Donald Trump’ın Gazze Planı ve İran Stratejisi

Trump’ın Gazze ve İran’ı bütünsel bir stratejiyle ele alacağı gözlemlenmektedir. İran’a baskı uygularken İsrail’e destek vermeyi amaçlayan çift yönlü stratejisi, ittifak siyaseti ve stratejik dengeleme perspektifinden anlaşılabilir. Bu bağlamda, Trump’ın İran konusunda İsrail ile yakın iş birliği yapmaya hazır olduğunu net bir biçimde ortaya koyması, Washington ve Tel Aviv arasında stratejik dengeyi sağlamaya ve her iki meseleyi birbirine bağlı bir şekilde yönetmeye olanak verecektir.
Şubat 7, 2025
image_print

ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazze’deki ateşkes sürecine önemli katkı sağladığı yadsınamaz, ancak Ortadoğu’da kalıcı barışa ulaşabilmesi için hâlâ bir dizi önemli engeli aşması gerekmektedir. Bu bağlamda, Gazze ve İran konuları ön plana çıkmaktadır. Gazze’de, İsrail ile Hamas arasında, kalan rehinelerin serbest bırakılması ve kalıcı bir ateşkesin sağlanması amacıyla müzakerelerin ikinci aşamasına geçişle ilgili farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bu noktada, taraflar arasındaki stratejik uyumsuzluklar, ateşkesin sürdürülebilirliği üzerinde kritik bir etki yaratacaktır. İran’ın nükleer programının hızla ilerlemesi ise, ABD açısından bir diğer önemli problem olarak görülmektedir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Başkanı Rafael Grossi’nin ifadelerine göre, İran yönetimi, nükleer kapasitesini genişletme hususunda agresif bir tutum sergilemektedir. Trump’ın Gazze ve İran’ı bütünsel bir stratejiyle ele alacağı gözlemlenmektedir. İran’a baskı uygularken İsrail’e destek vermeyi amaçlayan çift yönlü stratejisi, ittifak siyaseti ve stratejik dengeleme perspektifinden anlaşılabilir. Bu bağlamda, Trump’ın İran konusunda İsrail ile yakın iş birliği yapmaya hazır olduğunu net bir biçimde ortaya koyması, Washington ve Tel Aviv arasında stratejik dengeyi sağlamaya ve her iki meseleyi birbirine bağlı bir şekilde yönetmeye olanak verecektir.

Trump’ın Gazze Planı: Stratejik Açmaz

Ortadoğu’da barış süreçleri, 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları’ndan bu yana temel sorunlar etrafında şekillenmiştir. Sınırlar, güvenlik, mülteciler, Kudüs’ün statüsü ve karşılıklı tanıma gibi meseleler, Camp David (2000), Annapolis Süreci (2007-08) ve Kerry Müzakereleri (2013-14) gibi girişimlerin başarısız olmasına yol açmıştır. Bu süreçlerin ortak noktası, nihai statü müzakerelerinin askıya alınması ve taraflar arasında güven eksikliği olmuştur. Trump’ın 4 Ocak Salı günü açıkladığı Gazze planı ise, üç ana eksene dayanmaktadır: Gazze’nin ABD kontrolüne alınması, Filistinlilerin yer değiştirmesi ve bölgenin turizm ve ticaret odaklı bir modele evrilmesi. Ancak bu öneriler, uluslararası hukuk açısından ciddi sorunlar barındırmaktadır. Zorla yerinden edilme, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından etnik temizlik olarak nitelendirilirken, ABD’nin Gazze’yi “devralma” niyeti, işgalci bir güç konumuna düşme riskini beraberinde getirmektedir. Ayrıca, Trump’ın 2016’daki “ulus inşasına karşı” söylemiyle çelişen bu plan, stratejik tutarsızlık olarak yorumlanmıştır. Marshall Planı’ndan bu yana, ABD benzer ölçekli bir projeyi başarıyla hayata geçirememiştir. Hatta girişimlerinin büyük bir kısmı başarısızlıkla sonuçlanmıştır; Afganistan, Irak ve Libya örnekleri bu durumu açıkça göstermektedir. Ayrıca böylesine büyük ölçekli bir girişimin finansmanının nasıl sağlanacağı sorusu ise belirsizliğini korumaktadır. Hem maliyetin büyüklüğü hem de bölgenin siyasi hassasiyetleri dikkate alındığında, bu yükün tamamının ABD tarafından mı üstlenileceği yoksa uluslararası ortakların da sürece dahil olup olmayacağı netlik kazanmamıştır.

Trump, Gazze’deki 2 milyondan fazla Filistinlinin kalıcı olarak yerinden edilmesini savunmanın ötesinde, ABD’nin Gazze’yi ele geçirmeyi ve gerekirse Amerikan askeri gücünü kullanarak bu bölgeyi kontrol altına almayı planladığını belirtmiştir. Bu öneri, çılgınca bir fikir olarak değerlendirilmiş ve çoğu analist tarafından Trump’ın bilinen riskli ve alaycı tutumunun bir yansıması olarak yorumlanmıştır. Hamas, planı “topraklardan kovulma” olarak tanımlamış ve Filistin BM Temsilcisi, Gazzelilerin kalma hakkının evrensel kabul görmesi gerektiğini vurgulamıştır. Suudi Arabistan ise Filistin devleti kurulmadan İsrail ile normalleşmeyeceğini açıklayarak Trump’ın planını dolaylı olarak reddetmiştir. Uluslararası alanda da uzmanlar, planı “gerçekçilikten uzak” ve “tarihsel bağlamla çelişen” bir girişim olarak eleştirmiştir. Böyle bir plan ABD’nin bölgedeki güvenilirliğini daha da zedeleyecektir. Trump’ın planı, Ortadoğu’da ABD’nin rolünü yeniden tanımlama iddiası taşısa da hukuki meşruiyet eksikliği, tarihsel travmalar ve bölgesel ittifakların zedelenmesi gibi sorunlarla yüzleşmektedir. Zorunlu göç ve işgal, BM Şartı’na aykırıdır ve Filistinliler için yeni bir yerinden edilme sürecini kabul edilemez kılmaktadır. Trump’ın önerisi, gerçekçi bir barış stratejisinden ziyade, İsrail’in güvenlik kaygılarını önceleyen, insan hakları ve uluslararası normları göz ardı eden bir siyasi spekülasyon olarak değerlendirilmektedir.
Eğer Trump’ın amacı Hamas üzerinde baskı kurmaksa, bu girişiminin başarıya ulaşması pek olası değildir. Netanyahu’nun yanında yaptığı açıklamalar birçok kişiyi şaşırtmış olsa da bazı gözlemciler bu sözleri onun tipik sert müzakere yaklaşımıyla ilişkilendirmiştir. Trump, pazarlık sürecine maksimalist bir konumdan başlayarak, İsrail ile Gazze arasındaki ilişkilerde aşamalı bir müzakere yürütmeyi ve kendi lehine avantajlar sağlamayı hedefliyor olabilir. Ancak burada dikkat çeken asıl mesele, Trump’ın ABD’nin Ortadoğu’daki uzun yıllara dayanan yerleşik politikalarını, uluslararası hukuku ve diplomatik teamülleri ihlal eden bu sıra dışı açıklamalarla kimi etkilemeye çalıştığıdır. İsrailli yerleşimciler bile, dini ve milliyetçi mesihçilik anlayışları doğrultusunda Gazze’ye yerleşim hedefledikleri için bu planı desteklemeyeceklerdir. Onlar, Amerikalı müteahhitlerin bölgede lüks oteller inşa etmelerine izin vermek yerine, Gazze’deki toprakları yeniden yerleşim alanlarına dönüştürmeyi tercih etmektedirler. Ürdün ve Mısır’ın, iki milyondan fazla Gazzelinin kendi topraklarına zorla ya da gönüllü olarak yerleştirilmesine destek verebilecek durumda olmadığı açıktır. Bu ülkeler, Trump’ın baskısına boyun eğmeyi kabul etseler bile, aldıkları ABD yardımı, böylesine büyük çaplı bir nüfus hareketinin doğuracağı jeopolitik, ekonomik, güvenlik ve toplumsal sonuçları telafi etmeye yeterli olmayacaktır. Öte yandan, Trump’ın İsrail üzerinde ya da Netanyahu’nun liderliği üzerinde bir baskı kurmaya çalışmadığı açıktır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Trump’ın yaptığı bu olağan dışı açıklamalarla asıl baskı altına almak istediği tarafın Filistinliler, özellikle de Hamas olduğu söylenebilir.

Trump’ın İran Stratejisi: Yol Ayrımı

Donald Trump, 4 Şubat Salı (2025) günü, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek ve petrol ihracatını sınırlamak amacıyla bu ülkeye yönelik daha önce uygulamaya konan sert politikaların yeniden yürürlüğe girmesini sağlayan bir başkanlık memorandumunu imzaladı. Trump yaptığı açıklamada, Trump, İran’ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiğini ve ABD’nin, İran petrolünün diğer ülkelere satışını engelleme hakkını savundu. Ancak, 5 Şubat Çarşamba günü yaptığı bir açıklamada, Trump, İran’ın büyük ve başarılı bir ülke olmasını, fakat nükleer silah edinmemesini istediğini ifade etti. Trump, Truth Social platformunda yaptığı paylaşımda, ABD’nin İsrail ile birlikte “İran’ı paramparça etmek” için işbirliği yaptığına dair çıkan haberlerin “aşırı abartıldığını” belirtti. Ayrıca, İran’ın barışçıl bir şekilde büyüyüp gelişmesine olanak tanıyacak bir “Doğrulanmış Nükleer Barış Anlaşması”nın daha uygun olacağını vurgulayarak, böyle bir anlaşma üzerinde çalışmayı ve tamamlandığında büyük bir Ortadoğu Kutlaması yapmayı arzuladığını belirtti.
2025 yılı, Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) olarak bilinen nükleer anlaşmanın imzalanmasının üzerinden on yıl geçmesiyle birlikte kritik bir dönemi işaret etmektedir. Bu anlaşma, İran’ın nükleer faaliyetlerini sınırlamayı, araştırma ve geliştirme süreçlerini denetlemeyi ve nükleer altyapısını genişletme kapasitesini kısıtlamayı hedeflemişti. Bu yaklaşımın etkinliği tartışmalı olsa da anlaşmanın on yıllık süreci, gelecekteki müzakereler için bir temel oluşturması ve daha kapsamlı bir anlaşmaya zemin hazırlaması amaçlanmıştı. Ancak, 2025 yılı beklenenin aksine farklı bir bağlamda şekillenmiştir. Trump yönetiminin Mayıs 2018’de JCPOA’dan çekilme kararı, İran’ı nükleer faaliyetlerini genişletmeye yönlendirmiştir. İran, santrifüj araştırma ve geliştirme programlarını yeniden başlatarak nükleer kapasitesini artırmıştır. Biden yönetimi, öncelikli olarak nükleer anlaşmaya karşılıklı uyumu yeniden sağlama çabalarına odaklansa da İran bu sürece kayıtsız kalmıştır. Sonuç olarak, İran’ın nükleer programı ilerlemeye devam etmiş ve nükleer silah üretme için gerekli malzeme üretme süresi önemli ölçüde azalmıştır. Günümüzde İran’ın, nükleer silah üretimi için gerekli malzemeyi üretmesine yalnızca birkaç hafta kaldığı değerlendirilmektedir. Ayrıca İran’ın bölgesel vekil ağı, önemli bir diğer endişe kaynağıdır. Bu ağ son dönemde büyük ölçüde zayıflamış ve İsrail’in yürüttüğü operasyonlar, Tahran’ın bölgedeki kilit vekili olan Hizbullah’ın kapasitesini önemli ölçüde sarsmıştır. Ayrıca, Suriye’deki Esad rejiminin düşmesi bölgedeki güç dengesini İran aleyhine değiştirmiştir. İran, nükleer programı ve bölgesel stratejik derinliğini yeniden kazanma amacıyla bazı adımlar atsa da bu süreç uzun ve zorlu olacaktır. Trump yönetimin, İran ile ilişkilerinde belirleyici bir dönemeci aşması için sınırlı bir zamanı vardır. Bu açıdan İran’ın nükleer sorunun uluslararası gündemde yeniden öne çıkması an meselesidir.

Trump yönetiminin, İran’ın bölgesel olarak zayıflamış ancak nükleer kapasitesi en gelişmiş olduğu bu yeni gerçekliğini kabul etmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, son dönemde yaşananlarla İsrail, İran’a karşı daha yüksek riskler almanın mümkün olduğunu göstermiştir. Bu açıdan Trump daha cesur adımlar atarak ve kararlılık sergileyerek, İran’ın nükleer silah edinmesini ve başta Hizbullah olmak üzere bölgedeki vekil güçlerinin yeniden silahlanmasını engellemek için tüm diplomatik, ekonomik ve askeri araçlarını kullanacaktır. Biden yönetimi ise, bu tehditler yerine karşılıklı gerilimleri azaltmaya ve gayri resmi yollarla uzlaşmaya çalışmıştı. Yeni ABD yönetimi, İran’a karşı üç ana noktada odaklanarak pozisyonunu iyileştirebilir: i) İran’ın nükleer silah üretmesini engellemek, ii) İran’ın bölgesel vekalet ağını yeniden inşa etme çabalarını kontrol altına almak, iii) İran’ın füze ve insansız hava aracı teknolojilerinin yayılmasını engellemek.

Trump yönetimi, İran ile ciddi bir anlaşma yapmayı amaçlıyorsa, İran’ın nükleer silah üretme kapasitesine dair endişeleri azaltacak anlamlı adımlar atması mümkündür. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na daha fazla erişim sağlanması, uranyum stoklarının ve zenginleştirme seviyelerinin azaltılması, bu adımlar arasında yer alabilir. Ayrıca, plütonyum yolunun geliştirilmemesi konusunda bir anlaşma, İran’ın niyetlerine dair güven sağlayarak nükleer silah üretme projelerinin durdurulduğunun doğrulanmasını mümkün kılabilir. ABD’nin İran’a yönelik stratejisi, İran’ın önündeki fırsatları ve nükleer çalışmalarına devam etmeleri halinde karşılaşacakları riskleri açıkça ortaya koymalıdır. Diplomatik alanda, Trump yönetimi, İranlılarla doğrudan görüşmelere hızlı bir şekilde izin vererek, daha sonraki görüşmeler için zemin hazırlamak amacıyla acil bir düzenleme önerisi sunabilir.

İran’a yönelik yaptırımlar ve askeri seçenekler de bu süreçte önemli rol oynamaktadır. Eş zamanlı olarak, ABD ile Çin arasında İran’dan petrol alımları gibi konularda ciddi müzakereler başlayabilir. Bu müzakereler, Çin’in iş birliğine istekli olmaması durumunda, ekonomik baskılarla birlikte gerçekleştirilebilir. Çin’in, İran’ın nükleer programına yönelik askeri tehdidin, bölgedeki enerji tedarikini riske atabileceği konusunda uyarılması, bu işbirliğini teşvik edebilir. Sonuç olarak, mevcut bölgesel durumda, ABD, İran’ın Ortadoğu’daki etkisini sınırlama ve İranlı vekillerin ABD güçlerine yönelik tehditlerini azaltma fırsatına sahiptir. İran’ın nükleer programının vurulması ihtimalinin daha yüksek bir olasılık olmaya başladığı böylesi bir dönemde İran’ın direnci Trump’ın birinci dönemine kıyasla daha zayıftır. Dolayısıyla İran daha uzlaşmacı bir tavır takınabilir.

Son dönemde İranlı yetkilerin verdiği sinyaller olumlu yöndedir. Bazı İranlı yetkililerin ve uzmanların hızla nükleer silah edinilmesi gerektiğine dair artan söylemleri ise “tehdit” ve “pazarlık” dili olarak yorumlanmalıdır. Zira İran’ın nükleer silahlanmaya yönelmesi, askeri ve stratejik kapasitesini artırabilecek bir caydırıcılık unsuru olarak değerlendirilebilir. Ancak, nükleer silah üretimi, sadece bu silahların geliştirilmesiyle sınırlı değildir; güvenli muhafazalarının sağlanması, etkili dağıtım sistemlerinin inşası ve operasyonel yeterliliğin garanti edilmesi gibi zorlu süreçleri de kapsar. Bu bağlamda nükleer silahlanma, İran için ciddi riskler barındırmaktadır. Öncelikle, bu strateji ABD ve İsrail ile doğrudan çatışma riskini artırma potansiyeline sahiptir. Ayrıca, uluslararası toplumda İran’ın daha da izole olmasına ve mevcut yaptırımların ağırlaştırılmasına yol açabilir. İran’ın nükleer programının uluslararası müzakerelerde bir pazarlık aracı olarak kullanılma kapasitesi de ciddi şekilde zayıflamaktadır. Pezeşkiyan hükümetinin geçen yıl eylül ayında Batılı güçlerle diplomatik angajman başlatma arayışı, bu bağlamda önemli bir girişim olarak değerlendirilebilir. Ancak, İran’ın nükleer silah geliştirme sürecine girmesi halinde 2015 tarihli nükleer anlaşmanın Avrupa tarafları (Fransa, Almanya ve İngiltere), bu temasları yeniden gözden geçirecek ve BM yaptırımlarının yeniden yürürlüğe girmesini savunacaklardır. Bu durum, İran’ın uluslararası sistemde “BM Şartı” kapsamında bir güvenlik tehdidi olarak yeniden sınıflandırılmasına neden olabilir. Nükleer silahlanma, İran liderliğinin stratejik kırılganlıklarına verdiği bir yanıt olarak yorumlanabilir. Bölgesel başarısızlıkları telafi etmek ve gelecekteki tehditleri önlemek amacıyla İran’ın bu stratejik riski göze aldığı anlaşılmaktadır. Ancak, bu adımın İran’ın uzun vadeli stratejik ikilemlerini çözme olasılığı sınırlıdır. Aksine, nükleer silah geliştirme süreci kısa vadede bölgedeki çatışmaları tırmandırma riski taşımaktadır. Dahası, İran nihai caydırıcılığa ulaşsa dahi, rejimin temel sorunları – zayıf istihbarat kapasitesi, konvansiyonel askeri yetersizlikler, ekonomik güçlükler ve iç meşruiyet kaybı – devam edecektir. Bu sorunlar, İran’ın düşmanlarının rejimin zaaflarını istismar etme isteğini güçlendirmeye devam edecektir.

İsmail Sarı

Doç. Dr. İsmail Sarı
2001 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu ve aynı üniversiteden tarih ve uluslararası ilişkiler alanlarında yüksek lisans derecesini aldı. 2016 yılında tamamladığı doktora teziyle uluslararası ilişkiler alanında en iyi doktora tez ödülünü alan Doç. Dr. Sarı, 2018-2019 yılları arasında TÜBİTAK bursuyla Columbia Üniversitesinde post-doktora araştırmacısı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ça- lışmalarını sürdürdüğü dönemde Missouri State Üniversitesinde ise misafir öğretim üyesi olarak bu- lunmuştur Çalışmalarında İran dış politikası, Amerikan dış politikası, modern dönem Şii sekülerleşme süreci, İran’da rejimle muhalefetin entelektüel kökenleri ve güncel İran ve ABD siyasetine yoğunlaşan Doç. Dr. Sarı, iyi derecede İngilizce ve Farsça bilmektedir. Şu an Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.