Darbe Günlükleri – Şili: Bombalanan Saray, Direnen Hafıza
I. Şili: Bombalanan Saray, Direnen Hafıza
11 Eylül 1973 sabahı Santiago semalarını yaran uçak sesleri, yalnızca bir başkentin kalbine yönelmiş bombaları değil, bir halkın hafızasına indirilen darbeyi de haber veriyordu. La Moneda Sarayı’na çevrilen bu saldırı, Başkan Salvador Allende’nin şahsında, eşitlik, onur ve bağımsızlık gibi ideallerle yoğrulmuş bir siyasal tahayyülün yerle bir edilmesiydi. O gün Şili’de yaşananlar, bir iktidar değişiminden çok daha fazlasıydı: bir toplumun adalet duygusunun, özgürlük umudunun ve tarihsel özsaygısının sistematik biçimde yok edilişiydi.
Darbenin sabahında radyolardan yayılan bildiriler, “ülkenin kurtarıldığını” ilan ediyordu. Oysa kurtarılan, halkın egemenliği değil; dış müdahalelere açık, sömürgeci sermaye için yeniden biçimlendirilmiş bir ekonomik düzendi. La Moneda’nın dumanları arasında yanan şey, Şili’nin kendi kaderini tayin hakkıydı. Tanklar sokaklarda ilerlerken fabrikalar susturuluyor, sendika liderleri tutuklanıyor, öğrenciler kayboluyordu. Santiago, bir gün içinde “kurtarılmış başkent” değil, suskun bir mezarlığa dönüşmüştü.
Allende, son konuşmasında “Tarihin bu aşamasında halkların süreçleri durdurulamaz” diyordu. Bu söz, sadece bir veda ya da teselli değil, Latin Amerika’nın yüzyıllara yayılan özgürlük mücadelesine kazınmış bir politik metafizikti. Çünkü o sabah, Allende’nin sesi bombaların gürültüsünde kaybolmuş olsa da, kıta boyunca yankılanan bir yankı bıraktı: “Eşitlik düşüncesi öldürülemez.”
Bu cümle, bir trajedinin içinden doğan ontolojik bir direniş ilkesine dönüştü; tarihsel şiddetin küllerinden bile insan onurunun yeniden yükselebileceğine dair kolektif bir inancı beslemeye devam ediyor.
II. Bir Başkanın Son Konuşması: La Moneda’da Onurun Anatomisi
Allende’nin son konuşması, klasik anlamda bir politik demeç değildir; o, ölümü göze almış bir insanın, yaşamın anlamını yeniden tanımladığı bir etik manifestodur. Cümleleri, yenilginin karanlığında değil, bilincin berraklığında yankılanır. Konuşan kişi bir siyasetçi değil, bir insanlık temsilcisidir: yenilmiş bir lider değil, onurunu ölümün eşiğinde dahi koruyan bir varlık bilincidir.
Allende’nin ölümü, yüzeyde bir intihar gibi görünse de, özünde bir teslimiyet değil, bilinçli bir direniştir. Modern çağın nihilizmine karşı, trajik bir onur savunusudur bu. Antik tragedyalardaki kahramanlar gibi, o da ölümün kaçınılmazlığını bilerek sahneye çıktı. Çünkü bilir ki, trajedi, yalnızca kaderin değil, insan iradesinin anlamla buluştuğu son sahnedir. “Ben burada kalacağım,” dediğinde, aslında bir mekânı değil, bir ilkeyi savunuyordu: “Bana emanet edilen halkın iradesi burada yıkılıyor, o hâlde ben de burada kalmalıyım.”
La Moneda Sarayı bombalar altında yıkılırken, taş taş üstünde kalmayan yalnızca bir bina değildi; onunla birlikte, modern devletin en temel iddiası da çöktü: “Devlet, halkını korur.” Allende, işte bu yıkım anında, devleti halka geri vermek isteyen son cumhurbaşkanı olarak tarihe geçti.
Bugün La Moneda yeniden inşa edilmiş, cepheleri beyaz badana ile tazelenmiş olsa da o binanın duvarlarında hâlâ yanık bir koku vardır: tarihin kokusu.
O koku, sadece geçmişin külleri değildir; insan onurunun, siyasal sadakatin ve adalet inancının yanmamış kalbidir.
III. Washington’un Uzun Gölgesi: CIA, Şirketler ve Soğuk Savaş’ın Ekonomik Darbesi
11 Eylül 1973 sabahı Santiago semalarını delen uçakların gürültüsü, yalnızca Şili ordusunun değil, Washington’daki karanlık bir bürokrasinin yankısıydı.
La Moneda’nın üzerine yağan bombalar, gerçekte CIA’nin daktilolarında, gizli toplantı odalarında ve anonim raporların dipnotlarında yazılmış bir senaryonun son perdesini oynuyordu.
Bu senaryonun kod adı, artık tarihsel bir sembole dönüşen o kelimelerdi: Project FUBELT – ya da operasyonel adıyla Track II.
Açığa çıkan belgeler, Şili darbesinin rastlantısal bir askerî kalkışma değil, soğukkanlı biçimde tasarlanmış bir rejim mühendisliği projesi olduğunu gösterdi. CIA’nin Latin Amerika masası, Allende hükümetini devirmek için üç ayaklı bir strateji geliştirmişti:
ekonomik sabotaj, siyasal izolasyon ve askerî koordinasyon.
“Ekonomiyi çığlık attırın” (Make the economy scream) emri, Beyaz Saray toplantı notlarında bizzat Nixon tarafından verilmişti. Bu talimat, yalnızca Şili’nin değil, tüm Güney Amerika’nın kaderini etkileyecek bir neoliberal laboratuvarın başlangıcını simgeliyordu.
Henry Kissinger’ın şu cümlesi, Soğuk Savaş’ın ahlaki çelişkisini kristal berraklığıyla yansıtır:
“Bir ülkenin halkı kendi sorumsuzluğu yüzünden komünist olmayı seçerse, bu bizim kabul edemeyeceğimiz bir sorundur.”
Bu söz, demokrasinin yalnızca Washington’un çıkarlarıyla uyumlu olduğu sürece meşru sayıldığı bir çağın ideolojik manifestosuydu.
Şili darbesi, bu anlamda, sadece bir askerî müdahale değil; finansal bir işgalin ilk provasıydı. Tankların yerini kısa süre sonra Chicago Boys alacak, bombaların tahrip ettiği kamusal yapıyı, neoliberal reformların görünmez eldivenleri yeniden şekillendirecekti.
Chicago Üniversitesi’nde Milton Friedman’ın gözetiminde yetiştirilen bu teknokratlar, Şili’yi serbest piyasa ideolojisinin ilk denek alanı hâline getirdiler. Darbenin ardından uygulamaya konan politikalar özelleştirmeler, sendikaların tasfiyesi, sosyal güvenliğin parçalanması Latin Amerika’nın “deneysel modernizasyon” dönemini başlatırken, küresel neoliberalizmin de teoriden pratiğe geçtiği ilk büyük laboratuvarı yarattı.
Allende’nin ölümü böylece yalnızca bir insanın değil, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir inancın ölümüydü. Ancak bu ölüm, aynı zamanda yeni bir soruyu da doğurdu: Eğer özgürlük, piyasaya teslim edilirse, halk kime ait olur?
Bir Darbenin Arka Odası: Project FUBELT
ABD arşivlerinde 1990’larda açığa çıkan belgeler, darbenin spontane bir “askerî tepki” olmadığını, sistematik biçimde planlanmış bir operasyon olduğunu kanıtladı.
Kod adı: Project FUBELT. CIA’nin Şili masası bu proje kapsamında Allende hükümetini devirmek için üç eksenli bir strateji geliştirmişti:
- Ekonomik Sabotaj: Amerikan şirketlerinin yatırımlarını durdurması, kredi hatlarının kesilmesi, bakır ihracatının engellenmesi.
- Siyasal İzolasyon: Şili’nin “komünist tehdit” olarak uluslararası platformlarda damgalanması.
- Askerî Koordinasyon: Şili ordusundaki üst düzey subaylarla doğrudan temas ve lojistik destek.
Henry Kissinger’ın o dönemde söylediği ünlü cümle, bu planın etik zeminini özetliyordu:
“Bir ülkenin halkı, kendi sorumsuzluğu yüzünden komünist olmayı tercih ederse, bu bizim kabul edemeyeceğimiz bir sorundur.”
Bu cümle, Soğuk Savaş’ın ikiyüzlülüğünü açığa çıkarır:
Demokrasi, yalnızca Washington’un çıkarlarıyla uyumlu olduğu sürece meşrudur.
Şirketler, Sermaye ve Darbenin Ekonomisi
Şili, o yıllarda dünyanın en büyük bakır rezervlerinden birine sahipti.
Bu stratejik kaynak, ABD merkezli Anaconda Copper ve Kennecott gibi maden devlerinin kontrolündeydi.
Allende, 1971’de bu şirketleri millîleştirince Washington’da alarm zilleri çalmaya başladı.
Zira bakır, Şili ekonomisinin can damarıydı ve aynı zamanda Amerikan sanayisinin kritik girdisiydi.
Aynı dönemde ITT (International Telephone and Telegraph), Santiago’daki telekom altyapısının sahibiydi. ITT’nin yöneticileri, CIA yetkilileriyle gizli toplantılar yaparak Allende’yi devirmek için milyonlarca dolar aktardı. Bir ITT yöneticisinin iç yazışmasında şu satır yer alıyordu:
“Allende seçimi kazandı, ama bizim bu ülkeyi kaybetmemiz gerekmiyor.”
Bu, ekonomik kolonizasyonun yeni biçimiydi: tanklar yerine borsalar, generaller yerine şirket lobileri devreye girmişti.
Yani Şili darbesi, yalnızca askerî değil, finansal bir işgal operasyonuydu.
“Ekonomiyi Çökert, Halkı Darbeye Razı Et” Doktrini
CIA’nin 1970’lerin başında Şili için geliştirdiği strateji, sonraki on yıllarda Latin Amerika’da birçok ülkede tekrarlanacaktı.
Bu doktrinin özü, bir cümlede özetlenebilir:
“Ekonomiyi çökert, halkı kurtarıcı olarak generallere teslim et.”
Allende’nin döneminde enflasyonun yapay biçimde tırmandırılması, kredi hatlarının kesilmesi ve iş çevrelerinin grevlere teşvik edilmesi, darbeye zemin hazırladı.
Santiago’daki kamyoncu grevleri, CIA tarafından organize edilen ekonomik sabotajın en çarpıcı örneklerinden biriydi. Washington Post’un yıllar sonra yayımladığı belgelere göre, CIA bu grevlere doğrudan 8 milyon dolar fon sağlamıştı.
Chicago Boys: Yeni Kolonyal Ekonomi
Pinochet darbesinin hemen ardından, Chicago Üniversitesi’nde Milton Friedman’ın öğrencisi olan Şilili ekonomistler ülkeye çağrıldı.
Kendilerine “Chicago Boys” deniyordu.
Bu grup, serbest piyasa ekonomisini “bilimsel kurtuluş” olarak sunarak, ülkenin ekonomik yapısını kökten değiştirdi. Kamu işletmeleri özelleştirildi, eğitim ve sağlık piyasalaştırıldı, sendikalar yasaklandı.
Şili, 1970’lerin sonunda neoliberalizmin ilk “deney ülkesi” hâline gelmişti. Küresel sermaye için bu, yalnızca bir başarı hikâyesi değil; bir prototipti. Diktatörlüğün gölgesinde, yeni ekonomik düzenin doğuşu kutlanıyordu.
IV. Neoliberal Cennet, Toplumsal Cehennem: Pinochet’nin Laboratuvarı
Pinochet rejimi, bir ülkeyi askerî olarak sustururken, aynı anda ekonomik olarak yeniden biçimlendiriyordu.
Tanklar sokaklarda sessizliği sağlarken, borsalarda “istikrar” manşetleri atılıyordu.
Hapishanelerde çığlıklar yükseliyor, dış borç göstergeleri “iyileşme” sinyali veriyordu.
Bu çelişkiden doğan ironi, modern çağın en acımasız kavramını yarattı: neoliberal cennet.
Bu “cennet”in inşasında kullanılan araç, silah değil; piyasa idi.
Devletin elini ekonomiden çekmesi, aslında halkın elinden hayatını çekmesiydi.
Ücretler donduruldu, eğitim ve sağlık özelleştirildi, sendikalar dağıtıldı.
Ekonomik özgürlük adı altında, toplumsal esaret kurumsallaştırıldı.
Toplum bireylere bölündü; birey, tüketiciye dönüştü; tüketici, yurttaş olmayı unuttu.
Pinochet’nin “Yeni Şili”si, itaat mühendisliğiyle inşa edilmiş bir piyasa ütopyasıydı.
Bu laboratuvarda insan bedeni, ekonomik deneyin sessiz kurbanıydı.
1973–1990 yılları arasında yaklaşık 3.200 kişi öldürüldü veya kaybedildi, 28.000’den fazla insan işkence gördü, on binlerce kişi sürgüne gönderildi. Bu rakamlar, yalnızca bir istatistik değildir; her biri bir şarkının, bir kitabın, bir çocukluk anısının kesilmiş nefesidir.
Fabrika işçileri “tehdit”, sendika üyeleri “komünist”, öğrenciler “anarşist” ilan edildi.
Kadınlar, özellikle de anneler Madres de los Desaparecidos hafızanın taşıyıcıları oldular.
Susturulan erkeklerin ardından, meydanlarda fotoğraflarını taşıyan kadınlar, bir halkın vicdanını temsil ettiler. Bu sessiz direniş, “modernleşme” denen soğuk kelimenin ardındaki insani felaketin yankısı oldu.
Buna karşılık kültür, Şili’nin kalbinde yeraltı damarları gibi yaşamaya devam etti.
Víctor Jara’nın “Te Recuerdo Amanda”sı, işkence merkezlerinin duvarlarında fısıltıyla söylendi.
Isabel Allende’nin La Casa de los Espíritus romanı, susturulanların ruhlarını edebiyata taşıdı.
Ariel Dorfman, La Muerte y la Doncella’de adaletin ertelenmiş yüzünü sahneye koydu.
Bu eserler, yalnızca sanatsal üretim değil, travmanın ontolojik tanıklıklarıydı kolektif hafızanın direnen damarlarıydı.
Neoliberal reformlar Şili’yi IMF raporlarında “başarı hikâyesi”ne dönüştürürken, toplumsal dokusu bir laboratuvar faresinin sinir sistemi gibi çözülüyordu. Yoksulların dayanışma ağları kırıldı, kamusal alanın hafızası özelleştirildi, etik dilin yerini finansal jargon aldı.
“Verimlilik” yeni bir din hâline geldi; Tanrı’nın yerini piyasa aldı, mezbahaların yerini borsa salonları doldurdu.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, Pinochet dönemi yalnızca bir diktatörlüğün değil, küresel neoliberalizmin ilk zaferlerinden birinin simgesidir. Ancak bu zafer, insanın toplumsal varlık olarak yok oluşunu hızlandırmıştır.
Çünkü o cennet, gerçekte toplumsal bir cehennemdi içinde piyasa tanrısına kurban edilen binlerce hayat, sessizce yanmaya devam ediyor.
VI. Latin Amerika’nın Aynasında Şili: Kolektif Hafıza, Ekonomik Şiddet ve Adaletin Kültürü
Şili’nin 1973 darbesi, yalnızca bir ülkenin demokratik hafızasını değil, kıtanın bütün medeniyet tahayyülünü sarstı. Çünkü o darbe, ne bir sabahın aniden bastıran karanlığıydı ne de yalnızca Pinochet’nin soğuk emirleriyle sınırlıydı. Arkasında, sınırları aşan bir mekanizma, Operación Cóndor adıyla anılan bir istihbarat ağı vardı Güney Amerika diktatörlüklerini tek bir ölümcül sistemin parçaları hâline getiren, görünmeyen bir makine.
Operación Cóndor: Kıtalararası Bir Sessizlik Ağı
1975’te Santiago’da gizlice kurulan bu operasyon, Şili, Arjantin, Uruguay, Paraguay, Brezilya ve Bolivya rejimlerini ortak bir hedefte buluşturdu:
“Sınır ötesi muhalefeti yok etmek.”
Askerî darbeler, birbirinden bağımsız değil, bir bölgesel şiddet ekosisteminin bileşenleriydi.
Cóndor’un veri akışını CIA ve DIA sağlıyor, Latin Amerika’daki istihbarat birimleri, muhalifleri ortak kara listelere kaydediyordu. Bu listelere girenler, nerede olurlarsa olsunlar Buenos Aires’te, Montevideo’da, hatta Washington DC’de “kayboluyorlardı.”
Bazıları Buenos Aires’teki otomobillerde infaz edildi, bazıları “uçuş operasyonlarında” denize atıldı. Bu sistematik cinayetler zinciri, devletin coğrafyayı aşarak suçu uluslararasılaştırdığı bir dönemi başlattı. Tarihçiler, Cóndor’un 60 binden fazla gözaltı ve 20 bine yakın cinayetten sorumlu olabileceğini belirtiyor. Bu rakamlar, sadece bir şiddet bilançosu değil; ulus-devletin etik çöküşünün istatistiksel izleridir.
Nunca Más: Hafızanın Kurumsal Vicdanı
Soğuk Savaş’ın sis perdesi aralandığında, Latin Amerika’da ilk kez hakikatin sesi devlete karşı konuştu. 1984’te Arjantin’de yayımlanan Nunca Más (“Bir Daha Asla”) raporu, bu sessizliğe indirilen en güçlü tokattı. CONADEP (Comisión Nacional sobre la Desaparición de Personas) tarafından hazırlanan bu belge, 9.000’den fazla kaybın tanıklığını, işkence merkezlerinin haritalarını, askerî emir zincirlerinin belgelerini topladı. Ama daha da önemlisi: Bu rapor, “devletin unutma hakkı yoktur” cümlesini tarihsel bir ilkeye dönüştürdü.
Nunca Más yalnızca bir rapor değil, bir etik manifestoydu.
Arjantin’den Şili’ye, Uruguay’dan Guatemala’ya yayılan bu bilinç, Latin Amerika’yı darbelerin değil, hatırlamanın kıtası hâline getirdi. Şili’de 1991’de kurulan Comisión Rettig ve 2004’teki Comisión Valech, bu ilhamın doğrudan mirasçılarıydı. Rettig Raporu 2.279 ölüm vakasını, Valech Raporu ise 28.000 işkence vakasını belgelemişti sessizliğin içinden çıkarılmış, titreyen ama inatçı bir hafıza.
Şiddetle Doğan Ekonomi
Pinochet’nin “Yeni Şili” vizyonu, silahların gölgesinde yazıldı.
1974’te ilan edilen “Programa de Recuperación Económica”, ordunun ideolojik bir projesiydi: devlet küçülecek, piyasa büyüyecek, halk sessiz kalacaktı.
Chicago Boys’un eliyle hazırlanan bu program, Milton Friedman’ın Şili’ye yaptığı kısa ama tarihî ziyaretle kutsandı. Friedman, Şili’yi “özgür piyasa ekonomisinin mucizevi laboratuvarı” olarak tanımlarken, arka sokaklarda binlerce insan kayboluyordu.
Ekonomik başarı grafikleri, kan lekeleriyle yükseliyordu. Çünkü Pinochet’nin neoliberalizmi, yalnızca bir ekonomik model değil, bir itaat mühendisliğiydi. Toplum, bireylere bölündü; birey, tüketiciye dönüştü; tüketici, vatandaşı unuttu.
Yapay Cennet: Ekonomik Mucize Miti
1980’lerin başında Şili ekonomisi, dış borç krizinin girdabına sürüklendi.
“Neoliberal mucize” olarak sunulan model, kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çatırdamaya başlamıştı. 1979’daki sabit döviz kuru politikası ve finansal serbestleşme, kısa vadeli sermaye akışlarına bağımlı kırılgan bir ekonomi yaratmıştı. 1982’ye gelindiğinde, Latin Amerika genelini sarsan borç krizi Şili’yi de vurdu: Yüzlerce banka iflas etti, işsizlik oranı %30’a yaklaştı, reel ücretler 1970’lerin ortasındaki seviyesinin yarısına düştü.
“Piyasanın görünmez eli”, artık sadece işsizlerin midesinde hissedilen görünür bir acıya dönüşmüştü.
Bu çöküşün ardından Pinochet rejimi, uluslararası finans kurumlarının reçetelerine başvurdu. IMF ve Dünya Bankası, yeni krediler karşılığında “yapısal uyum programları” dayattı. Bu programlar, neoliberalizmin “ikinci dalgası”nı başlattı: özelleştirme, deregülasyon, kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve sosyal devletin geri dönüşsüz biçimde zayıflatılması. Şili artık kendi ekonomisini değil, küresel sermayenin çıkarlarını koruyan bir mali disiplini yönetiyordu. Bağımsızlık fikri, dış borç belgelerinin dipnotlarında kayboldu.
Batı medyası ise bu tabloyu farklı bir lisanla anlattı:
Şili, The Economist ve Financial Times sayfalarında “Latin Amerika’nın ekonomik mucizesi” olarak parlatılıyordu. Oysa bu “mucize”, onurun, adaletin ve eşitliğin yokluğu üzerine inşa edilmiş bir tapınaktı. Ekonomik göstergeler yükselirken, toplumsal doku sessizce çürüyordu.
Bu dönemde gelir dağılımı uçurumu derinleşti: En zengin %10, ulusal gelirin neredeyse yarısını alırken, en yoksul %50’nin payı %15’in altına düştü. Eğitim özelleştirildi; bilgi, artık bir kamu hakkı değil, bir piyasa ürünü hâline geldi. Sağlık sistemi, özel sigorta şirketlerinin kâr mantığına teslim edildi. Bir doktor muayenesi, bir işçinin haftalık kazancına denk gelmeye başladı. Konut hakkı “arsa değeri”ne, adalet ise “ekonomik erişim”e dönüştü. Devletin küçülmesi, yurttaşın yalnızlaşması demekti.
Böylece “özgürlük” retoriği, aslında toplumsal bağların çözülmesi anlamına geliyordu.
Piyasanın kutsandığı bu dönemde, insan ilişkileri bile fiyatla ölçülebilir birer meta hâline geldi. “Seçme özgürlüğü” söylemi, açlığın, borcun ve çaresizliğin içinden yankılanıyordu.
Şili toplumu, giderek daha fazla bireyselleştikçe, kolektif dayanışma bilinci erozyona uğradı tıpkı toprağın kimyasını bozan uzun bir kuraklık gibi.
Eğer Şili bir laboratuvar idiyse, halkı onun deney hayvanı olmuştu. Sosyal bilimciler, bu dönemi “insansız büyüme” olarak adlandırır: Ekonomi büyürken, insan küçülür; istatistikler parladıkça, hafızalar kararır. Neoliberal mucize, aslında bir etik felaketin teknik adıydı.
VII. Adaletin Gölgesi: 1998’de Londra’da Tutuklanan General
1998 yılının soğuk bir Londra sabahında, dünya siyaseti beklenmedik bir sessizlikle sarsıldı.
Şili’nin eski diktatörü Augusto Pinochet, 82 yaşında, insanlığa karşı suçlar gerekçesiyle tutuklandı. Bu, yalnızca bir generalin gözaltına alınması değil, tarihin kendi gölgesiyle yüzleştiği bir andı.
Tutuklama, İspanyol hâkim Baltasar Garzón’un açtığı davaya dayanıyordu.
Garzón, Evrensel Yargı İlkesi’ne dayanarak, Pinochet’nin Arjantin, Şili, Uruguay ve İspanya vatandaşlarına karşı işlediği suçlardan ötürü uluslararası yargı önüne çıkarılabileceğini savundu. Bu cesur adım, devlet başkanlarının dokunulmazlığına dayalı geleneksel uluslararası hukuku temellerinden sarstı. Artık “egemenlik”, adaletin önünde bir siper değil, sorgulanabilir bir tarihsel ayrıcalık hâline gelmişti.
Londra: Bir Yargı Sahnesi, Bir Hafıza Tiyatrosu
Pinochet, Londra’daki The Clinic adlı özel bir hastanede belinden ameliyat olmuştu.
İngiliz polisi, yakalama emrini gece yarısı tebliğ ettiğinde, Şili’de olduğu gibi burada da kamera yoktu; ancak bu defa susturulan, halk değil, generaldir.
Tekerlekli sandalyesinde başını öne eğmiş yaşlı bir adamın fotoğrafı, bütün bir yüzyılın ironisini özetliyordu: Korkunun mimarı, şimdi kendi gölgesinden korkuyordu.
Şili hükümeti ironik biçimde demokratikleşmiş bir rejim olarak hem şaşkındı hem tedirgin.
Pinochet’nin dokunulmazlığı hukuken sürüyordu, ama vicdanlarda çoktan kaldırılmıştı.
Londra’daki tutuklama, yalnızca bir hukuk olayı değil; hafızanın uluslararasılaşmasıydı.
Çünkü ilk kez, bir diktatör kendi ülkesinde değil, insanlığın mahkemesinde yargılanacaktı.
Adaletin Yavaş Zaferi
İngiltere’deki hukuki süreç iki yıl sürdü. Lords Meclisi, dönemin İçişleri Bakanı Jack Straw’un kararını onaylayarak, Pinochet’nin iadesine izin verdi. Ancak sağlık gerekçeleriyle 2000 yılında Şili’ye dönmesine izin verildi “unutmanın gölgesi” bir kez daha adaletin üzerine düşmüştü. Fakat o andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi kalmadı.
Pinochet ülkesine döndüğünde, havaalanında onu karşılayan bir kalabalık vardı; bazıları alkışlıyor, bazıları ağlıyordu. Ama o görüntü, bir rejimin değil, bir vicdanın çöküşünü simgeliyordu. General, 2006’da ev hapsinde öldüğünde, ardında ne bir mahkûmiyet kararı ne de bir masumiyet hükmü bıraktı sadece hesap verememiş bir tarihin yankısı kaldı.
Hafızanın Adaleti
Pinochet davası, uluslararası hukukta yeni bir kavramın doğuşunu işaret etti:
“Evrensel hafıza.” Bu, artık adaletin yalnızca mahkemelerde değil, kolektif bilinçte de aranabileceği anlamına geliyordu. Şili’de 2000’lerden sonra ardı ardına açılan davalar, 1.300’den fazla askerin yargılanmasına yol açtı. İşlenen suçların çoğu zaman aşımına uğramıştı, ama hafızanın zamanaşımı yoktu.
Bu yüzden Pinochet’nin tutuklanması bir son değil, bir etik başlangıçtı. Adalet, onu hücreye koyamadı ama tarihin diline yeni bir kelime ekledi: hesap verebilirlik. Kimi filozofların dediği gibi, “adalet, bazen suçlunun değil, tanığın ayakta kalmasıdır.”
Ve Şili halkı, işte o tanıklığın yaşayan bedenidir.
Adaletin Gölgesinde Yeni Bir Şafak
Bugün Santiago’nun duvarlarında, Allende’nin yüzü hâlâ soluk mavi boyalarla çizilidir;
yanında, küçük harflerle yazılmış bir cümle durur:
“Unutmak bir lüks değildir.”
Pinochet’nin hayal ettiği “neoliberal cennet”, artık bir tarih kitabının dipnotudur. Ama halkın hafızasında, onun kurduğu gölge hâlâ sürer çünkü adaletin gölgesi, en uzun yaşayan ışıktır. Ve o ışık, Şili’nin dağlarından Valparaíso’nun sokaklarına kadar her yerde aynı cümleyi yankılar:
“Bir halkın tarihini bombalayamazsınız.”
Çünkü tarih, en sonunda, adaletin diliyle konuşur.