Dijital Ölümsüzlük, Metafizik Bir Seraptır

Bilinç Yüklenemez

Zihinleri bilgisayarlara yüklemek yalnızca teknik açıdan imkânsız değildir—bu düşüncenin tamamı, bilince ve gerçeklikteki yerimize dair derin bir yanlış anlamaya dayanır. Kant, Heisenberg ve Borges’in felsefeleri arasındaki ilişkileri inceleyen son kitabında William Egginton bu görüşü savunur. Zihinler ile kara deliklerin içindeki uzay-zaman tekillikleri arasında bir paralellik kuran Egginton, böyle şeyleri bilmeye çalışmanın, yalnızca görünüşleri aşarak şeylerin kendinde gerçekliğine ulaşma çabası olduğunu—ve bunun boşuna bir girişim olduğunu—ileri sürer. Ve eğer zihinler gerçekten bilinemiyorsa, elbette kopyalanamaz ya da bilgisayarlara yüklenemez. Sibernetik ölümsüzlüğü hedefleyen Ray Kurzweil ve Dmitry Itskov gibi fütüristler, metafizik bir serabın peşinden koşmaktadır.

Zihinleri Yüklemek

Filozoflar sıklıkla bilinçten bir problemmiş gibi söz ederler. Hatta daha iyisi, iki problem: biri kolay, diğeri zor. Sözde kolay olan (psikolog Steven Pinker’ın şakayla karışık Mars’a gitmek kadar kolay olduğunu söylediği) yalnızca beynin, yargılama, karar verme, kararları dil yoluyla iletme ve bunlara göre hareket etme gibi insan zekâsıyla ilişkilendirdiğimiz karmaşık görevleri yerine getirmek üzere nasıl evrimleştiğini açıklamayı içerir. Buna karşılık, zor problem, beynin, canlı olmanın her yönüyle ilişkilendirdiğimiz deneyimleri nasıl ürettiğini açıklamayı amaçlar: renklerin, seslerin, tatların duyumları ya da burada ve şimdi var olan ve ne yapacağına veya nereye gideceğine karar vermesi gereken biri olma deneyimi. Bazı filozoflar, tüm bunları açıklamanın ne denli zor bir görev olduğunu görüp ellerini havaya kaldırarak pes etmişlerdir; diğerleri ise bu görevi bir kenara bırakmış ve ortada bir problem olduğu fikrini en baştan inkâr etmişlerdir. Bu konuyu ciddiye almaya karar verenler içinse, korku, bilim kurgu ve fantezi türlerinin, insan deneyiminin gerçekte neye dayandığını anlamaya yönelik düşünce deneylerinin sahnesi hâline geldiği tuhaf bir araştırma türü ortaya çıkmıştır.

Bu düşünsel uğraşlarda sıkça karşılaşılan bir anlatı kalıbı, benim dünyayı birinci şahıs olarak deneyimlememin bedenimden aktarılabilir bir şey olabileceği fikridir. Elbette bu düşünce ne yenidir ne de bilim kurgu aracılığıyla bilinç hakkında spekülasyon yapan filozoflarla sınırlıdır. Aynı kibir, ruhun ölümsüzlüğü ve reenkarnasyona dair eski ve güncel dini inançlara da hayat vermektedir. Platon’un Phaedo adlı diyalogunda, Sokrates’in kendi ruhunun ölümünden sonra da varlığını sürdüreceğine inandığını öğreniriz. Bu düşüncenin daha yeni bir tezahürü, bilinci saf bilgi olarak hayal eder—ölmeden önce yazılıma kodlanıp bir ana bilgisayara yüklenebilecek ve böylece yaşamı süresiz biçimde uzatabilecek bir şey olarak. Nitekim, insanlarla makinelerin birleştiği o yaklaşmakta olan an için “tekillik” kelimesinin kullanımını popüler hâle getiren fütürist Ray Kurzweil’in, böyle bir arayüz mümkün olur olmaz anılarını yüklemeyi planladığı bildiriliyor. Kurzweil, babasının bir yapay zekâ versiyonunu da yaratmış durumda ve bu versiyon her ne kadar nispeten ilkel bir biçimde olsa da, onun mezarın ötesinde babasıyla bir tür ilişki yaşamasına imkân tanıdığını iddia ediyor. Ancak, varoluşun birinci şahıs deneyimini tamamen açıklayabileceğimiz, yeniden üretebileceğimiz, erişebileceğimiz ya da bedenler arasında aktarabileceğimiz bir şey olarak düşünmek, Kurzweil’in bel bağladığı türden değil, bambaşka bir türde bir tekillik gerektirir.

Uzay ve Zamanın Gerçekdışılığı

IAI News için kara delikler hakkında yazdığım yakın tarihli bir makalede, kozmik uzay-zamandaki bu devasa ve yıkıcı yırtıkları, dışarıda gerçeklikte var olan nesneler olarak düşünmek yerine, onları idealist tezin bir kanıtı olarak ele almayı önerdim—yani, bizim yalnızca görünüşlerin dünyasına erişimimizin olduğu ve şeylerin bize nasıl göründüğünden bağımsız olarak var olan gerçek dünyaya ulaşma imkânımızın bulunmadığı düşüncesi. Bu dünyayı, kendi içkin sınırlarını fark etmeksizin ve onu bizzat gerçekliğin kendisiymiş gibi ele aldığımızda, görünüşte paradoksal biçimlerde çökmeye başlar.

Bu önerinin ilham kaynağı fizik değil; edebiyat ve felsefeydi—özellikle de Jorge Luis Borges’ten yapılan garip ve güzel bir alıntıdan: Ona göre biz “dünyayı düşledik. Onu sağlam, gizemli, görünür, uzayda her yerde bulunan ve zamanda kalıcı olarak düşledik; fakat onun mimarisine, sahte olduğunu bize söyleyen ince ve ebedi mantıksızlık çatlaklarına izin verdik.” Borges’e göre bu çatlakların bazıları Zeno’nun paradokslarında ve Kant’ın antinomilerinde kendini gösterir. Söz konusu makalede, bir kara deliğin merkezindeki uzay-zaman tekilliğinin, Akhilleus ile kaplumbağa paradoksunu nasıl örneklediğini göstermeye çalıştım—çünkü tekilliğe ulaşmak için gereken süre, yaklaştıkça giderek yavaşlar; öyle ki, ona asla gerçekten ulaşılamaz. Burada ise, benzer bir paradoksun, bilinci bir bilgi nesnesi olarak ele aldığımızda ortaya çıktığını öne sürmek istiyorum; yani, dışarıdan incelenip anlaşılabilecek bir şey olarak.

Zeno’nun paradoksları, hareketin—dolayısıyla her türden değişimin—bir yanılsama olduğunu ve var olan her şeyin tek ve değişmeyen bir gerçeklikten ibaret olduğunu göstermek amacıyla ortaya atılmıştı. Onun en meşhur paradoksu, hızlı Akhilleus’un ağır ilerleyen bir kaplumbağayı yakalamaya çalıştığını ve başaramadığını hayal eder; çünkü bunu gerçekleştirmek için giderek küçülen sonsuz sayıda mesafeyi kat etmesi gerekir. Ancak Zeno, aynı paradoksun daha basit bir versiyonuna da yer verir: Bu versiyonda bir ok, ne kadar kısa olursa olsun hiçbir mesafeyi kat edemez; çünkü söz konusu mesafe de sonsuza dek bölünebilir. Aslında, aynı mantıkla ben de yaşlanamam—çünkü bir dakika daha yaşlanabilmem için önce yarım dakika, ondan önce çeyrek dakika yaşlanmam gerekir ve bu böyle sonsuza kadar devam eder. Zeno’nun hocası Parmenides’in Sokrates ile yaptığı meşhur tartışmada ifade ettiği gibi, bir şeyin şu anda olduğu hâlden bir an sonra birazcık bile farklı bir şeye dönüşebilmesi için, başka bir aşamadan geçmesi gerekir—Parmenides bu değişim anını “meraklı bir yaratık” olarak adlandırır—bu an, o şeyin artık eskisi gibi olmadığı ama henüz yenisi de olmadığı andır.

Zeno ve Parmenides’e göre bu paradokslar, değişimin bir yanılsama olduğunun kanıtıdır. Ancak, biz nihai gerçekliğin değişimin tam tersi olması gerektiği yönündeki onların sonucunu kabul etmesek bile—ki bu görüşü bugün, başlangıcından sonuna kadar eşzamanlı olarak var olan, dışarısı olmayan, öncesi ve sonrası olmayan devasa, donmuş bir uzay-zaman bloğu, yani “blok evren” şeklinde düşleyebiliriz—yine de haklı oldukları bir nokta vardır: uzayı ve zamanı ölçüp gözlemleyebilen bir varlık, gerçekten de uzay ve zamanı sonsuz biçimde alt bölümlere ayırabilir ve bu da—yalnızca teorik düzeyde bile olsa—o varlığın ve içindeki nesnelerin değişime kapalı kalmasına yol açar.

Peki, ne tür bir varlık uzay ve zamanı bu şekilde bölebilir? Ancak kendisiyle bir an önceki hâli arasında ilişki kurabilen ve bir an sonraki hâlini öngörebilen ya da çevresindeki bir yönde bulunan diğer şeylerle ilişki kurabilen bir varlık bunu yapabilir. Böyle bir varlık, bu ilişkiyi bir soyutlamaya dönüştürebilir, bu soyutlamaya “zaman” veya “uzay” adını verebilir ve onu bölmeye başlayabilir. Ancak, öncelikle soyutlamaya dönüştürmeden bu bölme işlemi gerçekleşemez. Bölme işlemi asla gerçeğin kendisine yönelik değildir; yalnızca gerçeğin soyutlaması üzerindedir.

Tekillikler ve Benliğin Anlaşılamazlığı

Tekillikler, soyutlamalarımızın sınırlarında ortaya çıkar. Onları, uzayı ya da zamanı sonsuz küçük birimlere bölmeye çalıştığımızda; sınırlı sürelerde giderek daha büyük mesafeleri aşmaya kalkıştığımızda; ya da sonsuz kütleyi sonlu bir uzaya sığdırmaya çalıştığımızda buluruz. Onlar, bilgi nesnesi olamayacak şeyleri bilgi nesnesi olarak aldığımızda ortaya çıkarlar—örneğin, dışarıdan görülen uzayın bütünü; ya da başlamadan önce görülen zamanın bütünü. Ve gözlem yapmayı mümkün kılan dayanak noktasının arkasına geçip onu bir gözlem nesnesiymiş gibi gözlemlemeye çalışırsak, bizi tam da böyle bir tekillik beklemektedir.

Burada “dayanak noktası” imgesini, Kant’ın “saf algı birliği” dediği şeyin görsel bir temsili olarak kullanıyorum. Kant’a göre bu, deneyimin ortaya çıkabilmesi için gerekli olan duyusal bilginin sentezinin gerçekleştiği noktadır. Kant, bu noktaya Descartes’ın “ego cogito”su yani “ben düşünüyorum” ifadesinden esinlenerek “ego” adını verir, ancak Descartes’ın “ben düşünen bir tözüm” (res cogitans) şeklindeki çıkarımında bu ego’ya atfettiği tözelliği derhâl reddeder. Bunun yerine bu ego, yalnızca bir mantıksal işleve, her bilişin zorunlu eşlikçisine karşılık gelir ve ne maddi ne de manevi herhangi bir varlıkla karıştırılmamalıdır.

Kant’a göre, “ben düşünüyorum”un mantıksal işlevini bir töze dönüştürmek—ister beyindeki fiziksel bir süreç, ister insan bedeninden daha uzun ömürlü olan makinedeki bir hayalet olsun—aklın deneyimin sınırlarını aşmasının bir başka örneğidir. Bu durumda ortaya çıkan şey, tam anlamıyla bir antinomi değil, Kant’ın paralogizma adını verdiği bir durumdur: Görünüşte sağlam bir akıl yürütmenin, “ampirik olarak belirlenmiş varoluşumun olası bir soyutlamasını, düşünen benliğimin olası ayrı bir varlığına ilişkin varsayılan bilinçle karıştırmak” gibi bir hataya yol açtığı bir örnek. Bu sahte, ayrılabilir bilinç, elimizde gerçekten olan şeyin yerini alır; yani, “düşüncede yalnızca, tüm bilişin belirleniminin temelinde yatan bilinç birliğinden başka bir şeyin olmaması” gerçeğinin.

Kant’ın çağdaşı Moses Mendelssohn’un “her şeyi ezip geçen felsefe” olarak nitelediği düşüncesiyle donanmış biçimde, şimdi Kurzweil’e ve kendi bedeninden daha uzun yaşamaya yönelik arzusuna geri dönelim. Onun anlamlı bir şekilde ölümsüz olabilmesi için, yüklediği anıların, bu anılara sahip olan ve hâlâ sahip olmaya devam eden kişi olma deneyimi gibi bir şeyle birlikte olması gerekir—aksi takdirde söz konusu ölümsüzlük, bir fotoğraf albümünün, anı kitabının ya da video günlüğünün daha ayrıntılı bir versiyonundan öteye gitmez. Başka bir deyişle, bu “anı”lar Kurzweil’in kendisi tarafından değil, dışarıdan, başka biri tarafından deneyimlenecektir. Kurzweil’in deneyimini özgün ve benzersiz kılan şey, yaşadığı anıların kendisi değil, zaman içinde bilinç unsurlarını sentezleyen ve bu anılara sahip olmayı baştan mümkün kılan egodur. Ve bu birlik, tanımı gereği, aktarılamazdır.

Karşımda başka bir varlığı—başka bir insanı, bir şempanzeyi, bir köpeği, bir sineği ya da bir makineyi—dünyayı bir şekilde deneyimleyen bir varlık olarak düşündüğümde, aslında dolaylı olarak filozof Thomas Nagel’in yarasalar hakkında meşhur sorusunu sormuş olurum: “O varlık olmak nasıl bir şeydir?” Eğer bu soruyu sorabiliyorsam, bu, o deneyimi bizzat yaşama anlamında ona adım atıp onu içeriden deneyimleyemeyeceğim anlamına gelir. Eğer bunu yapabilseydim, bu kendime sorduğum bir şey olmazdı; bunun yerine, bir kitabı okumak ya da bir filmi izlemek gibi olurdu—yani “o kitap olmak” ya da “o film olmak nasıl bir şey” diye sormadan gerçekleştirdiğim bir şey. Başka bir deyişle, “bilinç” dediğimiz şey, yani canlı bir varlık olarak var olma deneyimim, doğası gereği bir sınır taşır. Daha açık ifade etmek gerekirse, bilinç bir yandan diğer varlıkların nasıl bir şey olduğunu merak etmeyi içerirken, öte yandan bu sınırı aşmayı ve onların nasıl bir şey olduğunu gerçekten deneyimlemeyi imkânsız kılar.

Bu bağlamda, “tekillik” terimi, bilinçlerin taşınabilirliğine dair tartışmalarda—reenkarnasyondan bilgisayar destekli ölümsüzlüğe kadar—son derece yerinde bir terimdir. Nasıl ki kara deliklerin kalbinde gizlenen o gizemli sınır yalnızca yaklaşabileceğimiz ama asla varamayacağımız bir şeyse, başka bir varlığın dünyayı deneyimlemesinin tekilliği de aynen öyledir: sadece yaklaşabileceğimiz, ama asla içine giremeyeceğimiz bir şey. Çünkü ona yaklaşmak için kullandığımız şeyin doğası gereği—kara delikler söz konusu olduğunda zaman içinde uzayı kat etmek, bilinç söz konusu olduğunda ise diğer varlıkların birinci şahıs deneyimi—ulaşmak istediğimiz ödülü koruyan bu sınırı aşmaya çalıştığımız anda bizzat o araç çözülmeye başlar. Eğer hareket etme aracımız uzay-zaman ise, uzay-zamanın çözülmesinin öbür tarafında kalan bir sınıra ulaşmak tanımı gereği imkânsız olur. Aynı şekilde, bir şeyi bilme aracımız birinci şahıs deneyimimiz ya da o şeye dair bilincimiz ise, başka bir kişinin birinci şahıs deneyimini üstlenmek imkânsızdır—çünkü bu, ben olmaya devam ederken o bilgiyi elde etmemi sağlayan aracın kendisini ortadan kaldırır.

* William Egginton, Johns Hopkins Üniversitesi’nde Beşeri Bilimler Decker Profesörüdür ve Meleklerin Titizliği: Borges, Heisenberg, Kant ve Gerçekliğin Nihai Doğası adlı kitabın yazarıdır.

 

Kaynak: https://iai.tv/articles/consciousness-cant-be-uploaded-auid-3352?_auid=2020