‘Din Ekonomisi’
Kim ne derse desin, tarihin işleyişine din veya ekonomi ya da ikisi birden yön veriyor. Tarihe sınıf mücadeleleri gözüyle bakanın da inanç kavgalarını tarihi yönlendiren ana unsur olarak görenin de haklı oldukları yanlar var. “Karl Marx doğru söyledi” diyen de Max Weber”in kapitalizmi Protestan ahlakıyla başlatan görüşünden inancın tarihin akışındaki önemine dair birçok delil bulan da haklı… Genel olarak dinin maneviyatı, ekonominin ise maddiyatı çağrıştırdığını, insanın da ne maneviyattan ne maddiyattan ayrı düşünülemeyeceğini hesaba katarsak “Sen de haklısın” diyen Hoca Nasreddin, en haklı…
Din ve ekonomi deyince neler gelmiyor ki aklımıza? Dinin emir ve yasaklarına uygun bir ekonomik hayatın nasıl mümkün olduğundan dini ihtiyaçları karşılamak iddiasıyla üretilen ürünlere (ki son zamanlarda bunlara epey çok yıldızlı oteller ve hatta adalar bile eklendi). Kapitalizmin mi yoksa sosyalizmin mi İslam’a daha uygun olduğu tartışmalarından tüketim toplumu eleştirilerine ve “Helalse canımın istediği kadar tüketirim” savunularına kadar her şey…
Bir süreden beri, yazılarımızda tüm bu konuları nasıl ele almamız gerektiği üzerinde duruyor, zamanın ruhunu, bugün ne yapmamız lazım geldiğini, eleştiri ve özeleştirinin önemini, aleme, hayata, insanlara, kendimize karşı sorumluluklarımızı vurgulayıp duruyoruz. Elbette akademi, modern iktisat bizim mangaldan kül bırakmadan kaş göz yara yara, birbirimizin gözünü oya oya konuşup durduğumuz bu konuları bilimsel biçimde anlayabilmek için çaba içinde. Bu yazıda kıymetli düşünürümüz Ömer Demir Hocanın Din Ekonomisi İnanç, Zenginlik, Mutluluk kitabından yola çıkarak bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Ömer Demir Hoca, eski bilimsel yaklaşımda “din”e bakışın pek uygun olmadığı kanaatinde. Din, 20. Yüzyılın ortalarına kadar akademide sanki bir biçimde tarihin seyrinde bir zaman sürçmesi olarak boğazımıza takılmış, birkaç öğürme refleksinden sonra çıkarıp atabileceğimiz bir şey olarak görülüyordu. Sosyal bilimlerin öncüsü diye kabul ettiğimiz isimler dine böyle bakıyorlar ve şu varsayımlara dayanıyorlardı.
“1. Din, rasyonel düşünceyi engellediği için yanlış ve tiranları kutsallaştırdığı için topluma zararlıdır. 2. Din, insan hayatından silinmek anlamında sona ermeye ve başarısız olmaya mahkûmdur. 3. Din, hakiki varlığı olmayan bir gölge gerçekliktir… 4. Din, bir grup veya topluluğun özelliği olarak sosyal bir olgu olmaktan ziyade, bireyin ruhsal durumuna ait bir özelliktir. Din, sosyal sistemin bir boyutu olarak değil, bireyin bilincinin bir boyutu olarak incelenmelidir.”
1950’lere kadar bu tezler geçerliliğini korudu. Bu nedenle, bilim insanları arasında dindarlık açısından en düşük orana hep sosyal bilimcilerde rastlandı. Ama önce bir takım yürekli akademisyenler bu varsayımların siperlerinden çıkmaya ve sonra yüzlercesi tam tersi görüşlerin daha doğru olduğunu savunmaya başladı. Nasıl savunmasınlar, modernlik topuyla tüfeğiyle bilimiyle teknolojiyle gelse de insanların dini inançlarına hiçbir şey olmamış, dünya çağında yapılan araştırmalar, insanların %80’ine yakın bir kısmının hala Yaratıcıya inandıklarını gösteriyordu. 1990 yılında Sovyet Bloğu içindeyken %15 olan Ukrayna’daki Ortodoks Hıristiyan’ım diyenlerin oranının, 1990 sonrası militan materyalizmin ortadan kalkmasıyla birlikte %70’leri aşması gibi sonuçlar tam bir skandaldı. Tüm bunların neticesinde “Son yıllarda, siyaset biliminden, uluslararası ilişkilere, iktisattan sosyal psikolojiye kadar nerdeyse bütün sosyal bilim dallarında din, ilgili bilim dalının konu edindiği gerçekliğin bir parçası olarak, bilimin konusu haline” geldi. (Ömer Demir Hocanın bu tespitine tamamen katılıyorum. Birkaç nesil boyunca militan materyalist cendereden geçmiş olmasına rağmen “sosyalizm” denilen uygulamaların dünyanın her yerinde insanların dini inançlarını sadece güçlendirmiş olduğu apaçık bir gerçektir. Lakin özellikle son yıllarda özellikle Evangelizm, Hıristiyanlık ve Musevilik alanında olup bitenler, İslamofobi diye sunulan olgular ve gerekçeler, İsrail’in soykırımcı politikaları ve teknomedyatik dünyada akıllı aygıtlar eksenindeki gelişmelerin geleneksel dini anlayışları büyük ölçüde tahrip ettiği, gerilettiği de üzerine çok kafa yorulması gereken bir başka gerçektir.)
İktisat bilimi de bu süreçte dinin insan varoluşunun vazgeçilmez niteliklerinden olduğunu anlamış, ekonomik tutum ve davranışların, tercihlerin şekillenmesinde büyük etkisini fark etmişti. Bu etkiyi araştırmak, yeni bilimsel alanlara kapıyı araladı. Tıpkı aile, cinsellik, suç, terörizm, eğitim, sağlık, çevre gibi dini yönelimlerin de pekâlâ iktisadi analizle açıklanabileceğine düşüncesiyle “din ekonomisi” adı altında yeni bir alanda araştırmalar yapılmaya başlandı. “Din ekonomisi”nin tam karşısında ise insanın iktisadi davranışlarının temelini, ahlaki-dini bir çerçevede ele almaya çalışan “dini iktisat” araştırmaları baş gösterdi. “Hıristiyan İktisadı”, “İslam İktisadı” gibi başlıklar altında görüşler öne sürüldü.
Tüm bunları, Prof. Dr. Ömer Demir”in Sentez Yayınları tarafından yayınlanmış Din Ekonomisi: İnanç, Zenginlik, Mutluluk kitabından öğrendim. Ekonomik gelişme ve zenginliğin dini nasıl etkilediği, insan mutluluğu ve din arasındaki ilişkilerin neler olduğu hakkındaki sorulara bilimsel cevaplar da bulabileceğiniz bu kitabı ısrarla tavsiye ederim.
“Din zenginliğe yol açar mı?”
Ömer Demir’in kitabındaki sorulardan biri de bu; bir bölümü bu soruya cevap verebilmek için ayırmış, din ve ekonomi zenginlik arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmış.
Toplumların refah düzeyleri arasında böylesine büyük bir farklılık son iki yüz yıldır söz konusu. Ondan önceki asırlar boyunca insanlık kişi başına, birbirine yakın üretim gerçekleştirmiş. Bin yıl önce dünyanın diğer toplumlarından birazcık geride kalan Batı, özellikle 1820’den sonra büyük bir ekonomik atağa geçmiş. Ülkeler tarihte ilk kez “gelişmiş” ve “geri bıraktırılmış” diye ikiye ayrılmak zorunda kalmış. Batı’nın ekonomik egemenliğini siyasal ve kültürel egemenlik izlemiş. Bunları biliyoruz ama hala bilim, tarih boyunca neden bazı ülkelerin daha zengin bazılarının ise fakir kaldığını anlayabilmiş değil. “Sermaye birikimi, vasıflı işgücü, verimlilik, coğrafya, iklim, kültür, yeniliklere açıklık, teknoloji üretebilme kapasitesi, çalışma ve tasarruf eğilimi, hukuk sistemi, tercih edilen kalkınma politikaları ve ülkelerin siyasal sistemleri” diye saymaya kalkmayın, tüm bunlar birer birer araştırılmış ama ekonomik gelişmişliğin sebebi mi sonucu mu olduklarına karar verilememiş. Sadece toplumun geliştirdiği kapsayıcı kurumların ekonomik başarıda ana rolü oynadığı konusunda ve ekonomik gelişmenin demokrasiye mutlaka katkıda bulunduğu noktasında, bilim dünyasında bir fikir birliğinden bahsedilebiliyor.
Dinin ülkenin zenginliğine katkıda bulunup bulunmadığı hakkında da rivayet muhtelif. Dinin ekonomiyle bağlantısı hakkında bilim dünyası üçe bölünmüş durumda. Bu ikisi arasında negatif veya pozitif ilişkiden bahsedenler olduğu gibi bariz bir ilişki yoktur diyenler de var.
Sermayeyi, bilgi, beceri ve tecrübe ile beden ve akıl sağlığının etkileşimi ile oluşan “beşeri”; bireyler arasındaki güven, dayanışma, birlikte çalışma arzusu ve bunu mümkün kılan ilişki ağlarının karşılıklı etkileşimi sonucu oluşan “sosyal” sermaye olarak ikiye ayırıyor Ömer Demir Hoca. Çalışma motivasyonunu bunların sağladığı gerekçesiyle dinin ekonomiye etkisini beşeri ve sosyal sermaye üzerinden anlamaya çalışıyor. Araştırmalardan yola çıkarak dindarlığın beden sağlığı, akıl sağlığı ve eğitim yoluyla beşeri sermayeye olumlu bir etki yapacağı kanaatinde. Onun bu fikri, dindarlık ile eğitim seviyesi ve akıl sağlığı arasında ters bir ilişki olduğu saçma tezine sarılmış seküler çevreleri zıplatacaktır ama zıplamayı bırakıp bilimin yolundan yürümelerini tavsiye edeceğiz. Zengin toplumların daha iyi eğitim aldıkları için daha az dindar olacağı şeklindeki tuhaf tezlerini mutlaka sakince bir düşünce süzgecinden geçirmeliler. Dini faaliyetlere katılma ile daha uzun yaşama arasındaki artık ispatlanmış ilişki üzerinde de hepimiz biraz düşünsek iyi ederiz…
Ömer Demir Hoca, toplumdaki sosyal sermayeyi artırmak için şeffaflığı geliştirmek ve sosyal sermayeyi besleyen inançları yaygınlaştırmak şeklindeki iki yol dışında çare olmadığını belirtiyor. Dindarlığın bireylerin iradelerine hâkim olmalarına, birbirlerine güvenmelerine, kendi dışındakilere karşı sorumluluk duymalarına ve daha çok çalışmalarına, hırs ve başkalarını kıskanmak yerine sahip olduklarıyla mutlu olabilmelerine, tüketim kalıplarının israf ve gösterişten arındırılmasına, ilişkilerinde dürüst, güven ve dayanışma içinde olmalarına, suç oranlarının azaltılmasına katkıda bulunma yoluyla sosyal sermayeyi arttırdığını söylüyor. “Ortak kurallara uymak için resmi kurumsal işlemlere ihtiyaç azaldıkça işlem maliyetleri düşecek, buradan elde edilen tasarruflar mal ve hizmet üretimine kaydırılacaktır” diyor. Ama ilave etmeyi elden bırakmıyor: “Dini sosyal sermaye, kendiliğinden doğrudan sosyal sermayeye dönüşmeyebilir. Çünkü kişinin dini bağlılığı yoluyla kazandığı özellikler, onu içine kapalı, çevreye küs ve dargın, dini konularda çok aktif ve fedakâr olmasına karşın, doğrudan dini sonucu olmayan iş ve işlemlerde katkıda bulunmada isteksiz hale getirebilir. Hatta bu gibi sonuçlar, dini sermayenin sosyal sermayeyi olumsuz etkilemesinin göstergeleri de sayılabilir…”
Ömer Demir Hocanın bu tespitleri sizi de ülkemiz gerçekleri üzerine düşünmeye sevk etmiştir şüphesiz. Ama ne olursa olsun bu konulardaki araştırmalardan asla vazgeçmemek gerekiyor. Dinler arası tüketim davranışı karşılaştırmaları, dindarlıktan kastın ne olduğunu, fanatizm ve mutedil dine bakışlar arasındaki farklılıklar mutlaka araştırılmalı. Akademi, suya sabuna dokunmayan, eften püften konular yerine sadre şifa olabilecek, siyasete ve kamu yönetimine yol gösterebilecek cesur araştırmalara girişmeli. Din ekonomisi çalışmaları mutlaka din psikolojisi alanındaki çalışmalarla birleştirilmeli. Ben kendi adıma şimdiden, “dindarlık” kavramının toplumsal ve psikolojik alanda konuşabilmek için hayli yetersiz kaldığı söyleyebilirim; mutlaka dine bakışın kavramsal bakımdan çeşitlendirilmesi, kişilik gelişimi ve nefs olgunlaşmasıyla birlikte ele alınması gerektiği kanaatindeyim.