Çok Kutupluluğun Geri Dönüşü
Dünya bir kez daha çok kutuplu hale geliyorken, geçmişte yaşanan çok kutuplu dönemlere ve devlet yapılarına göz atmakta fayda var.
Esasen her büyük imparatorluk, çok kutupluluğun dayandığı temel sütunlardan biri olan yetki ikamesi ilkesi (subsidiarity principle) üzerine inşa edilmiştir. Bu ilke, her bir idari ve bürokratik kademenin, yakınlık esasına göre, en iyi bildiği konularda karar vermesi gerektiğini ifade eder. Örneğin, tavuk kümeslerinin nasıl inşa edileceğine ilişkin düzenlemelerin merkezi otoriteler yerine en alt düzeyde belirlenmesi en uygunudur. Bu aynı zamanda anlamsız ek iş yükünden kaçınmanın da bir yoludur; çünkü herhangi bir büyük toprak organizasyonunun sayısız küçük alt biriminde neyin en iyi yapılacağına dair gerçek bir bilgiye ve anlayışa sahip olmak merkezi bir bürokrasi için çok daha zordur.
Bir imparatorluk olmasa da, Avrupa Birliği uzun zamandır yetki ikamesi ilkesi temelinde işlemektedir. En azından resmî olarak böyledir; çünkü gerçekte AB, eski Sovyetler Birliği kadar merkeziyetçi, bürokratik ve otoriterdir. Bu durum, Karl Marx’ın öğretileri üzerine kurulduğu iddia edilen bir devletin, aşılmaz iç çelişkileri sonucu yok olmasıyla artık var olmamasını da açıklayabilir.
Roma İmparatorluğu hakkında bildiklerimize dayanarak, onun da yetki ikamesi ilkesine göre işlediğini söyleyebiliriz. Bu ilke, o büyüklükteki herhangi bir siyasi yapı için mutlak bir gereklilikti. Roma İmparatorluğu’nda bu, bölgesel valilere ve şehir yönetimlerine yüksek derecede yerel özerklik tanınarak sağlanıyordu. Her şehrin kendi tanrılarına sahip olmasına ve onlar için tapınaklar inşa etmesine izin veriliyordu — yeter ki hüküm süren imparator için de tapınaklar inşa edilsin.
Roma İmparatorluğu gibi, Britanya İmparatorluğu da aynı ilke üzerine inşa edilmişti ve 1930’larda karakteristik özelliği olan Dominyon yapısıyla gelişiminin zirvesine ulaşmıştı. Her bir Dominyon özerkti ve yalnızca dış politika ile savunmanın genel esasları merkezi düzeyde belirleniyordu. Bu yapı sağlam bir yapıydı; zira Britanya İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sırasında varlığını korudu, İkinci Dünya Savaşı’nı da (görünüşe göre güçlenerek) atlattı, ancak sadece birkaç on yıl sonra çöktü. Sonuç olarak, Britanya İmparatorluğu toplamda yalnızca yaklaşık yüz yıl ayakta kalabildi.
Uzun ömürlülük açısından bakıldığında, Britanya İmparatorluğu, görkemli selefi olan İspanyol İmparatorluğu kadar başarılı değildi. Yaklaşık on dört milyon kilometrekarelik bir alanı kapsayan (yaklaşık 1800 yılı itibarıyla) İspanyol İmparatorluğu, bugünkü Kanada sınırından Tierra del Fuego’ya kadar uzanıyordu ve uluslararası krizlere ve “dünya savaşlarına” karşı daha dirençli olduğunu kanıtladı. Amerika’daki İspanyol İmparatorluğu son derece iyi organize edilmişti. Başlangıçta, iki Genel Valilik (Yeni İspanya = Meksika ve Peru) ve özellikle Guatemala, Porto Riko ve Şili gibi yerleri kapsayan bir dizi Genel Kaptanlık (Reinos, yani “Krallıklar” olarak da anılır) şeklinde yapılandırılmıştı. 18. yüzyılda, Yeni Granada ve Rio de la Plata adlarında yeni Genel Valilikler, Küba ve Venezuela gibi yeni Genel Kaptanlıklar kuruldu. Bazı büyük bölgeler Audiencia (bir tür yüksek mahkeme) statüsüne sahipti ve bu büyük birimler, yerel valiler tarafından yönetilen eyaletlere bölünmüştü. Tüm sistem oldukça düzgün işliyor gibi görünüyordu ve bazı yerel isyanlar dışında İspanyol egemenliği hiçbir zaman ciddi anlamda tehdit altına girmemişti.
Tüm İspanyol Amerika kolonileri (Filipinler de dahil olmak üzere), kanunları ve kararnameleri hazırlayan ve ardından bunları imzalanıp mühürlenmek üzere İspanya Kralı’na gönderen Hint Adaları Konseyi (Council of the Indies) tarafından merkezi olarak yönetiliyordu. Bu anlamda, İspanyol kolonilerinin modern Avrupa Birliği’ne benzer şekilde yönetildiği, Konsey’in de Avrupa Komisyonu rolünü üstlendiği söylenebilir. Ancak burada çok önemli bir fark vardı: Hint Adaları Konseyi hiçbir zaman “demokratik” olduğunu iddia etmedi ve hiçbir yerel İspanyol yetkili de böyle bir görüntü vermedi. AB ile bir başka önemli fark daha söz konusuydu: her yerel vali, genel vali ya da kaptan-ı derya, Hint Adaları Konseyi’nden gelen bir emir ya da kararnamenin uygulanmaması yönünde takdir yetkisine sahipti. Bu ilkeye obedezco mas no cumplo (itaat ederim ama uymam) deniyordu. Eğer merkezi düzeyde alınmış bir karar ya da yasa, belirli bir İspanyol sömürge bölgesinin yerel ekonomisine veya toplumuna zarar verecekse, ilgili yerel vali bu uygulamayı askıya alabilir ya da erteleyebilirdi. Bu kural günümüz Avrupa Birliği’nde geçerli olsaydı, eminim ki “Avrupa” bugün olduğundan çok daha fazla kabul görürdü.
Yüzü aşkın eyalet, audiencia, genel kaptanlık ve genel valilik içinde İspanyol Amerika toplumu, tıpkı çoğu Eski Rejim (Ancien Régime) toplumunda olduğu gibi, katı bir şekilde tabakalaşmış ve yapılandırılmıştı. Kölelik, serflik ve borç karşılığı çalışmayı da içeren peonaj sisteminin yanı sıra diğer zorunlu çalışma biçimleri hemen her yerde mevcuttu. Kolonilerde düzenin sağlanması için çok sayıda silahlı kuvvet ya da polis teşkilatına ihtiyaç da duyulmuyordu. Bildiğimiz kadarıyla, elbette ki bir cennet ya da ütopya olmamakla birlikte, İspanyol Amerika’daki halk, dünyanın diğer yerlerindeki insanlardan daha kötü durumda değildi. Burada bahsedilen halk kitlesi, küçük toprak sahipleri veya ticaret elitleri değil, sıradan insanlardır.
Elbette, geriye dönüp bakıldığında ve modern standartlar ile değerlere göre, sömürge dönemi İspanyol Amerika toplumu adaletsizdi ve eşitlikten söz etmek yalnızca bir hayaldi. Yine de yaklaşık üç yüzyıl boyunca İspanyol Amerika sömürge imparatorluğu, hem dönemin hem de günümüz standartlarına göre makul ölçüde iyi ve verimli bir şekilde yönetildi. Bölge genel anlamda kendi kendine yeterliydi ve Peru ile Meksika gümüşü başta olmak üzere, şeker, kakao, deri ve kurutulmuş sığır eti gibi değerli ihracat ürünlerinden büyük miktarlarda üretip Çin gibi çok uzak coğrafyalara kadar ulaştırabiliyordu.
İspanyol Amerika kolonilerinin bağımsızlığı ve parçalanması ise dış koşulların sonucunda gerçekleşti. Çoğu insanın hâlâ inandığının aksine, Amerikan ve Fransız Devrimleri’nin İspanyol İmparatorluğu üzerinde pek az etkisi olmuştur. 1808 yılında Napolyon’un İspanya’yı işgal etmesi sırasında bile bu durum geçerliydi. Asıl tetikleyici unsur, geçici hükümetin 1810’da Sevilla’dan ayrılması sırasında Napolyon’un görünürdeki zaferiydi. Yaygın liberal ideolojiye uygun olarak Napolyon, Kızılderili serfliğinin ve köleliğin sona erdiğini ilan etti. Bu durum, zenginliklerinin ve ayrıcalıklarının temelinin ortadan kalktığını gören İspanyol Amerikalı elitler için büyük bir şok etkisi yarattı.
Bunun sonucunda, köleliği ve Kızılderili serfliğini, yani sömürgeci sosyoekonomik yapıyı korumak adına bağımsızlık ilan etmeye yöneldiler. Böylece beyaz İspanyol Amerikalılar, yani kreoller, yalnızca kolonyal yaşam tarzını sürdürmek amacıyla bağımsızlık için mücadele ettiler. Bu savaş sırasında siyahları ve Kızılderilileri kendi taraflarına çekebilmek için onlara özgürlük sözü vermek zorunda kaldılar.
Bu durum, günümüz Avrupa Birliği elitlerinin davranışlarını akla getiriyor: Atlantik’in öte yanından esen değişim rüzgârlarına ayak uydurmak yerine, otokratik ayrıcalıklarına sıkı sıkıya sarılıyor ve vatandaşlarını kafes içinde tutmayı tercih ediyorlar. Trump’a karşı verdikleri tepki de tıpkı İspanyol Amerikalı elitlerin Napolyon’a verdikleri tepkiye benziyor. Avrupa Birliği bugün, tıpkı 1800’ler civarındaki İspanyol Amerika gibi çözülmeye ve büyük toplumsal çalkantılara açık bir hale gelmiş durumda. O dönemdeki İspanyol Amerika gibi, AB de çok kutuplu sistemde artık bir rol oynamaz hale gelecektir.
Çok kutupluluk bir normdur ve yalnızca çok kültürlü, çok etnikli devletler ya da imparatorluklar bu yapıya katılabilecek yeterliliğe sahiptir. 1500’lerin başından 20. yüzyılın ortalarına kadar tüm Avrupa sömürge imparatorlukları, hiçbir devletin ya da imparatorluğun diğerlerine iradesini dayatamadığı çok kutuplu bir sistemin parçasıydı. İttifaklar her zaman gerekliydi ve bu ittifaklar kalıcı nitelikte de değildi. Bu dönem boyunca yaklaşık bir düzine sömürge imparatorluğu vardı. Bunlar kabaca kronolojik sırayla şöyleydi: Osmanlı İmparatorluğu, Portekiz, İspanya, Rusya, Hollanda, Fransa, İngiltere, Danimarka, İsveç ve 1900’lerden itibaren İtalya, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Belçika. Başlıca yerel güçler arasında Avusturya, İran, Japonya ve Çin yer almaktaydı.
Bu imparatorluklar ve güçlü devletler arasındaki ilişkiler rekabet ile tanımlanıyordu ve bir çatışmanın başarılı bir şekilde çözülebilmesi için ittifaklar çoğu zaman gerekliydi. Bununla birlikte, iki gücün doğrudan karşı karşıya geldiği pek çok örnek de vardı; Hollanda-İngiltere savaşları, Rusya-Türkiye savaşları, ABD-İspanya savaşı ve İngiltere’nin Çin’e karşı yürüttüğü afyon savaşları gibi. Bunun yanı sıra, çok sayıda tarafın yer aldığı ve “Dünya Savaşları” olarak nitelendirilebilecek savaşlar da yaşanmıştı: İspanya Veraset Savaşı (1701-1714), Yedi Yıl Savaşları (1756-1763), Devrim ve Napolyon Savaşları (1792-1815) ve Kırım Savaşı (1854-1856). Tüm bu savaşlar, çok kutuplu ortamın krizlere bağışık olmadığını kanıtlamaktadır. Bu ortamda istikrarı tehdit eden yalnızca aktör sayısı değil, aynı zamanda bu aktörlerin dayanıklılığı ve iç yapısı da olmuştur.
20.yüzyılda yaşanan iki yıkıcı Dünya Savaşı’nın ardından, 1940’larda çok kutupluluğun yerini “iki kutupluluk” aldı; bu dönemde ABD, Sovyetler Birliği ile eşit olmayan bir kondominyum içinde bulunuyordu. 1991’de Avrupa’da Komünizmin çöküşüyle birlikte bu durum, geçici bir “tek kutupluluğa” dönüştü.
Günümüzde, sömürgesizleşme sürecinin başlamasından ve “Üçüncü Dünya”da (Vietnam, Endonezya, Hindistan, Brezilya, Arjantin) güçlü aktörlerin geçici yükselişinden yaklaşık seksen yıl sonra, sonunda gerçek anlamda küresel bir çok kutupluluğun filizlendiği izlenimini ediniyoruz.
Bugün tanık olduğumuz şey —ABD imparatorluğunun görünürdeki çöküşü ve BRICS’in yükselişi— bu nedenle çok kutuplu istikrara doğru atılmış memnuniyet verici bir adımdır. Ancak daha önceki örnekler göz önüne alındığında, bu yeni çok kutupluluğun özellikle uyumlu ve barışçıl olacağının hiçbir garantisi yoktur. Gelecekteki çatışmaların nasıl bir biçim alacağını ve ne kadar kayba yol açacağını tahmin etmek ise imkânsızdır.
Kaynak: https://hansvogel.substack.com/p/the-return-of-multipolarity