Çokuluslu Şirketler ABD-Çin Çatışmasına Hazır Değil
Düzensiz bir dünya, çokuluslu şirketleri olduğu kadar diplomatları da zorluyor. Ticaret savaşları ve gerçek savaşların, büyük güç mücadelelerinin ve amansız krizlerin ortasında, jeopolitik ve jeoekonomik sarsıntılar artıyor. Küresel risk haritası daha kalabalık ve daha karmaşık hale geldi.
Geçtiğimiz yıl boyunca, Singapur ve Seul, Tokyo ve Delhi, Londra ve Kopenhag gibi yerlere seyahat ederek özel sektör temsilcilerine hitap ettim. Bu ortamlarda, küresel manzaranın çokuluslu şirketlerin yön vermesi gereken sekiz temel özellikle tanımlandığını savundum. Jeopolitik, Beyaz Saray Durum Odası’nda olduğu kadar, üst düzey yönetim kademelerinde de temel bir yetkinlik haline gelmelidir.
İlk olarak, eski düzenin tüm unsurları çözülme sürecine girdiği için dünya son derece istikrarsız bir görünüm sergiliyor. Soğuk Savaş sonrası dönemin sınır tanımaz ve stratejik açıdan kaygısız küreselleşmesi, tarihsel olarak elverişli bir ortamda yaşandı. Demokrasi ve piyasa ekonomileri yükselişteydi; ABD’nin gücü tartışmasızdı. Bugün ise, rakip ideolojilere sahip rakip güçler arasında gidip gelen gelgitli mücadelelere geri dönmüş durumdayız. Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore’den oluşan “CRINK” koalisyonu olarak bilinen revizyonist devletler, Avrasya’nın bir ucundan öbür ucuna kadar bölgeleri altüst ediyor.
Bu otoriter eksen giderek sıkılaştıkça krizler de katlanıyor. Çin’in çift kullanımlı ürünleri, İran’ın insansız hava araçları ve Kuzey Kore’nin askerleri ile füzeleri, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’daki savaşını sürdürmesine yardımcı oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasının ardından, Rusya ve İran’ın desteği Husi’lerin uluslararası deniz taşımacılığına yönelik tehdidini çok daha ciddi bir boyuta taşıdı.
Ortaya çıkmakta olan düzenin hatları hâlâ belirsiz. Ancak açık olan şu ki, tüm piyasaları sarsma potansiyeli taşıyan küresel risk eşiği, bugünkü krizler sona erse bile yüksek kalmaya devam edecek.
İkinci olarak, tek dünya ekonomisi öldü; geriye kalan seçenek ya iki ayrı dünya ya da hiçbir dünya. Gümrük tarifeleri, yaptırımlar ve kendi kendine yeterliliğe yönelik çabalar, on yılı aşkın süredir dünya ekonomisini parçalamakta. Uluslar arasında siyasi ve ekonomik yakınsama varsayımına dayanan Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar, bugün yol kenarında ezilmiş kalmış durumdalar.
ABD ile Çin arasındaki yeni soğuk savaş, karşılıklı bağımlılığı bir zafiyet kaynağına dönüştürdü. Bu durum, önümüzdeki yıllar boyunca sürecek büyük bir ticaret bağı ve teknoloji ilişkileri yeniden yapılandırma sürecini başlattı. Kritik soru şu: Bu yeniden yapılandırma, uyumlu bir demokratik topluluğun Çin öncülüğündeki otokrasilerle karşı karşıya geldiği iki ayrı dünya senaryosunu mu doğuracak, yoksa Başkan Donald Trump’ın gümrük vergisi saldırısı özgür dünyayı da parçalayacak mı?
Eylül ayında Seul’de birlikte katıldığımız bir toplantıda, Güney Kore’nin ticaret müzakerecisi Yeo Han-Koo’nun ifade ettiği gibi, demokratik dünya üyeleri Çin’in ekonomik ölçeğine ancak kendi inovasyon ekosistemlerini ve sanayi altyapılarını bütünleştirerek karşılık verebilir. Ancak Trump yönetimi, bu gerçeği dikkate almak ile her yönde korumacılığı sürdürmek arasında gidip geliyor.
Üçüncü olarak, ABD ittifaklarını yeniden şekillendirirken, büyük bir küresel riskten korunma süreci de başlamış durumda. Trump yönetimi, Avrupa ve Batı Pasifik’teki müttefiklerinden savunma harcamalarını ciddi ölçüde artırmalarını talep ederek, Amerika’nın güvenlik anlaşmalarını agresif biçimde yeniden müzakere ediyor. Devasa yatırım taahhütleri, tek taraflı ticaret anlaşmaları ve diğer ekonomik bedeller dayatıyor.
Biraz dikkatli bakıldığında bu hamlelerin mantığı görülebilir: Bu adımlar, nihayetinde Avrasya’nın çevresinde daha iyi silahlanmış müttefikler yaratarak bölgeleri paramparça eden ve küresel ekonomiyi sarsan savaşların riskini azaltabilir. Eğer bu hamleler Amerika’nın yeniden sanayileşmesini de tetiklerse, dünya genelindeki güvenlik garantilerini destekleyen ABD’nin ekonomik liderliği de sürdürülebilir.
Ancak bu yaklaşımın tehlikesi şurada yatıyor: Aşırı ekonomik talepler, müttefik ülkelerin kamuoyları açısından siyasi açıdan zehirli olabilir; ayrıca güvenlik sorumluluğunun çok fazla şekilde cephe ülkelerine devredilmesi, bu ülkelerin ABD’nin kararlılığını sorgulamasına yol açabilir. Kopenhag, Berlin veya Varşova’daki liderler hâlâ NATO’ya güvendiklerini söyleyebilir. Ama kriz anı geldiğinde Washington’un gerçekten orada olup olmayacağını elbette merak ediyorlardır.
Dolayısıyla, riskten korunma artık yeni normal haline geldi. Avrupa ülkeleri acilen yeniden silahlanıyor ve daha yavaş da olsa ABD silahlarına olan bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Suudi Arabistan, ABD’nin güvenilirliğine dair soru işaretleri arasında Pakistan’ın korumasını arıyor. Seul ve hatta Tokyo’da görüştüğüm yetkililer ve düşünce kuruluşu temsilcileri arasında, nükleer silah edinme yönündeki tartışmalar giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor.
Dördüncü olarak, güçlü liderlerin politikası, kurumsal stratejileri zorlaştırıyor ve uluslararası politikayı daha öngörülemez kılıyor. Şu anda güçlü liderlerin dönemi yaşanıyor: Trump’tan Xi Jinping’e, Vladimir Putin’den Narendra Modi’ye kadar, ülkelerinin siyasetini domine eden, normları ve denge mekanizmalarını yerle bir eden ve kişilik kültü inşa eden liderler, en güçlü ve dinamik devletleri yönetiyor.
Bu eğilim, hukukî ve düzenleyici çerçeveleri altüst ederek şirketlere meydan okuyor ve onları güçlü liderlerin gözüne girmek için çaba göstermeye zorluyor. Aynı zamanda, jeopolitiğin kişiselleşmesiyle birlikte ani ve keskin diplomatik savrulmalara zemin hazırlıyor. Bu yılın başlarında Delhi’de görüştüğüm çoğu iş dünyası lideri, ABD-Hindistan ilişkilerinin nispeten sorunsuz seyredeceğini düşünüyordu; ta ki, iki büyük demokrasinin güçlü adamları, Trump’ın Nobel Barış Ödülü’nü hak edip etmediği konusunda karşı karşıya gelene kadar.
Beşinci olarak, teknoloji gücü yoğunlaştırıyor ve gerilimleri körüklüyor. Teknolojinin geleceği çok kutuplu değil, iki kutuplu olacak: Bir dizi orta ölçekli güç bundan fayda sağlamayı hedeflese de, yapay zekâ devrimine öncülük edebilecek yegâne ülkeler Amerika ve Çin. Eski ABD Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Direktörü Salman Ahmed’e göre teknoloji söz konusu olduğunda, çoğu ülke “ekonomik, askerî ve jeopolitik hâkimiyet” için destansı bir mücadeleye girişmiş “iki devin” arasında sıkışıp kalacak.
Yapay genel zekâya (AGI) yönelik büyük bir atılımın eşiğinde olabileceğimiz ihtimali, ihracat kontrolleri ve diğer teknoloji kısıtlamalarına ilişkin tartışmalara daha da büyük bir aciliyet kazandırıyor. Bu durum, ABD-Çin rekabetini daha keskin ve daha kader belirleyici bir hâle getiriyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde teknolojik ilerlemenin küresel barış ve refahı beraberinde getireceği varsayılıyordu. Oysa bugün, geride kalanları çok daha geride bırakma tehdidiyle büyük güçlerin güvensizliğini körüklüyor.
Bunun ardından altıncı bir gerçeklik geliyor: Trump ve Xi’nin geçen ay müzakere ettiği Çin-ABD ateşkesi kaderine terk edilmiş durumda. İki ülke, inovasyonun sınırlarını ele geçirmek için kıyasıya bir rekabet içinde. Çin, Pasifik’te ABD’nin gücünü alt üst etmek üzere hızla askerî güç biriktiriyor. Siber saldırıları, Amerika’nın kritik altyapısına derinlemesine nüfuz ediyor.
Geçici ateşkesler mümkündür; çünkü taraflardan hiçbiri tam kapsamlı bir ayrışmaya henüz hazır değil. Ancak Çin bu olasılığa hazırlık yapıyor. Ekonomik baskı yarışında elini güçlendirebilecek –hatta belki de ABD’nin Tayvan Boğazı’ndaki askerî bir çatışmaya müdahale etmesini engelleyebilecek– zorlu nadir toprak ihracat kontrolleri gibi araçları ustalıkla geliştiriyor. Stratejik güvensizlik, kalıcı bir istikrarın kök salması için fazlasıyla derin.
“İki taraf, kaçınılmaz olarak ilişkilerinde yeni bir gerileme ile karşı karşıya kalacak,” dedi Amerika’nın önde gelen Asya uzmanlarından Zack Cooper bana. Piyasaları ve tedarik zincirlerini sarsacak periyodik krizlerle kesintiye uğrayan, uzun vadeli bir ilişkisel gerilemeye hazırlıklı olun. Doğu Asya’yı ve dünya ekonomisini şiddetle parçalayacak bir savaş olasılığını göz ardı etmeyin.
Yedinci olarak, içinde bulunduğumuz dönemin en büyük belirsizliği, Amerikan gücünün kalıcı olduğu, ancak Amerikan amacının muğlaklaştığı gerçeğidir. Amerika’nın dünya ekonomisindeki payı, 1970’lerdekiyle yaklaşık olarak aynı. Amerika’nın yapay zekâ şirketleri en gelişmiş modelleri üretiyor. Hiçbir ülke, ABD’nin askerî erişim kapasitesine yaklaşamıyor.
Ancak bu süper güç, açık bir küresel ekonomiyi sürdürme, demokratik değerleri teşvik etme, seyrüsefer özgürlüğü gibi kamu mallarını sağlama ya da zorla toprak kazanımını yasaklayan temel kuralları koruma konusunda giderek daha az ilgi gösteriyor. Bu değişimlerin bazıları Trump’tan önce başladı; etkileri ise onun sonrasında da devam edecek.
Farklı olmak illa ki felaket anlamına gelmez. ABD çıkarlarını daha işlemsel terimlerle tanımlasa bile, rakip güçler arasında denge kurabilir ve düzgün bir dünyanın savunulmasına katkı sunabilir. Ya da, deneyimli bir Singapurlu diplomatın öngördüğü gibi, Amerika daha saldırgan ve yıkıcı bir milliyetçilik biçimine sürüklenebilir ve pek çok ülkenin bağlı olduğu ticaret sistemini ve küresel normları yıkabilir.
Yapıcı biçimde angaje kalmaya devam eden bir Amerika, küresel istikrarsızlığı hafifletebilir. Revizyonist bir süper güç hâline gelen bir Amerika ise büyük ölçüde işleri daha da kötüleştirecektir.
Tüm bunlar bizi son bir gerçeğe götürüyor: Volatilite, tehlikelerin yanı sıra fırsatlar da getirir. Son yıllarda jeopolitik çalkantıların dünya ekonomisini nasıl sarstığını gördük. Ukrayna’daki savaşın gıda ve enerji piyasalarını nasıl altüst ettiğini ya da Tayvan üzerindeki gerilimin küresel yarı iletken sektörünü nasıl sarstığını düşünün.
Jeopolitik uzmanlık artık kurumsal karar vericiler için bir lüks değil; çünkü stratejik ve ekonomik istikrarsızlık birbiriyle derinden iç içe geçmiş durumda.
Ancak yeniden düzenleme, aynı zamanda yaratım da getirir. İster İHA’lar ister yapay zekâ olsun, teknolojinin yeni uygulamaları ve savunma harcamalarının ulaştığı yeni seviyeler, ölümcül olsa da heyecan verici yenilikler vaat ediyor. Teknolojik üstünlük mücadelesi, insanlığın muazzam bir ilerleme kaydetmesini de tetikleyebilir.
Küresel ekonominin geleceğinden endişe duyan aktörler, Avrupa Birliği ile Kapsamlı ve İlerici Trans-Pasifik Ortaklığı’nı birbirine bağlayan bir ticaret anlaşması gibi yeni ilişkileri araştırıyor. ABD-Çin gerilimleri, nadir toprak elementleri tedarik zincirlerini ve diğer stratejik malzemeleri güvence altına almak için yeni ittifakların doğmasına da zemin hazırlayabilir.
Hatta 7 Ekim sonrası Ortadoğu’da yaşanan kargaşa bile olumlu bir yön taşıyor: En azından şimdilik, aşırılıkçılığın ve İran emperyalizminin ağır darbeler aldığı bir ortamda, bölgesel entegrasyonun ve refahın ilerlemesinin mümkün olduğu bir bölge ortaya çıkmış durumda.
Jeopolitik sert bir disiplindir, ama kasvetli olmak zorunda değildir. Düzensiz dünyamızın sınırlarını haritalandırmak, şirket liderlerinin yönetmesi gereken riskleri ve değerlendirebilecekleri fırsatları belirlemenin anahtarıdır.
Kaynak: https://www.aei.org/op-eds/multinationals-arent-ready-for-the-us-china-clash/