Daniel Pipes: İsrail Gazze’deki Çatışmaları Durdurmalı
Röportaj: Richard McDaniel
Daniel Pipes, son yarım yüzyılda Orta Doğu ve radikal İslam üzerine en yetkin akademisyenlerden biridir. 1982’den 2005’e kadar beş farklı başkanlık yönetiminde görev yapmış (ikisi başkanlık atamasıyla) ve Harvard, Pepperdine, ABD Deniz Harp Okulu ve Chicago Üniversitesi’nde ders vermiştir.
18 kitabın ve sayısız makalenin yazarı olan Pipes, 1994’ten 2025’in başlarına kadar Orta Doğu Forumu’nu (MEF) kurmuş ve yönetmiştir. Bu düşünce kuruluşu, Orta Doğu’da ABD’nin çıkarlarını desteklemekte ve Batı değerlerini aşırılıkçı tehditlere karşı savunmaktadır.
Bu röportajda Pipes, radikal solculuğun artan tehdidinden mevcut Trump yönetiminin ters tepen dış politikasına kadar pek çok konuda önemli değerlendirmelerde bulunuyor. Southern Poverty Law Center tarafından “Müslüman karşıtı bir figür” ve merhum Edward Said tarafından “Oryantalist” olarak tanımlanan Pipes, düşüncelerini ifade etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir.
Amerikan kamuoyunun en tanınmış muhafazakâr entelektüellerinden biri olmasına rağmen, Pipes çağdaş Amerikan sağının belirli yönlerini eleştirmekten çekinmiyor. Hatta Pipes’ın en değerli görüşleri, çalışmalarıyla derinden etkilediği harekete yönelttiği eleştirilerde ortaya çıkıyor.
Richard McDaniel (RM): Omar Fateh, Zohran Mamdani, Ilhan Omar ve Rashida Tlaib gibi İslamcı, İsrail karşıtı politikacıların popülaritesi (ve gücü) hakkında ne düşünüyorsunuz?
Daniel Pipes (DP): Bu aşırı solcuların artan görünürlüğü, çekiciliği ve gücü beni derinden rahatsız ediyor. Komünizmin cazibesinin 1990’larda Sovyetler Birliği ile birlikte çöktüğünü sanmıştım. Bu kişiler, Xi Jinping ile birlikte, bu varsayımı çürüttüler. Korkarım ki her nesil, aynı dersleri zor yoldan öğrenmek zorunda kalıyor.
Peki bu dörtlü gerçekten İslamcı mı? Obama başkanken, sağ çevrelerde onun Müslüman olarak doğmuş olmasının dünya görüşü ve politikalarını nasıl şekillendirdiği konusunda bir tartışma gelişti. Frank Gaffney gibi bazıları, İslam’ı onun belirleyici özelliği olarak gördü. Ben buna katılmadım; onun sadece Müslüman olarak hayata başlamış sıradan bir solcu Demokrat olduğunu savundum. Benzer şekilde, Mamdani, Omar ve Tlaib’in sadece Müslüman olduklarını (Fateh hakkında hüküm verecek kadar bilgiye sahip değilim) ve dinlerinden bağımsız olarak dünya görüşleri ile politikalarının 2025’in aşırı solcu Amerikan çizgisini yansıttığını iddia ediyorum. Örneğin, kendini Yahudi olarak tanımlayan Bernie Sanders, İsrail de dâhil olmak üzere çoğu konuda onlarla aynı görüştedir.
RM: Şu anda, özellikle şehirlerde, fundamentalist İslam Amerikan güvenliği için ne kadar tehlikeli?
DP: Güvenlikten kastınız şiddetse, o kadar da tehlikeli değil; kolluk kuvvetleri iyi iş çıkardı. Ben suç teşkil eden İslamcılıktan çok yasal İslamcılıktan endişe ediyorum. Kurumlara sızma, arada bir gerçekleşen şiddet eylemlerinden çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor – ve bu sızma hızlı biçimde devam ediyor. Geleceğe bakmak isterseniz, Birleşik Krallık’a göz atın.
Ne yazık ki, İslamcılık tehdidi, esasen iki gelişmeden dolayı Amerikan kamuoyunun bilincinden büyük ölçüde silindi: 11 Eylül sonrasında İslamcılığa yönelik aşırı ilginin ardından gelen bıkkınlık ve Rusya ile Çin’den gelen büyük güç tehditlerinin aniden yeniden ortaya çıkışı.
RM: Charlie Kirk’ü şahsen tanıyordunuz. Onun suikastının siyasi sonuçları hakkında ne düşünüyorsunuz?
DP: Onunla bir kez, yaklaşık 2012’de, kariyerinin henüz başındayken tanıştım. Beni etkilemişti, ama bu kadar kısa sürede bu kadar çok şey başaracağını hayal bile edemezdim. Suikastı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kamusal yaşamın dokusunu daha da zedeledi. Trump’ın bu trajediyi kısa vadeli siyasi çıkarlar için istismar etmesine çok üzülüyorum.
RM: Amerikan üniversitelerindeki öğrencilerin radikalleşmesini tartışır mısınız?
DP: Suçu büyük ölçüde benim neslime, yani 1970 civarında devrim hedefleyen kuşağa atıyorum. Hükümeti devirmeyi başaramadılar, ancak okul öncesinden başlayarak eğitim kurumlarını radikalleştirmeyi başardılar ve bunun sonuçları artık açıkça ortada.
RM: Şu anda MAGA hareketi içinde İsrail konusunda bir bölünme var. Bazı üyeler (Tucker Carlson, Candace Owens, Marjorie Taylor Greene ve diğerleri gibi) İsrail’in askeri operasyonlarına finansman sağlanmasına şiddetle karşı çıkıyor. Amerikan sağının bu bölünmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
DP: Sağ kanadın Yahudilere karşı düşmanlığı çok eskiye dayanır: Henry Ford, Peder Coughlin, Pat Buchanan ve Joseph Sobran gibi isimleri düşünün. Ancak sosyal medya çağında antisemitizm her zamankinden daha geniş bir kitleye ulaşıyor. Fox News, Carlson’u 20 yıl önce kovmuş olsaydı, ortadan kaybolurdu. Oysa şimdi milyonlara hitap eden bir izleyici kitlesine dilediğini özgürce söyleyebiliyor.
Antisiyonizm ile antisemitizmin farklı kökenleri ve anlamları olduğunu unutmayın: Antisiyonizm, İsrail’in eylemleriyle ilgilidir; antisemitizm ise Yahudilere atfedilen sözde ırksal özelliklere odaklanır. Solcuların ezici çoğunluğu antisiyonisttir. Bahsettiğiniz MAGA üçlüsü ise eski tarz ırksal antisemitlerdir.
RM: Bu yılın başlarında yayımlanan bir makalede, “ekonomik zarar tehdidinin gelişigüzel şekilde savrulmasının Amerika’nın dünyadaki konumunu zayıflatacağını” savunmuştunuz. Son zamanlarda, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, kısmen Trump’ın gümrük vergilerinin bir sonucu olarak, Çin lideri Xi Jinping’e yönelmiş görünüyor. Ayrıca, Trump’ın Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodymyr Zelenskyy’ye yönelik tutumunu da eleştirmiştiniz. Trump’ın dış politika kararlarını göz önünde bulundurarak, ABD’nin küresel hâkimiyeti ve diplomasisinin geleceği konusunda ne kadar endişelisiniz?
DP: Oldukça endişeliyim. Trump herkese emir vermek ve onların buna itaat etmesini istiyor – Cumhuriyetçilerden ordu komutanlarına, yargıçlardan belediyelere kadar. Bu aynı dürtü uluslararası alana da uzanıyor; her şey onunla, egosuyla, talepleriyle ilgili. Düşmanca davrandığı kişilere bir anda dostane yaklaşırken, müttefiklerini uzaklaştırıyor, sonra da aniden yön değiştiriyor. Sanki Amerika Birleşik Devletleri, nüfusun yaklaşık üçte biri tarafından her tuhaf hareketi “dört boyutlu satranç” olarak alkışlanan çılgın bir kral tarafından yönetiliyormuş gibi.
Bu benzersiz dış politika tarzının uzun vadeli sonuçları, o üçte bire bağlı. Acaba “kazanmak”tan bıkıp dış dünyayla normal ilişkilere dönmeyi mi istiyorlar? Yoksa bu yolculuktan keyif alıyorlar ve bir halefin de aynısını yapmasını mı arzuluyorlar?
RM: Daha önce, Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Cezayir’deki FIS ve Gazze’deki Hamas gibi İslamcı gruplarla siyasi ilişkiler kurduğu için ABD hükümetini eleştirmiştiniz. Trump yönetiminin Hamas ile doğrudan müzakere etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
DP: ABD’nin Hamas ile müzakerelerini yürütmesi için İsrailli bir aşırı solcu olan Gershon Baskin’e başvurması, hem şok edici hem de ahlaki açıdan yanlış ve kendine zarar veren bir davranıştır.
RM: Daha genel olarak, Trump yönetiminin İsrail-Filistin çatışmasına müdahalesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
DP: İsrail, Trump’ın buyurgan keyfiliğinin etkisini (henüz) hissetmeyen tek ABD müttefiki olarak öne çıkıyor; dolayısıyla hükümet, tercih ettiği politikaları izleyebiliyor. Ancak bu durum, bir anda değişebilir.
RM: Daha önce İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesine karşı altı neden sıralamıştınız. Son zamanlarda, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Batı Şeria’yı ikiye bölecek ve bu bölgeyi Doğu Kudüs’ten ayıracak E1 yerleşim planını hayata geçirmek üzere bir anlaşma imzaladı. Ayrıca, İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, “Yahudiye ve Samiriye’nin tamamında egemenliğin uygulanması”nı (Batı Şeria’yı tanımlamak için kullanılan İncil kaynaklı adlandırma) kutladı. Sizce bu eylemlerin sonuçları ne olacak?
DP: İsrail’in Batı Şeria’nın bir kısmını ya da tamamını ilhak etmesi gibi bu korkunç fikir, yaz sonlarında ivme kazandı; ta ki Birleşik Arap Emirlikleri’nden bunun Abraham Anlaşmaları’nın feshine yol açacağı yönünde bir mesaj gelene kadar. Bu mesaj gelir gelmez fikir anında çöktü. İlhakın gerçekleşeceğini sanmıyorum; çünkü bu adımın İsrail’e getireceği maliyetler, olası faydalarının çok ötesinde.
RM: Sizce yakın zamanda yeni bir intifada çıkması olası mı?
DP: Gazze’de, halkın Hamas’a karşı saldırılar gerçekleştirmesi anlamında, hâlihazırda bir intifada var. Batı Şeria’da ise İsraillilere karşı gerginlik çok yüksek. Dolayısıyla evet, orada yeni bir şiddet dalgası tamamen mümkün.
RM: İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşında en büyük başarıları ve başarısızlıkları neler?
DP: İsrail, Gazze’de etkileyici taktiksel başarılar elde etti; ancak stratejik olarak tam anlamıyla bir fiyasko yaşandı. Bu stratejik başarısızlığın iki temel nedeni var: Hamas’ı tamamen yanlış anlamak ve birbiriyle çelişen önceliklerin peşinde koşmak—yani rehinelerin geri getirilmesi ile Hamas’ın yok edilmesi. Bu çelişkili hedeflere ulaşmaya çalışmak, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hiçbirinin gerçekleşmemesiyle sonuçlanıyor.
İsrail’in bölgesel bir güç olan İran’a karşı yürüttüğü On İki Gün Savaşı ile, ideolojik serserilerden oluşan Hamas’a karşı neredeyse iki yıldır sürdürdüğü savaş arasındaki keskin karşıtlığa dikkat edin. İlki, minimum kayıpla yürütülmüş parlak ve kararlı bir savaştı. Diğeri ise yetersiz, kararsız ve ciddi kayıplarla sonuçlanan bir savaş.
RM: İsrail Gazze’de savaşmaya devam etmeli mi?
DP: Hayır, derhâl durmalıdır. Hamas’ı yok etmek ne kadar önemli olursa olsun, İsrail’in uluslararası alandaki itibarının aşınması daha ağır basan bir meseledir ve derhal durdurulmalıdır. Sadece bir örnek vermek gerekirse: Daha önce hiçbir zaman bir demokrasi lideri—bu durumda İspanya—başka bir demokrasiyi soykırımla suçlamamıştı. Ayrıca, İsrail’in Gazze’deki saldırgan eylemleri, İsrail’e zarar vermek isteyip ona doğrudan ulaşamayanların hedefi hâline gelen diasporadaki Yahudilere büyük zarar vermektedir.
RM: Son kitabınız İsrail’in Zaferi: Siyonistler Nasıl Kabul Görür, Filistinliler Nasıl Kurtulur başlıklı eserde, İsrail’in bir zafer zihniyeti benimsemesi ve İsrail’i yok etme yönündeki derinlemesine yerleşmiş Filistinli umudunu ortadan kaldırması gerektiğini ikna edici şekilde savunuyorsunuz. Önemli olarak, “İsrail’in zaferi, yalnızca ya da öncelikli olarak askerî bir zafer olmak zorunda değildir” de diyorsunuz. Eğer güç kullanımı Filistinlilerin reddedişini sona erdirmenin temel yolu değilse, İsrail zaferi elde etmek için ne yapmalıdır?
DP: Nazik sözleriniz için teşekkür ederim. Kitabımda “minimum şiddet, maksimum mesajlaşma” çağrısında bulunuyorum ve bunu İsrail zaferinin anahtarı olarak görüyorum. Şiddet ölümlere yol açar, bu da şehitliğe ve daha derin bir düşmanlığa neden olur. Mesajlaşma ise Filistinlileri savaşın bittiğine ve kaybettiklerine ikna edebilir. Ne yazık ki İsrail, 7 Ekim’den bu yana bunun tam tersini yapıyor ve bunun bedelini ödüyor.
Richard McDaniel, Minnesota Üniversitesi, Twin Cities kampüsünde siyaset bilimi öğrencisidir.