıştır. Çünkü Endülüs toplumu devletleriyle birlikte İber Yarımadası’ndan adeta silinmiştir. Evet Endülüs Müslümanları birçok devlet kurmuşlar ve uzun yıllar hüküm sürmüşlerdir. Bu devletler de diğerleri gibi yıkılıp gitmiştir. Ama devletler yıkılırken o kadar bölünüp parçalanmışlardır ki yüzyıllarca varlığını koruyan ışıltılı bir toplum geriye muhteşem bir ilmî birikim, mimarî ve sanat eserleri bırakarak İber Yarımadası’ndan tamamen ayrılmışlardır. Peki ne oldu da Endülüs’teki Müslüman toplum insan varlığı olarak arkalarında iz bırakmadan yok olup gitti?

Endülüs, 712 yılında Emevî Valisi Musa b. Nusayr ve Berberî komutanı Târık b. Ziyâd öncülüğünde Müslüman hâkimiyetine girdi. Çok kısa bir süre içinde de kuzeydeki Kastilya-Aragon Krallığı dışındaki her yer Emevî Devleti’nin bir vilayeti haline geldi. Şam’daki Emevî Devleti’nin 750 yılında yıkılmasıyla buraya kaçan Abdurrahman b. Muâviye, Endülüs’te yeniden bir Emevî devleti kurmayı başardı. 1031 yılına kadar inişli çıkışlı bir hayat süren bu devlet Endülüs’e en parlak dönemlerini yaşattı. Ancak Endülüs Emevî Devleti’nin çöküşüyle Endülüs coğrafyasındaki her bir şehir hatta bazı bölgelerde her bir kale müstakil hareket etmeye başladı. Çeşitli aralıklarla Kuzey Afrika’dan buraya müdahale eden Murâbıtlar ve Muvahhidler gibi devletlerin çabalarıyla birlik sağlanmışsa da bu çabalar kalıcı olamamıştır.

Endülüs Emevî Devleti bakiyesi şehirlerin birbirleriyle ölümcül bir mücadeleye girişmelerinin birçok nedeni sayılabilse de temelde bütün mücadele tek bir sebebe dayanmaktaydı. O da bu emirliklerin farklı milliyetlere mensup olmasıydı. Esasen Endülüs’ü fetheden orduların içinde hem Berberîler hem de Araplar bulunmaktaydı. Bu iki unsur daha fethin ilk yıllarında fethedilen yerlerin bölüşülmesi konusunda anlaşmazlıklar yaşamış ve bir dizi savaştan sonra belli bir dengeye oturmuşlardı. Ancak aralarındaki husumet hiçbir zaman son bulmadı. Sadece Endülüs Emevî Devleti’nin parlak zamanlarında bu husumet halı altına süpürüldü o kadar.

Diğer yandan Endülüs’teki Müslüman hâkimiyeti uzadıkça burada Müvelledûn ve Sakâlibe denilen başka toplumsal sınıflar da oluşmaya başlamıştı. Müvelledûn İslam’ı kabul eden yerli nüfusu teşkil ederken Sakâlibe ise savaşlarda esir edilen Slav asıllı kölelerden oluşuyordu. Zamanla her iki topluluk da Endülüs İslam toplumunun önemli bir parçası haline geldi. Merkezi yönetimin güçlü olduğu ve devlet yönetiminin ehil ellerde olduğu dönemlerde bir sorun teşkil etmeyen bu renklilik; devletin zayıfladığı anlarda ise bir diğerine karşı kendini savunma, kabilesinin siyasî ve ekonomik gücünü artırma ve diğer milletlere üstünlük taslama gibi heveslerle tam bir kargaşaya yol açıyordu.

Yine de bütün bu karmaşa Endülüs toplumunun yok olmasına yol açmayacaktı, şayet “Reconquista” (İspanya’nın Yeniden Fethi) hayaliyle yaşayan bir düşmanları olmasaydı. Zira Müslümanların Endülüs’teki varlıkları yüzyılları bulmasına rağmen hala ülkede yoğun bir Hıristiyan nüfus yaşamaktaydı ve bunlar günü gelince ülkeyi Müslümanlardan kurtarmayı bekliyorlardı. Ama daha da kötüsü İber Yarımadası’nın kuzeyinde hiç fethedilmemiş bir bölge olarak kalan Leon ve Galiçya idi. Buralarda kurulmuş olan Kastilya Krallığı bu bölgeyi Reconquista’nın merkezi haline getirerek 1057 yılından itibaren yani Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasından 26 yıl sonra İslam topraklarını fethetmeye başladı. Ama uyanmak istemeyeni uyandırabilecek hiç kimse yoktur. İspanyolların yeniden fetih hareketleri başladığında her biri kendi menfaatini düşünen Endülüs Müslüman şehirleri birbirleriyle mücadele halindeydi. Çözüm için de bir umut görünmüyordu zira hiçbirinin bir başkasının hâkimiyetine girme niyeti yok görünüyordu. Ne Berberîler Araplara ne de Araplar Berberîlere itaat etmek istemiyordu. Hatta bir yandan Arap kabileleri kendi aralarında Berberî kabileleri de kendi aralarında bir mücadele yürütüyorlardı.

Endülüs emirlikleri arasındaki bazı çatışmalar, ekonomik ve ticarî yollar üzerindeki rekabetten kaynaklanıyordu. Zengin bölgeler, güzergahlar ve verimli topraklar üzerinde hegemonya kurmaya çalışan yerel emirler, ekonomik kontrolü ele geçirmek için de birbirleriyle çatışmaya girdiler. Netice de sık sık el değiştiren şehirlerde ekonomik yapının güçlenmesi şöyle dursun meydana gelen savaşlar, refah ve zenginliğiyle anılan bazı Endülüs şehirlerini harap etti. Sonuç olarak, Endülüs’teki emirlikler arasındaki çatışmalar, merkezî otoritenin zayıflığı, iç idarî ve mezhepsel çatışmalar, etnik ve sosyal farklılıklar ve dış baskılar gibi faktörlerin bir araya gelmesinden kaynaklanmıştır. Bu çatışmalar da Endülüs’ün zayıflamasına ve sonunda Hıristiyanların bölgeyi fethetmesine yol açtı.

Gelelim günümüze; Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Merkezi İslam Coğrafyası’nda bulunan Müslümanlar yetim kalmış sahipsiz çocuklara dönüverdiler. Ancak onlara kol kanat gereceğini iddia eden Batılı devletlerin, ideolojilerin ve sömürgecilerin gelip İslam coğrafyasının kalbine oturması çok uzun sürmedi. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından önce yapılan hesaplar teker teker uygulamaya konuldu. Adeta yüzyıllar önce İberya’ya uygulanmış olan Reconquista bu sefer Osmanlı bakiyesi topraklara uygulandı. Müslüman devletçikler kurdurularak Endülüs şehir devletleri gibi sadece kendilerini düşünen komşularıyla ve hatta kendi halkıyla devamlı sürtüşme içinde olan devletler kurdular. Bu devletlerin Endülüs devletlerinden tek farkı her birinin daha geniş topraklara sahip olmasıydı.

Modern devletler de Endülüs şehir devletleri gibi uzun bir süre kendilerini bekleyen büyük tehlikeyi umursamadılar. Bazıları bu tehlikenin bizzat kendisiyle iş birliği içinde hareket etti. Nitekim Endülüs şehir devletlerinden bazıları da Hristiyanların kendi emirliklerine dokunmaması karşılığında diğer Müslüman emirliklerle iş birliği yapmama sözü vermişti. Benzerliğin bu kadar fazla olması akıbetin de benzer olması ihtimalini oldukça güçlendirmekteydi. Ancak devletler düzeyinde oldukça etkili olan bu hesapların Müslüman toplum üzerinde etkisinin sınırlı kalması umudun da canlı kalmasını sağlamaktadır. Coğrafyamızda son yıllardaki gelişmeler her ne kadar müessif birtakım hadiselere yol açmışsa da Müslümanların kendilerine biçilen rolü kabul etmediklerine ve yeni bir Endülüs hüznünün yaşanmayacağına dair güçlü bir işaret vermektedir.

Kitle iletişiminin artması Müslüman toplumlarının birbirlerinden daha fazla haberdar olmasını sağlamış, dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanlara yönelik bir tehdit belirdiğinde Müslümanlar daha yüksek sesle ve daha erken tepki göstermeye başlamışlardır. Eğer Endülüs tecrübesini gelecek nesillere daha iyi aktarabilir, aramızdaki ihtilafları daha soğukkanlılıkla çözebilir ve günümüz teknolojisinin sunduğu imkanları iyi kullanabilirsek çok geç olmadan Neo-Reconquista’yı engelleyebiliriz. Zira Toledo düştüğünde artık çok geçti.

Fatih Zengin

Doç. Dr. Fatih Zengin

1981 yılında Nusaybin’de doğdu. 2003 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2009 yılında Uludağ Üniversitesi’nde başladığı doktora çalışmasını 2014 yılında “İslâm Siyasî Tarihinde Ensar” başlıklı doktora tezi ile tamamladı. 2010 yılından 2022 yılına kadar İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev aldı. Arapça ve İngilizce bilen Zengin’in başlıca akademik ilgi alanları Siyer, İlk Asır İslam Tarihi ve İslam Medeniyetidir. Fatih Zengin halen Bandırma 17 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Mail: [email protected]

1 Comment

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır